Sonsuz sayıda tuşu olan piyano

Bu satırları yazdığım dakikanın bir kaç gün gerisinde, yaşayageldiğim evin, sokakların, şehrin sekiz bin beş yüz kilometre uzağında, bambaşka toprakların üzerinde bambaşka insanların arasında idim. Düşündüm ki, eğer uzayın derinliklerinde bir yerde, yeryüzündeki insanları devasa teleskoplarıyla izleyen yaratıklar varsa; bu gezegenin yüzeyinde gezinen bizleri hayretle birbirlerine gösteriyor olmalılar. Nasıl oluyor da her sabah evimizden çıkıp zamanı gelince de binlerce milyonlarca ev arasında aynı evi buluyor ve yuvalarımıza geri dönüyoruz? Hafızamıza yardımcı olsun diye adres denen şeyi ve daha pek çok yardımcı cihazatı icat etmişiz ama bence bu yine de mucizevi bir şey. Bir karıncanın ya da bir bakterinin her gün hep aynı noktaya geri döndüğünü düşünsenize… Sekiz bin beş yüz kilometre öteden, bana aşina insanların arasına ve mekana nasıl oluyor da dönebiliyorum? Kaybolmak ve bir daha geri dönememek çok daha muhtemel iken… Aklımızı, hafızamızı kullanıyoruz, bilgi birikimimiz var, kültürümüz, zaman zaman fetiş haline getirdiğimiz teknolojimiz var ve daha başka binlerce vıdı vıdı, bu mucizevi gerçeği bize unutturuyor. Bizler tıpkı o filmde de geçtiği gibi, sonsuz sayıda tuşu olan bir piyano ile bir melodi çalmaya cesareti olan varlıklarız. Bana sorarsanız bu muhteşem bir şey.

Nasıl yapıyorsunuz yalnızca birisini nasıl seçiyorsunuz? Bir tek kadın, bir tek ev…

“Piyanoyu ele alalım.
Tuşlar başlar, tuşlar biter.
Bilirsin ki onlardan 88 tane vardır.
Hiçbiri sana farklı bir şey söylemez.
Onlar sınırsız değildir,
sınırsız olan sensindir.
Ve bu 88 tuş üzerinde
yapabildiğin müzik sınırsızdır.
Ben bundan hoşlanıyorum.
Bununla yaşayabilirim.
Beni geminin iskelesine
getiriyorsun ve önüme milyonlarca
ama milyonlarca tuşu olan
bir piyanoyu itiyorsun.
Bu piyanonun tuşları sınırsız.
Ama eğer sınırsız sayıda tuşu varsa,
o zaman o piyanoda çalabileceğin
hiçbir müzik yoktur.

Nasıl yapıyorsunuz yalnızca
birisini nasıl seçiyorsunuz?
Bir tek kadın, bir tek ev…
Kendinin olduğunu söyleyebildiğin
bir toprak parçası ve
seyredebileceğin bir tek manzara.
Ölmek için bir tek yol?
Bütün bu dünya nerede biteceğini
bilmeden üstüne yükleniyor.
Nerede sona ereceğini
bile bilmiyorsun.
Yalnızca bunu düşünerek
parçalanacağından hiç korkmadın mı?
Onun içinde yaşamanın muazzamlığını?
Ben bu gemide doğdum.
Ve dünya benim yanımdan gelip geçti,
ama her seferinde iki bin kişi.
Ve burada arzular vardı,
ama asla geminin pruvası ile kıçı
arasına sığabileceğinden
daha fazlası değil.
Mutluluğunu sınırsız olmayan
bir piyano çalarak yaşarsın.
Ben bu şekilde yaşamayı öğrendim.
Kara?
Kara benim için fazla büyük bir gemi,
çok güzel bir kadın,
çok uzun bir yolculuk,
çok yoğun bir parfüm.
Onun müziğini nasıl
yapacağımı bilmiyorum.
Bu gemiden ayrılamam ben. ” (*)

(*) La leggenda del pianista sull’oceano filminden bir monolog. Çeviri divxplanet.com‘dan…

Cyrano!

Görür görmez paylaşmak istedim, hatırlamak, unutmamak lazım. Hem Cyrano’yu hem de Sabri Esat Siyavuşgil’i…
Baladın sonunda bitiktir işin!

Burun değil, coğrafî bilgilere nazaran bir dağ – hayır, hayır şibhicezire!

Nev-Heves‘e teşekkürler.

 

Baklava

Mekanı, zamanı ve kültür, gelenek ve hayatın tüm pratikleri ile bütün rasyonel öncülleri yok ederek kavramsal bir varoluşa zihinsel-hayali bir göç yaşamaya çalışalım. Başarabilirsek tam olarak Einstein’in çok sevdiği bir evrende oluruz. Yani “gedankenexperiment”(*) evreninde…

Öyle bir evren ki sadece siz varsınız bir de karşınızda duran bir masa. Masanın üzerinde de bir tabak dolusu baklava var.

Ayrıştıran sorular: a- Nasıl? b-Neden?

Masaya yaklaşıp baklavayı farkediyorsunuz. Baklavanın varlığını, sizin baklava ile olan ilişkinizi sorgulamaya başlıyorsunuz.  Kısacası gedankenexperimentimizdeki epistemolojik süreç başlıyor. Baklava ile ilgili yargılara varmak istiyorsunuz. Aşikar ki bir yönteme ihtiyacınız var.

Baklava üzerine gözlemler yapmaya, ısırıp çiğneyip yutarak deneyler yapmaya başlıyorsunuz. Tadını, kokusunu ve bilumum fiziksel varlığını değişik düzeylerde idrak ediyorsunuz: Fenomen-gözlem-deney.

Adına sonraları “yufka” diyeceğiniz oldukça ince hamur katmanlarının arasında ufalanmış ceviz (ya da fıstık), tatlandırıcı bir sıvı ve ahengi gözeten nitelik ve miktarda yağ ile karşılaşıyorsunuz.

Baklavanın bu varlık durumunu şaşkınlık verici bulmak ya da bulmamak konusunda özgürsünüz. Bir-iki baklavadan götürürken söz konusu katmanların (yufkanın) sahip oldukları incelikle ve düzenle baklavanın oluşumuna katkısını, baklavanın diğer elementlerinin de aynı şekilde varlıklarını bildiğiniz bütün düşünce şekilleriyle anlamaya çalışıyorsunuz. Karşınızda
“yufka bu ince ve yapraksı formuna nasıl kavuşmuş?” (su ve unun uygun şartlarda yufka formuna getirilişi ile ilgili bilgilere ulaşacağınız bölüm burası)
“yufka, baklava içindeki katmansal yapısıyla diğer elementlerin baklava içindeki varlığına nasıl bir katkıda bulunuyor?” (örneğin bir kesit analizi yaparak baklavaya özgü yapıyı çözümleyeceğiniz bölüm burası)

gibi sorularla başlangıçtaki bilgi durumunuzdan farklı bir noktaya varmış oluyorsunuz. Baklavanın “nasıl” ve hangi bileşenlerden yapıldığına dair kayda değer bilgilere artık sahipsiniz.

“bu baklavayı kim yapmış?”
“bu baklavayı buraya kim koymuş?”
gibi soruları özellikle sormuyoruz. Çünkü bu sorular gedankenexperimentimizin ilgi alanının dışında kalıyor. Biz daha çok “nasıl” sorusunu soruyor, fenomen üzerine bilgi üretiyoruz. Yöntemimiz (fenomen-gözlem-deney-teori) bize bunu dayatıyor. Gözlem ve deney imkanlarımızın dışındaki sorularla ilgilenmiyoruz. Ayrıca sorularımızı sadece baklava ile ilgili tutmak zorundayız.

Nihayet gedankenexperimentimizin can alıcı noktasına geldik: Baklava deneyi için iki ayrı denek hayal edelim: Baklavanın nasıl yapıldığını bilmeden “götüren” gözlemci ile yukarıda kısaca özetlenen süreçten geçerek “götüren”, bilgi üretmiş gözlemci arasında nasıl bir fark vardır? Bilgi (bütün bu epistemolojik süreç) neyi değiştirmiştir? Baklavaya ve gözlemciye ait hangi gizem (şüphesiz hala deneyimizin gerçekliğinde kalarak) yok olmuştur? Bilgi, baklava ile gözlemci arasındaki ilişkiyi nasıl değiştirmiştir?

“Nasıl?” sorusuna verebildiğimiz cevapların varlığa ait hiç bir gizemi yok etmediği sonucuna varmış bulunuyoruz. Fenomen-gözlem-deney-teori dizgesi, bizi yani gözlemciyi “Neden?” gibi gizemli soruların cevabını bulmaya yaklaştırmaz. Baklavanın nasıl yapıldığını biliyor olmak bizi “kim?” ve “neden?” gibi gizemli sorulara verilecek cevaplarda avantajlı hale getirmez.

Popüler kültür, kitle iletişim araçları pseudo-bilim üretme konusunda çok mahir. Popüler kültüre göre patlayan bir volkanın gücü karşısında titreyip tapınma ihtiyacı hisseden insanoğlu, volkanın varlığı ile ilgili “nasıl” sorularına cevap verdikten sonra artık bu ihtiyaçtan arınmış olur. Bir fenomene ait “nasıl?” düzeyindeki sorulara, yani işleyiş sorularına, yani fenomen-gözlem-deney-teori dizgesindeki sorulara cevap vermeyi öğrenen insanoğlu (nasıl oluyorsa), fenomen-gözlem-deney-teori dizgesindeki sorular dışında kalan sorulara cevap verebilme gücü de elde ediveriyor.

Tartışmasız zırva!

Bilim, işleyiş ile ilgilidir. Popüler kültürün oluşturduğu havaya kapılıp bilime alanının dışında bir güç atamak yufka-şurup-cevizi analiz edip baklavacının karakteri hakkında çıkarımlar yapmaktan farksızdır. “Neden?” gibi işleyiş yani fenomen-gözlem-deney-teori dizgesindeki soruların dışında kalan sorulara cevaplar aramak felsefe ve dinin alanına girer.

Bugün “büyük bir kısım” popüler kültürün ve kitle iletişim araçlarının açıkca taraf oldukları pek çok tartışma; örneğin “hayatın kökeni nedir?” gibi fenomen-gözlem-deney-teori dizgesindeymiş izlenimi veren ama bu dizgenin dışında, yani felsefe ve dinin alanındaki sorular etrafında süregelmektedir. Baklavanın nasıl yapıldığı hakkında teorilere sahip bazı bilim insanları, her fırsatta kitle iletişim araçlarında boy gösterip baklavacıya “çakmaktadır”.

Bu yüzden pseudo-bilim ile bilimi birbirinden ayırt etmek elzemdir. Teorilerinizin “doğru olduğuna dair” kanıtlar üretebildiğiniz durumlarda bilim yapmıyorsunuzdur. Teorilerinizin yanlış olduğunun kanıtlanmasına imkan tanıyorsanız sizin alanınız bilimdir. Bir filozof ya da herhangi bir dini inanç sahibi bütün fenomenleri kendi inancı ve öğretileri adına yorumlayabilir. Felsefe, deney ve gözlemle yapılmadığı gibi din de gözlem ve deneyle ilgili değildir. Popper bu yüzden marksist tarihselciliğin, psikanaliz ve evrim teorisinin pseudo-bilim olduğunu iddia etmişti. Popüler kültür üreten “bir kısım iletişim kaynaklarının” çeldirici numarası, felsefe ve dinin ilgi alanına giren soruları bilimsel bir tartışma gibi gösterip kendi inançlarının evangelistliği yapmaktan başka bir şey değildir. Yanlışlanması mümkün olmayan önermeler/kavramlar karşısında (örneğin bilinçaltı kavramı, örneğin hayatın kökeni nedir sorusuna verilecek muhtemel cevaplar) her birey kendi teorisini üretebilir, bu teoriler bilimsel değildir, inançtır.

Kutsal kitapların bu bağlamda bir deney ve gözlem alanı olduğu iddia edilebilir ama işin aslı öyle değillerdir. Örneğin kainatın altı günde yaratıldığını yazan bir kutsal kitap yanlışlanamaz. Söz konusu önermedeki “gün” kavramını “aşama” ya da “evre” olarak yorumlamak mümkündür. Örnekleri çoğaltsanız da inananların benzeri çıkarımlarla inançlarını koruyacaklarını görebilirsiniz. Bunda yanlış bir şey yok. Çünkü din ve bilimi ayrıştıran nokta tam olarak burasıdır. İnananlar (ya da filozoflar) bu düşünce yöntemine başvurmakta özgürdür. Yanlışlanabilmeye açık önermeler üretmek, onların sorumluluğu değildir. Ama bilim üretenler yanlışlanabilmeye açık olmak zorundadırlar. Evrim teorisi dahilindeki tüm önermelerin yanlışlanabilir olması zorunludur. Yoksa söz konusu teori bilimsel olmaktan çıkar. Örneğin kuşların nasıl evrimleştiğine dair geliştirilen fikirlerin önemli bir kısmının bu bağlamda dini hikayelerden, menkıbelerden kavramsal bir farkı yoktur.

St.Einstein

Popüler kültürde yer alan “bilim insanı” ikonlarına ve onlara ait görsellere baktığınızda belirgin bir mistisizm göze çarpmaktadır. Tıpkı havariler ya da ermişler gibi mistisize edilmektedirler. Evrenin sırlarını çözmekle meşgul “Dalgın Einstein” menkıbeleri anlatılmaktadır. Galaksi görselleriyle fotoşoplanmış dağınık beyaz saçlı Einstein modern zaman popüler kültür ikonu haline gelmiştir.

Stephen Hawking’in “uçuk” ve biz sıradan insanlardan çok yüce mistik hali, acılar içinde bir ömür geçirdiğine inanılan Eyyub peygamber ile yarışmaktadır.

Evrenin sırlarını çözmek adına çileler çeken bilim insanı

Bu yeni havarilerin bilimi dinselleştiren iddiaları ise örneklendirmekle bitmeyecek kadar çoktur. Bilim ve din çatışmasının bilimselleşen din ve dinselleşen bilimden oluşan gri alanda vuku bulduğunu görmek ise sokaktaki insan için oldukça zordur. Tanrı inancı (ya da inançsızlığı) bilimden öncedir. Bir bilimadamı bir öncül olarak inancı ya da inançsızlığıyla laboratuvara girer. Yaptığı deney ya da gözlem ne olursa olsun onu inançlı ya da inançsız yapmaz. Evrendeki muhteşem uyum, Kozmos, bir insanda saygı uyandırabilir, bu o insanı bir Yaratıcı’nın varlığına ikna edebilir, yanlışlanabilir önermeler bütünü olan bilim, o insanı ateist olmaya icbar etmez.

Küresel iletişim kaynaklarının büyük bir çoğunluğu tarafından sokaktaki insana, yani bizlere biçilen görev; her zaman olduğu gibi sorgulamadan tüketmektir. İşin ironik tarafı tüketim toplumu karşıtı olduğunu iddia eden grupların bu tüketimi sorgusuz hatta gönüllü olarak yürütmeleridir.

Baklavanın yapısı, elementleri, biçimi başka bir şeydir, baklavanın anlamı ve tüketicisi ile ilişkisi başka bir şeydir. Baklavanın nasıl yapıldığını bilmek onu değersiz kılmadığı gibi tadına baktıktan sonra teşekkür etmeye de engel değildir.

(*) gedankenexperiment: Düşünce Deneyi

Kötü öykü yoktur (olmayabilir)

Öykü anlatıcılığı işini yapan, yapmak isteyenler için kılavuz olabilecek bir cümledir: Kötü öykü yoktur. öykü anlatıcılığının değişik formları olabilir ama bir öykü anlatmak temelde aynı şeydir, basittir. Seyircinizi etkilemek istersiniz. Hayatlarında değişiklik oluşturmak derdindesinizdir. Çünkü siz de bazı öyküleri okuduğunuzda ya da izlediğinizde etkilenmiş ve hayatınızda “bir şeyler” değişmiştir. Bir öykü bir insanı ne kadar değiştirebilir? Heralde bu soruya verilecek cevaplar sayısız. Ne var ki ister estetik gerekçelerle, isterse hayatın pratiklerini ilgilendiren gerekçelerle olsun iyi bir öykü insanda kalıcı etkiler yapar. 

İtalyan oyun yazarı Carlo Gozzi‘nin anlatılan tüm öyküleri tasnif ve indirgeme amacını geliştirip son haline getiren Georges Polti bütün öyküleri 36 dramatik durum başlığı altında bir listeye indirgemiştir. Robert McKee bu durumların bugün bazılarının geçerliliğini yitirdiğini söylüyor, doğrudur.

Nihayetinde bir yazar olarak elinizdeki öykü 36 durumdan birine indirgenebilmektedir. O halde durmaksızın birbirlerinin tekrar eden öyküleri iyi ya da kötü yapan şey nedir? Bütün öyküler temelde klişeyse iyi yazar kime denir? Cevap hayatın kendisinde saklı. İnsanın yaşadıkları, hissettikleri, -distopik bir evrende bile- sonsuz seçenekler sunabiliyor, insan en az iki durum ya da şey arasında tercih yapabiliyorsa iyi öyküler anlatılabilir demektir.

Bu bağlamda kötü öykü yoktur, tembel yazar vardır. Çünkü her öykü, anlatıcısının emeğiyle, şekillenir; olaylar ve karakterler, çöp sepeti buruşturulup atılmış kağıtlarla dolu yazarların maharetiyle tercihlere ve tereddütlere dönüşür. Olgunlaşmanın yolu da bu değil midir?

Nihilist mi, varoluşçu mu: Holden Caulfield.

Holden Caulfield.

… Hep o lanet arabalarının mil başına kaç litre benzin yaktığından bahseden herifler. Golfte, ya da ping pong gibi salak bir oyunda size yenildikleri için çocuk gibi kızan herifler. Çok ters herifler. Çok sıkıcı herifler. Hiç kitap okumayan herifler. -Ama, bu konuda çok dikkatli olmalıyım. Yani, bazı heriflere sıkıcı demek konusunda. Bu sıkıcı herifleri hiç anlamıyorum. Gerçekten hiç anlamıyorum. Elkton Hills’teyken, iki ay kadar, Harris Macklin denen o çocukla aynı odada kalmıştım. Çok akıllı filan bir çocuktu, ama hayatta tanıdığım en sıkıcı heriflerden biriydi. Felaket kafa ütüleyici bir ses tonu vardı, onu susturmak, resmen olanaksızdı. Durmadan konuşurdu, işin korkunç tarafı, her şeyden önce, ondan duymak istediğiniz bir söz çıkmazdı ağzından, İyi yaptığı, tek bir şey vardı. Bu lanet herif, hayatta duyduğum en iyi ıslıkçıydı. Yatağını düzeltirken, dolaba bir şey asarken -her şeyini dolaba asardı hep, bu da beni hasta ederdi- durmadan ıslık çalardı, o kafa ütüleyici ses tonuyla konuşmuyorsa eğer. Klasik zımbırtıları bile ıslıkla çalabilirdi, ama coğu zaman caz parçaları çalardı. “Tin Roof Blues” gibi çok cazlı şeyleri çok güzel ve rahat bir biçimde -tam da dolaba bir şey asarken- çalar, siz de, çalışına biterdiniz. Tabii, ona hiçbir zaman, felaket iyi bir ıslıkçı olduğunu düşündüğümü filan hiç söylemedim. Yani, birine gidip, “Ne müthiş ıslık çalıyorsun,” diyemezsiniz, değil mi? Sırf, duyduğum en iyi, en müthiş ıslıkçı olduğu için ona iki ay katlandım, beni delirtecek kadar canımı sıktığı halde. Yani, bu sıkıcı herifleri anlayamıyorum. Bu yüzden, kıyak bir kız onlarla evlenmişse, belki de pek üzülmemeniz gerek. Bunların çoğu, pek kimseyi incitmiyor, belki de bunların hepsi felaket iyi ıslıkçı filandırlar. Kim bilir? Ne bileyim?

J.D.Salinger – Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher In The Rye) ‘dan…

Birey Olmak

Birey olabilmek için her şeyi feda ettik. Daha doğrusu birey olabilmek için her şeyi feda edenlerin arkasına takıldık. Birey olmayı tanımlayanlar, başkalarını “cehennem” olarak tanımlayanlardı o peşinden gittiklerimiz. Kendi dışımızdaki bütün evren düşmandı; kesin ve muhkem duvarlar örerek benliğimizin etrafına, öz alanımızda, krallığımızı ilan ettik.


Benliğimizin çok yakın çevresinde Öz-Krallığımızı kurduk ama belki de tarihin en büyük ironisi olarak diktatörlerle sarıldı dört bir yanımız. Bilgi başımızı döndürdü hatta zehirledi bizi. Bildiğimiz için inanmaya gerek kalmadığını zannettik. Açıklayabildiğimiz, formülleştirebildiğimiz her şeyi fethettik. Bütün kutsallar işgal edildi, Birey’in bayrağı havalandı kutsalın göğsüne saplanan bir mızrağın üzerinde. Yalancı bir fetihti bu. Aslında fetih değil belki de haneye tecavüzdü.

Filozoflar birey olmanın erdemlerini anlattılar, insana bin bir türlü yakıştırmalar yaparak. Başkaldırı yüzyılları yaşandı. Önceleri nadir rastlanırdı, belki yüz yılda bir. Ama şimdi her köşe başı bir firavun tarafından çevrilmiş durumda. “Aydınlanma” filozofları bizi toplumun sıradan ama işlevsel bir ferdi olmaktan çıkarıp firavuna dönüştürdü. Ama olsun birey olduk ya o yeter! Ne aydınlanma ama!

Bilgi güçtür dedi birisi, bireyi bilgiyle silahlandırdı ama hikmeti yok etti, kayıp cennete attı. Birey olduk ya, o yüzden bilgiyle, güçle ve konforla donattık evrenimizi. Her şey birey olabilmek için. Bilgiçlik yaptık, su molekülünü atomlarına ayırıp, kuanta kuramlarını mekanik yasalarıyla birleştirdik, evren adı verilen su tulumbasının nasıl işlediğini çözmek için… Çok akıllıyız ya, bu yüzden bildik, öğrendik, üzerine tezler, bilimsel makaleler yazdık ama bir bardak soğuk suyun verdiği mutluluğu ve şükran hissini unuttuk. Çünkü evren bir su tulumbası değildi gerçekte.

Tevazunun yerini laf ebeliği aldı. Çünkü bu bilimsel yaklaşımın, bilimin gereği idi. Kadim geçmişin bütün erdemlerinin yazıldığı kitaplardan çok daha fazla kitabımız var. Kütüphaneler dolusu bilgiye sahibiz. Bildikçe burnumuzun önünü göremez hale geldik ama biliyoruz ya o yeter! Kuru bir asma dalının ucundaki üzüm tanesi gülüyor halimize. Acıyor bize.

Bir şeyleri bilmediğini itiraf edebilecek kimse kalmadı. Çünkü birey olduk. Güçsüzlüğü kim itiraf edebilir? Dik durmak en büyük erdem ya! Bilgi güçtür ya!

Homo Fidei; “İnanan insan” konfor istemediği için, tüketim lordlarının yoluna su serpmediği için, birey olamadığı için, başkaldırıya yanaşmadığı için; hakkında söylenmedik kötü söz kalmadı. Bilim dışı oldu, faşist oldu, gerici oldu, deli oldu, köle oldu. Bunu sözümona birey olabilenler söyledi. Güçlü olanlar söyledi. Gücü eline alma histerisine kapılanlar söyledi. Adı bile anılmadı. Homo Economicus, Homo Politicus; bilgiliydi, bireydi. Ama işin gerçeği Bradbury’nin itfaiyecileri onlardı, kitapları asıl yakanlar onlardı. Söylesenize hangi egemen, küresel ve ekonomik güç, oruç tutan bir insanı sever?

Birey olduğunu zannedenler! Başkaldırınızı etrafınızı kuşatan hedonizme göstersenize! Zor mu yoksa? Hayatınızda kaç defa hiç bir maddesel karşılık beklemeden bir başkası için tek bir eylem yaptınız? Mallarınızla ve canınızla?

Oysa; bilgi yüktür, güç varsanıdır. Akıl kimsenin tekelinde değildir. Akılcılık yükten ve varsanıdan kurtarıyor ve hikmete ulaştırıyorsa işe yarar. Yoksa kişinin üzerine yapışan bir lanettir.

Size acilen bir ürün gerekiyor!

Reklamcıyım. Kainatı kirletiyorum. Ben size pis şeyleri bile satan adamım. Asla sahip olamayacağınız o şeylerin hayalini kurduran… Photoshop’ta rötuşlanmış kusursuz bir mutluluk… Kılı kırk yararak oluşturulmuş görüntüler, moda müzikler. zar zor biriktirdiğiniz paralarla, son kampanyada itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Sizi yenilik bağimlisi yapiyorum. yeniliğin avantajı, hiçbir zaman yeni kalmamasıdır. salyalarınızı akıtmak: benim görevim bu. Benim mesleğimde kimse mutlu olmanızı istemez, çünkü mutlu insanlar tüketmezler. çektiğiniz acı, ticareti canlandırıyor. Bizim jargonumuzda buna “alışveriş sonrası düşü kırıklığı” deniyor. Size acilen bir ürün gerekiyor; ama ona sahip olur olmaz bir başkasına ihtiyaç duyuyorsunuz… İhtiyaçlar meydana getirmek için kıskançlığı, acıyı, doyumsuzluğu körüklemek gerekiyor. İşte benim savaş gereçlerim bunlar. Hedefim ise sizsiniz. (…)

Frédéric Beigbeder: kuru, ama yine de söylemiş olayım

Reklam, insanlığı köleleştirmek için düşük profilli olmayı, esnekliği ve ikna yöntemini seçti. İnsanın insana egemen olduğu günden beri ilk kez, karşısında özgürlüğün bile işe yaramadığı bir egemenlik sisteminde yaşıyoruz. Tersine, sistem bütün kozlarını özgürlük üzerine oynuyor; en büyük buluşu da bu zaten. Her tür yergi, yılış yılış hoşgörüsünün yarattığı yanılsamayı güçlendiriyor. Sistem size kibarca boyun eğdiriyor. Her şey serbest. Sistem hedefine ulaştı: itaatsizlik bile bir itaat biçimi haline geldi. (…)

Buradan çıkmanın yolu yok. Bütün kapılar sürgülü, dudaklarda tebessüm. Geri ödenecek kredilerle, taksitlerle, kiralarla kıskıvrak bağlanıyorsunuz. Halinizden memnun değil misiniz? Dışarıda milyonlarca işsiz yerinizin boşalmasını bekliyor. Dilediğiniz kadar bağırıp çağırabilirsiniz, Churchill cevabı çoktan verdi: “Diğer hepsi bir yana, bu, en kötü sistem” Bizi hain yerine koymadı, “en iyi sistem” demedi… “En kötüsü” dedi.

Mutluluk kavramının bir fetiş olduğu ve yeni tanımı gereği sadece tüketime yaradığı bir dünyada “tuzu kuru”, çoğu zaman da samimiyetsiz olmakla suçlanan (belki gerçekten de öyle) Frédéric Beigbeder’in her baskıda adı değişen kitabı 3900’dan yukarıdaki satırlar. Satın alma ve tüketim meselesine dikkat çekmek isteyen yazar kitabının adının fiyatıyla aynı olmasını istemiş. Fransada 99 Frank, euro’ya çeçtikten sonra 14,99 euro olmuş. Türkiye’de kitabın adı önce 3900 TL idi. Sonra 4900 şimdilerde bulabileceğiniz son baskısında 9900. Kitap “sistem”e dışarıdan bakmayı sağlasa da sistemden kurtulma yollarını okuyucuya bırakıyor. Her gün üzerinde konuşulması gereken, gündemden hiç düşmemesi gereken bir konu bu.

Distopik romanlarda ya da filmlerde gördüğümüz köleleştirilmiş kalabalıklar var ya… İşte öyle bir kalabalığın içindeyiz ve nasıl kurtulacağımızı bilmiyoruz.  Köleleştirilmiş kalabalık rolünü oynarken de kendimizi “Just Do It” gibi sloganlar eşliğinde aldığımız ürünler sayesinde özgür zannediyoruz. Bütün değer yargılarımızı “tüketime yönlendiriyor, öyleyse kötü” şeklinde yeniden düzenlememiz gerekiyor ama nafile. Çünkü ihtiyaçlarımız zannettiğimiz şeyler aslında ihtiyaç değiller. Mutsuzluğumuz sistemin sermayesi. Bütün hesap da 3 günlük “bedensel-tensel” hayatımıza göre yapılmış. Sistemle savaşmaya karar verip katarsis beklentisi içine girsek bile çözüm olarak öngördüğümüz şeyde, kendimiz için tensel bir açılım düşünüyoruz ve o zaman kendimizi sadece “onlara var da bize yok mu” düzeyinde bir eleştiri yaparken buluyoruz, ki buna marksizm deniyor daha havalı olsun diye. Çok tartışma götürür bu konu… Sistem tartışmaya hiç girmiyor oysa. Çevreci eylemler, G8 karşıtı, küresellik karşıtı havalı sloganlar da mutluluk fetişimiz içinde yerini alsın bakalım. İhtiyacının ne olduğu bilmeyen bireyleriz, ama “birey” olduk ya o bize yeter. Hep aynı noktaya geliyoruz: sistemi ben kurmadım, neden ben çözmeliyim? Çünkü ben mağduruyum sistemin. Peki o halde nasıl çözeceğim? Çok basit: sistemin dışına çıkarak. Sistemin dışında ne var? Sistemin dışında sadece anarşizm olduğunu kulağımıza fısıldayan şey sistemin kendisi, hemen uyarmış olayım. Anarşist ol sisteme entegre ol. Özgürlük varsanısı içinde yaşamaya devam edelim. Çözümün -sistem içinde olmanın sonucu olarak- acı vermeden olmasını istiyoruz. Demek ki ilk adım kendini belli etmeye başladı: Acıdan korkma, konforla kafayı bozma! Birey olma saplantısı içinde olduğumuz için bencil bir yaratığa dönüştük. Bir başkasını kendimize tercih ettiğimizi hayal edelim. İşte bize sistemin dışında yapacağımız ilk eylem için bir ipucu. Sermaye? Onu başkasına verin. Kolay değil, ne dersiniz? Mutluluk? Ben istemiyorum, ötekinin mutluluğu daha önemli. Yapabiliyor muyuz? Gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyi satın almadığımız gün, hedonizm rüzgarına kapılmadığımız gün belki sistemi dışarıdan görebiliriz. Sistem mistem bu konular gereksiz konular diyorsanız afyonun pardon ayfonun yeni modeli çıkıyormuş, haberiniz var mı?

Mitoloji, Monomit ve Öykü

Kahramanın ilk işi ikincil etkilere ait dünya sahnesinden ruhun, gerçeklerin yerleşmiş olduğu şu nedensel bölgelerine geri çekilmek ve orada güçlükleri halletmek, kendi başına onların kökünü kazımak (yani, kendi yerel kültürünün yardımcı demonlarıyla çatışmak) ve bozulmamış, dolaysız deneyimi ve C.G. Jung’un “arketipsel imgeler” dediği şeyin asimilasyonunu aşmaktır.

Diyor Joseph Campbell ve devam ediyor:

Düş kişiselleştirilmiş mittir, mit kişisellikten çıkarılmış düştür; hem düş hem de mit ruhun dinamiğini genel işleyişi içinde simgeseldir.

Kahraman modern bir insan olarak ölmüştür; fakat ebedi insan -mükemmelleşmiş, belirsiz, evrensel insan- olarak yeniden doğmuştur. Öyleyse, onun ikinci önemli görevi ve amacı bizlere dönüşmüş olarak geri dönmek ve yenilenmiş yaşamdan aldığı dersi öğretmektir.(1)

Arketipler

Her şeyin birbiriyle iç içe olduğunu unutmadan dünya tarihine bakarsak, rönesans, ardından aydınlanma çağı ve kolonicilik (sömürgecilik) ile bağlantılı olarak 19.yy sonu ve 20.yy başındaki büyük etki uyandıran psikolojik çalışmalara varıyoruz. Psikoloji teorileri -moderne ait her şey gibi- neden aydınlanma çağı ve koloniciliğe bağlı olsun, kısaca açıklamaya çalışalım;

Aydınlanma çağı; kilisenin önce bölünüp sonra otoritesini yavaş yavaş kaybetmesi sonucunda doğa bilimleri alanında çalışanların, kendilerine kiliseden ve her türlü otoriteden bağımsız bir alan yaratmaları anlamına geliyordu. Aynı dönem Halikarnas Balıkçısı’nın da söylediği gibi Hellenik Çağa’a hayranlık ve romantik bir sevgi besleme çağı oldu. Üstelik ilginç olan da hıristiyanlık öncesi pagan devirlere duyulan ve hayatın her alanını kapsayan bu hayranlık, kendisini koyu birer hıristiyan olarak gören entelektüellerin de içinde olduğu bir durumdu. Bu sayede hellenik döneme gereğinden fazla kıymet verildiği görüşünü doğrulamak için “Aydınlanma” döneminden kalan her türlü sanat eserine bakılabilir. Öte yandan eski Roma ve Hellen kültürleriyle hıristiyanlığın ilk dönemleri arasındaki ilişkiye bakarak, Aydınlanma çağındaki “iyi ilişkilerin” de sebebi üzerine fikirler yürütülebilir.

Batılılara göre kolonilerden, bizim tarih metinlerimize göre sömürgelerden de bu romantik dönemi yaşamakta olan barı medeniyetine müthiş bir veri akışı doğmuştu. Sömürgelerden sadece hammadde gelmiyordu. Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’nde anlattığı gibi farklı kültür ve yaşam tarzına sahip “ilkel” insan toplulukları ile ilgili çok fazla bilgi, batılı bilgi merkezlerine geliyordu ve bunların tasnif edilmesi bile yüzyıllar sürecekti. Kendisini Hellen medeniyetinin devamı olarak görme kararlılığındaki batı medeniyeti bütün bu bilgiyi, Aydınlanma Çağı’na mahsus hellenik-avrupalı düşünüş şekline dönüştürerek günümüze kadar aktardı. Jung, Freud ve Adler gibi 20.yy’ın büyük psikoloji ekollerinin kurucularının ve takipçilerinin çalışmalarında aynı hellenik-avrupalı bakış açısını görebiliriz. Modern bakış açısının rönesans dönemindeki romantik bakış açısına göre önemli bir farkı vardı. Referans değişmemişti ama aynı mesnet noktasına göre değerlendirilecek verilerin çeşitliliği bütün gezegeni kapsıyordu. Jung, Freud ve Adler’i (ve tabii ki Campbell’i) bu bağlamda değerlendirmek lazımdır. Nitekim kökenleri son derece romantik ve şiirsel olan (anti-otoriter) bakış açısıyla kurulan ekollerin pek çoğunun teorik yetersizliği yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra konuşulmaya başlandı. Modern öğretilerin çoğu, bugün bütünüyle terkedilmemiş olsa da eski ihtişamından çok uzaktadır. Bilinçdışı kavramına yaslanılarak üretilen psikolojilerin bilimselliği de sorgulanmalıdır. Rüyalar, semboller, bilinçdışı kavramlarını kullanarak her bulguyu teorinize uygun bir yorumla konumlandırabilirsiniz.

Batı medeniyeti, yukarıda sözü geçen romantik yükseliş döneminde (belki de yükselmekte olan tüm hareketlerde olduğu gibi) kendisini haklı ve mümkün görülen tek paradigma olarak görmüştür. Halen de aynı kanıya sahip batılılar (ve batılı-olmayanlar!) mevcut. Batı medeniyetini “mutlak ve geçerli” tek medeniyet olarak görmek şeklinde ifade edince kabullenilesi bir şey gibi görünmese de pek çoklarımız aldığımız eğitim, kitle iletişim araçları sayesinde formatlanmış batılı zihinlerle düşünüyoruz. Hamasi anlamda batı-doğu polemiği zaten yıllardır yapılıyor, burada bize (öykü-senaryo yazarlarına, yazar adaylarına, entelektüellere, her daim öğrenci olanlara) düşen; reaksiyon vermek değil kanaatindeyim. Biz keşfetme safhasındayız. Keşfetmek ve kendini konumlandırmak.

Bütün dünyadan akan (antropolojik-mitolojik-tarihsel) mirastan, verilerden yola çıkılarak bir öykü anlatma sistemini deşifre etmeye çalışan Campbell’i bir mitoloji-paganizim havarisi olarak okumak yerine poetikalar bağlamında okumak daha yerinde olur diye belirtmeliyim. Campbell’de insanoğluna ait pek çok öykü bulacaksınız. Bir antoloji olarak değil öykü yazarlarına ipuçları sunan bir derleyici olarak Campbell ve ona ait monomit teorisi çok değerlidir. Hayatın sırları Campbell sonrasında da sır olarak kalmaya devam edecektir. Ama öykü yazarı zaten bu sırrın peşinde koşan insan değil midir, ulaşamayacağını bile bile… Dünyayı ve insanı tanımak için, hangi disipline bağlı kalacaksanız kalın Campbell ve Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’na göz atmak faydalı olacaktır. Kitabı ve içindeki düşünceleri yukarıdaki tartışmalar bağlamında okumak kaydıyla!

(1) Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, sf. 28-30-31, Kabalcı 2.baskı 2010

Vaktiyle bir hükümdar vardı

Ah, aldanmayı ne kadar da severiz. Cahil sanılmaktan gizlice ürker, korkarız. Ve nihayet, eninde sonunda da cahil olarak kalırız, yalnız bu cehaletimiz uzun ve çapraşık bir şekilde olmuştur.

İngilizce bir atasözü vardır: “Bana sual sorma, sana yalan söylemeyeyim” derler. Bir peri masalı dinleyen yedi yaşındaki çocuk bunu pek iyi anlar, kavrar. Masal anlatılırken de sorguya kalkışmaz. Böylece, masalın saf ve güzel sahteliği, yapmalığı, takıştırmalığı bir bebek kadar masum ve çıplak, hakikatin kendisi kadar şeffaf, kaynayan taze bir kaynak kadar duru kalır. Fakat çağdaşlarımızın bilgiç ve ağır, sakil yalanı, gerçek hüviyetini örtülü ve sarılı tutmak zorundadır. Ve herhangi bir yerde en küçük bir kandırma menfezi meydana çıkarılacak olursa, okuyucu afiflikten doğan bir nefretle yüzünü, sırtını çevirir, muharrir de gözden düşer.

Çocukken, genç iken bütün güzel tatlı şeyleri anlardık. Bir peri masalının şirin taraflarını da kendimize mahsus yanıknaz bir fen usulüyle bulur, keşfederdik. Bilgi gibi faydasız şeylere asla aldırmazdık. Biz yalnız hakikati severdik. Ve hile ve mugalatadan uzak küçük kalbimiz billurdan hakikat sarayının nerede olduğunu ve buraya nasıl ulaşacağını pek iyi bilirdi. Fakat bugün, bizden sahifelerce müşahhas deliller yazmamız isteniyor, oysaki hakikat sadece şudur: “Bir hükümdar var idi…”

Bir Çocuğun Rüyası. Ressam: Luiza Vizoli

Bir Çocuğun Rüyası. Ressam: Luiza Vizoli

Yukarıdaki satırlar Tagore‘a ait. “Vaktiyle bir hükümdar vardı” isimli masalımsı öyküsünün bir yerinde; dram, tragedya ya da komedinin işlevine dair Platon’dan, Aristo’dan bu yana süregelen tartışmalara, yaklaşımlara kendi bakış açısıyla bir ek yapıyor Hintli/Bengal yazar Tagore. Felsefi bir argüman ortaya sürmüyor hiç şüphesiz. Bilginin bizi çocukluğa ait o duruluktan çıkarıp nasıl da hakikatten uzaklaştırdığına dem vuruyor. Çok bilgisi olan ama hakikate uzak kalmayı marifet sayan bizlere…

Acıkan Taşlar, Tagore. Kırkambar Kitaplığı 2009, sf.57-58 tercüme: İbrahim Hoyi.

Kamera oyuncak değildir!

Aynı şekilde kamerayla çok oynayan yönetmen de iyi yönetmen değildir.

Neden?

Meselenin kökeninde Aristo var, evet yanlış okumadınız Aristo. Hala gündemdeki ve geçerliliğini koruyan kitabı Poetika’da anlattıkları. Tabi meseleleri Aristo’ya indirgemek de başka bir sorun, biz kamerayı oyuncak zannedenlerin anlayacağı şeyleri yazmaya çalışalım ve ifade etmiş olalım ki klasik drama yapıyorsanız, ki yapmaya çalıştığınız şey o; inkara ya da “ben kuralları yıkıyorum” havasına girmenize hiç gerek yok, reyting ya da box office için yapmayacağınız şey yok çünkü, seyircinizin izlediği dramadaki karakterlerle özdeşleşmesini istiyor olmanız gerekiyor. Ama buna rağmen ısrarla “görmemişin oğlu olmuş, tutmuş …..” atasözümüzü hatırlatırcasına olup olmadık yerde yok steadycam, yok panther, yok crane, yok jimmy-jib, yok el kamerası kullanarak kamerayı neden seyircinizin gözüne sokuyorsunuz? Sık sık görüyorum: iki oyuncu karşılıklı diyaloglarını icra ederlerken kamera hafif bir kayma hareketi yapıyor, diyalog bir onda bir diğerinde, kamera ise kendi kafasına göre hareket ediyor, durmak bilmeyen kamera yine birden kafasına göre geri dönüyor, ne diyaloglarda ne oyuncuların konumlarında ne de arkaplanda kameranın bu ani hareketinin mantığını açıklayabilecek bir tek şey yok.

Havalı bir kamera arkası için vinç şart!

Havalı bir kamera arkası için vinç şart!

Kameranın “görgüsüzce” hareket etmesinin üç gerekçesi var:

Bir: yönetmen meslektaşımızın kamerayı hareket ettirebileceği sofistike bir cihazın sette hazır ve nazır bulunması.
İki: kamera hareket ederse kıpır kıpır, dinamik bir film olur, seyircisini uyutmaz ve böylece kumandanın düğmesine dokunmak aklına gelmez.
Üç: “ne kadar kamera hareketi (ve kamera açısı), o kadar iyi yönetmen” imajı.

Üç gerekçe de saçma ve yanlış. Video klip çekiyorsanız yönetmen olarak kameranızla deneysel hareketler yapabilirsiniz. Çünkü dramatik bir anlatım oluşturmak gibi bir derdiniz olmayabilir. Ama seyirci ile dramatik senaryonuz arasında kopmaz bir bağ oluşturmak istiyorsanız, gerekmeyen her kamera hareketi o bağa zarar verir. Klasik dramada ister sahne, ister beyazperde ve ya isterse ekranda olsun, seyirci izlediğini “gerçek” kabul etmek ister. İzlediği şeyin birileri tarafından kurgulanmış, ve “-mış gibi” sahte hareketlerden oluştuğunu düşünmek istemez. Klasik drama, kendi gerçekliğini yansıtmaya çalışır ve bu gerçeklik, yaşadığımız gerçekliğin taklididir. Günlük hayatınızda kurgulanmış, bir davranışa, sadece basit bir mimik bile olsa sinir olursunuz. Kendinizi ekrandaki olayların heyecanına kaptırıp ekrandaki karakterler gibi düşünmek ve hissetmek için çabalarken, sahte ve kurgulanmış kamera hareketleri ile karşılaştığınızda, tabağınızdaki kuru fasulye tanelerinin plastik olduğunu farkettiğiniz andaki kadar sinir olursunuz. Buna yabancılaşma etkisi denir. Genel (yani çok sayıda) seyirci hedefi için hiç de istenmeyen bir durumdur.

– Klasik drama yapmak zorunda mıyız?

Tabii ki değiliz. Ama burada, reyting rakamlarına şehvet dolu gözlerle bakılan televizyon dizilerindeki ve çok seyirci hedefleyen sinema filmlerindeki kamera hareketlerini konuşuyorsak yabancılaşma etkisi gibi ana akımdan sizi uzaklaştıracak tercihleri yapamazsınız. İşin daha da tuhafı bu tercihin yabancılaşma etkisi doğuracağını bilmiyor olmak. Tuhafın da tuhafı bunun (kamera hareketlerinin) bir tercih olduğunu ve seyirciyi yakından ilgilendiriyor olduğunu bilmiyor olmak! Vincin tepesine çıkıp kamera arkası fotolarında fiyakalı görünmek mi yoksa seyircinize seyir zevki vermek mi istersiniz?

– Ama biliyoruz ve izliyoruz ki 24 ve Lost gibi dünyaca ünlü ve çok fazla izlenen TV dizilerinde hatta çoğu sinema filminde hep kamera hareketi var? Bazen kamera elde bazen de kıpır kıpır kayıp gidiyor kamera?

Öncelikle kamera hareketi hiç olmamalı demiyoruz. Gerektiği zaman olmalı diyoruz. Sadece kamera ile ilgili bir konu da değil bu. Sinemasal anlatımın bütün elemetleri için geçerli. Seyirci bu elementlerden bir tanesi farkettiği an o element görevini iyi yapmıyor demektir. Çünkü yabancılaşma etkisi uyandırıyordur. Müziği duyduğum ve farkettiğim an, “filmin müzikleri ne güzel” derim ve izlediğim şeyin bir film olduğunun ayırdındayımdır. Bu yabancılaşma etkisidir.

Tiyatro ve yabancılaştırma kavramları bir araya gelince aklımıza gelen ilk isim kuşkusuz Bertolt Brecht oluyor. Brecht Aristotelesçi Tiyatro’ya karşı geliştirdiği Epik Diyalektik Tiyatro anlayışı ile Geleneksel Tiyatro’ya karşı en güçlü anti-tezi savunmuş ve uygulamıştır.

Tiyatro ve yabancılaştırma kavramları bir araya gelince aklımıza gelen ilk isim kuşkusuz Bertolt Brecht oluyor. Brecht Aristotelesçi Tiyatro’ya karşı geliştirdiği Epik Diyalektik Tiyatro anlayışı ile Geleneksel Tiyatro’ya karşı en güçlü anti-tezi savunmuş ve uygulamıştır. Bu tez modern sinema ve TV anlatım tekniklerini de etkilemiştir.

“Adam ne güzel oynuyor, nasıl da ağlıyor, yırtınıyor” dediğim an, aktörün ekrandaki davranışlarının bir imitasyon olduğunun, bir oyun olduğunun ayırdındayımdır ve aktör aslında oyunculuk işini o an iyi yapmıyordur. Bir seyirci olarak karşımdakinin bir aktör olduğunu ve rol yaptığını görmeyecek kadar iyi (yani küçük) oyunculuk yapmasını istiyorum. Tam tersi algı o kadar güçlü ki her yer “rol kesen” ama oyunculuğun “o”sundan uzak tiplerle dolu. Oyunculuk işinin cehaleti özetle “ne kadar çok mimik o kadar iyi oyuncu” algısından öte bir şey değildir. Gelelim modern sinema ve TV ürünlerindeki kamera hareketlerine. 24 dizisinin senaryosu ile filanca yerli dizinin (mesela polisiyelerden biri) senaryosu aynı kıvamda oldukları için kamera hareketlerinin de aynı kıvamda olması gayet normal değil mi? Pöh! Kamera, polisiye dizide saniyede bir hızlı zoom-in ve zoom-out yapmalı bu bir kural olmalı, öyle mi?! Haber kamerası gibi davranırsak tempoyu artırmış mı oluruz?

Kesinlikle ilgisiz bir durum söz konusu. Kamera hareketlerini belirleyen şey senaryodan başkası değildir. Statik bir senaryoyu filme alırken kamerayla sık sık zoom-in veya zoom-out yapmak başdönmesi ve mide bulantısından başka bir şey oluşturmaz. Senaryonun gerektirmediği hızlı kamera hareketleri ya da kurgu, yabancılaşma etkisi oluşturur ve sanıldığı gibi tempoyu artırmaz. Tıpkı kamerayı bir bond çantanın içine koymak, aykırı açılardan çekim yapmanın yönetmeni iyi bir yönetmen yapmaması gibi. Ucuz Roman’da kameranın bond çantanın içinde olmasının bir anlamı vardır. Her bond çanta gördüğünüzde kamera açısını çantanın içinden vermek ise anlamsız ve saçmadır. İyi yönetmen değişik ve aykırı kamera açıları değil, doğru açılar verendir. Yabancılaşma etkisi uyandırmak ve klasik dramadan uzaklaşıp anti-drama yapılmak isteniyorsa iş değişir. Eğer deneysel işler yapmak ve ana akımın dışına çıkmak istiyorsanız kamera ile denemelere girişebilirsiniz. Yok eğer seyircinize filminizi izletmek sizin için önemliyse kamerayla fazla oynamayın, o seyircinin malıdır, sizin (yönetmenin) oyuncağınız değildir.

Her açısıyla ve hareketiyle bir anlamı seyircisine aktaran kamera bir oyuncak değildir. İyi kamera kendi varlığını unutturandır.

« Older Entries   Newer Entries »