Gol atmak ya da hamaset

1. isim Yiğitlik, kahramanlık, cesaret
Bir hamaset destanı.
2. Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak amacıyla yapılan abartılı anlatım (TDK)

Kısa yoldan zengin olmak, kısa yoldan şöhret olmak, gücü ya da başarıyı alın teriyle değil de çabuk ve zahmetsiz elde etmek… Kendisi için bir takım hayalleri olan hemen herkesin gördüğü bir rüyadır. Hayal kurmak başlangıçta mazur görülebilir. Örneğin ortaöğrenim yıllarında. Zengin, iktidar sahibi ya da meşhur biri olacağını hayal etmek çocuklar için belki gereklidir de. Ne var ki ortalıkta dolaşan başarı öyküleri çoğumuzun çocuk olarak kalmasını sağlıyor, büyümemizi engelliyor. Bir başarı öyküsü duyduğunuzda ya da okuduğunuzda başarıya giden yol çoğu kez çok kolaymış gibi anlatılır. Yenilen kazıklar, ihanetler, geri çevrilmeler, anlayışsızlıklar ve daha milyonlarca acı verici tecrübe o başarı öyküsüne sığmaz, sığıştırılsa bile bir hoşluk ya da “naif anılar demeti” gibi geçiştirilir. Şans her zaman göz önündedir. “Fırsatları değerlendirme yeteneği” hemen her zaman emek vermekten, ter dökmekten daha önemli gösterilir. Başarı öykülerinin altında, örneğin şöyle tavsiyelere rastlanmaz: “yeteneğinizi geliştirmek ve bir konuda iyi olduğunuzu başkalarına ispatlamak için yıllarınızı hatta on yıllarınızı; sonuç beklemeden, iltifat övgü beklemeden, aşağılanarak, hakarete uğrayarak, parasız kalarak, sevdiklerinizi üzerek geçirmeye hazır olun” Bir pop-star olmak istiyorsanız bile pop-star olma sürecinizin bal-kaymak olacağını bilemezsiniz. Birileri size bu acıları çekmeden yeteneklisin ya da değilsin de diyemez. Bir hayaliniz varsa uyanıklıkla, çabuk ve kolay cevaplar alamayacağınız bir durumdasınız demektir. Bedel ödemeden başarılı olacağınızı size kim öğrettiyse onu bulup hesap sormalısınız. Muhtemelen size bunu öğreten yine kendinizsiniz. Pop-star olmayı bırakın kitlelere faydalı bir birey olmak istiyorsanız hem sürecinizin hem de sonuçların göz kamaştırıcı zaferlerle dolu olacağını garanti edemezsiniz. “Acaba yetenekli miyim?” diye kendi kendinize sorduğunuzda cevabınızı şu soruda arayın: “Hiç bir alkış, kazanım, ödül, başarı elde edemeden yıllar, on yıllar geçirdiğim halde hala aynı hayalin peşinde koşabilecek miyim?” Hobilerden değil yaşam tarzınızdan bahsediyorum. Kırk yıl boyunca pul biriktirmeniz değil konu. Müteahhitlik yapabileceğiniz halde kitap yazıyorsanız, birinden birini tercih etme arefesindeyseniz…

Modern insana en çok reklamı yapılan ürün; başarı!

Modern insana en çok reklamı yapılan ürün; başarı!

Hamasi söylemleri ve gol atanları gördükçe sonuçlardan başka bir şey göremeyen gözlere sahip olabilirsiniz. Bir bebeğin doğması, büyüyüp adam olması için annesinin aylarca, yıllarca eziyet çektiğini düşünmezsiniz. Size göre bebek doğacak ve hemen başarıdan başarıya koşan bir Einstein olacaktır. Modern insana en çok reklamı yapılan ürün; başarı… Bu yazıdan “başarı kötüdür” dediğimi zannedenler de çıkacaktır, ama tersine ben şunu söylüyorum; başarı geldiğinde hazır olmayanlar için başarı kötü olabilir. Hazır olmanın sırrı da başarıya götüren süreçte saklı. Gidilecek yer kadar yolculuk şekli de önemli. Kendi kalenizin önündeyken tek vuruşla rakip kaleye gol atmanın şıklığı büyüleyicidir. Sizi bir star yapar. Flaşlar üzerinizde patlar. Oturup şunu hesaplayın o halde: Yıllarını harcayıp Messi olmak mı daha kolay yoksa o ölümcül vuruşu yapıp tek vuruşla gol atmak mı? Hangisi gerçek başarıdır? Hangisi sonuçtur hangisi süreçtir?

Bilimkurgu ne güzel şeydir

Şunu bir düşünün: Bizim için alelade olan şeyler, bir karınca için ne muazzamdır! Örneğin ailenizle geçirdiğiniz neşeli bir piknik sonrasında arkanızda bıraktığınız çer çöp, tabiatın o bölgesinde yaşayan karıncalar için sıradanlığı ne denli bozar, şöyle bir hayal edin. Her gün alışageldiği üzere gidip geldiği ve besin taşıdığı yol üzerinde bir kola kutusu, içinden sızan şekerli gazlı bir sıvı… Kutunun rengi, biçimi, sıcaklığı, kokusu, kutuya dair her şey, o üç beş metrekarelik tabiat parçasında belirgin bir sapma oluşturur. Pipet, meyve artıkları, yırtılmış ve uçuşan gazete kağıtları, belki bir izmarit, piknik tüpünün ıslak çim ve toprak üzerinde bıraktığı doğal olmayacak kadar kusursuz yay şekli… Bizim çevre kirliliği dediğimiz, dikkatsiz bir ailenin pikniğinden arta kalanlar; karıncanın hayatında inanılmaz bir deneyim olacaktır. Asıl şimdi şunu dinleyin: Ya eğer dünya dışı uygarlıklar da o dikkatsiz aile gibi dünyamıza gelip, bu mavi gezegendeki karınca-benzeri yaratıkları umursamadan sağa sola dikkatsizce saçtıkları artıklarını arkalarında bırakıp gitselerdi ne olurdu?

"Bölge"

“Bölge”

Hiç alışık olmadığımız türden saçmalıklarla başetmek ve neler olup bittiğini anlamak için deliler gibi kafa yoracaktık. İşte iyi bilimkurgu böylesine heyecan verici fikirler anlamına gelir. Gündelik hayattan seçilerek hayalgücünün eline düşen alelade bir gözlem ve iyi bilimkurgu yazarının elinde aldığı inanılmaz hal. Bu hikayede asıl heyecan verici olan soru şudur: İnsandan daha zeki ne demektir? Mantığımızın ötesinde ve ondan daha üstün bir şeyle karşılaşsak ne yapardık? (1) Foucault’un sorduğu gibi: Neyi düşünmek imkansızdır ve hangi imkansızlık sözkonusudur?

Şunu da dinleyin: Güneşimizin evrende tek başına bir yıldız olması nadir rastlanan bir durumdur. Yapılan gözlemlerden elde edilen sonuca göre yıldızlar genellikle iki, üç hatta daha fazla yıldızdan oluşan gruplar halinde yaratılmışlardır. Örneğin güneşimize (dolayısıyla bize) en yakın yıldız sistemi birbirleri etrafında dönen, birbirlerine göre konumları periyodik olarak değişen üç yıldızdan oluşan bir sistemdir: Proxima, Alfa ve Beta Centauri yıldızları sadece güney yarıküreden gözlemlenebilir. Sıkı durun heyecan verici bir başka bilimkurgu fikri geliyor: Bizim tek güneşimiz (yıldızımız) var. Bu yüzden dünyanın kendi etrafındaki dönüşü bize birbirine eş gece ve gündüzü veriyor. İnsanlar olarak binlerce yıldır alıştığımız, kanıksadığımız bir olay, bir sonuç. Ya eğer dünyamız, Proxima, Alfa ve Beta Centauri sistemi gibi üçlü bir yıldız sisteminde yaratılmış olsaydı? Bu üç tane güneşimiz olacağı anlamına gelirdi. Tıpkı Tatooine’de günbatımını seyre dalan Luke gibi hissedecektik. Gökyüzünde her daim en az bir güneş olacağı için gezegenimiz büyük ihtimalle bir çöl gezegeni olacaktı. Tıpkı Tatooine gibi. Ama durun! Bitmedi! Asıl şu fikre bir bakın! Üçlü yıldız sisteminde her yıldız birbirlerine göre periyodik hareketlerini yaparlarken üç güneşin birden gezegenin bir tarafında toplanması çok nadir gerçekleşen bir doğa olayı olacaktı, yani üzerinde hiç güneş batmayan gezegenin geceleri belki binlerce yılda bir kez gerçekleşecekti. Bilimkurgu yazarı bu noktada şunu yazdı: Gecenin ne olduğunu bilmeyen altı güneşli gezegenin insanları için gece, korkunç bir şey olsa gerektir! Binlerce yılda bir kez gerçekleşen gece, belki de bütün gezegendeki insanları çıldırtacak kadar tahrip edici psikolojik etkilere sahip olacaktır. Belki de böyle bir gezegende uygarlık geceden geceye yaşanan uzun gündüzlerde var olacak, gece olunca yeni bir yıkım uygarlık sayacını sıfırlayacaktır… (2)

Tatooine'e ilham olan fikir

Tatooine’e ilham olan fikir

Bu iki örnek gibi, çok iyi düşünülmüş ve yazılmış o kadar güzel örnekler var ki… Bakın Theodore Sturgeon ne diyor: “İyi bilimkurgu iyi romandır. Bu, sıradan okuyucudan ciddi eleştirmene kadar herkes; bilimkurguyu uzay giysileri içindeki ışın tabancalı kahramanların metal sütyenli kızları pörtlek gözlü canavarların saldırılarından korudukları bilimkurgudan ibaret sanmaktan vazgeçene dek, tekrarlanması gereken bir önermedir.”

Arthur C. Clarke, Ray Bradbury, Philip K. Dick, Stanislaw Lem, J.G. Ballard, Isaac Asimov…

(1) Пикник на обочине – Арка́дий Бори́с Струга́цкий (Uzayda Piknik – Arkadi ve Boris Strugatski) Bu roman aynı zamanda senaryosunu Strugatski Kardeşler’in yazdığı Andrei Tarkovsky’nin Stalker isimli filmine ilham kaynağı olmuştur.
(2) Nightfall – Isaac Asimov. 1941 tarihli bu öykü Asimov’a en saygın bilimkurgu ödülü olan Nebula Ödülü’nü kazandırmıştır.

Las Meninas ve mimetik teori

Las Meninas (Nedimeler) - Diego Velázquez

Las Meninas (Nedimeler) – Diego Velázquez

Sevilla’lı ressam Diego Velázquez’in “Nedimeler” Las Meninas isimli tablosu pek çok kişi tarafından bütün zamanların en ilginç resmi kabul ediliyor. Bu tablo belki de sanat eseri ile seyircisi arasındaki sınırları yıkmaya yönelik bugüne dek yapılmış en başarılı iş. Klasik yaklaşıma göre seyirci ile sanat eseri arasında kesin bir ayrım vardır. Sanatçı eserini ortaya koyar ve seyircisi de eseri müşahede eder. Taklit ile gerçek arasındaki sınırın kesinliğidir sözkonusu olan. Bir resim, gerçek dünyanın taklidi olarak tuvale dökülür, bir oyun gerçek dünyanın bir benzeri olarak sahneye konur, bir heykel gerçek nesne ya da kişinin bir benzeri olarak mermer bloklardan yontulur. Michaelangelo’nun meşhur heykeli Musa’yı bitirdikten sonra karşısına geçip taklidin muhteşemliği karşısında huşu ile “Ey Musa konuşsana, neden konuşmuyorsun?” diye haykırdığı rivayet edilir. Bir aktör gerçek bir insan gibi ağlar, sevinir… Klasik tragedya ya da komedide seyircilerin tiyatro sahnesine çıkıp oyuna dahil oldukları görülmez.

Klasik ve mimetik sanatlar ana akım sanatlar olarak günümüzde de yaşarlar. Zaman zaman farklı sanat akımlarından izler taşırlar, etkilenirler ama çoğunluğa hitap eden sanat eserleri hep mimetik teoriyle barışıktır. Belki de bu, anti-mimesis çabalarının, sanat eserinin özüne değil de sanatçının niyetine ve dünya görüşüne bağlı olmasındandır. György Lukács’ın dediği gibi hal böyle olunca üslup da biçimsel bir kategori olmaktan çıkar. İçerik bir adım öne çıkar ve biçimi belirler.(1) Anti-mimesis, adı üstünde mimesisin anti’sidir, ontolojik sırada bir adım geride kalmaya mahkumdur.

Velasquez’in Las Meninas’ı seyirci ile eser arasındaki sınıra en çarpıcı saldırıdır. Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında sayfalarca Las Meninas üzerine tartışır. Ressamın durduğu yer neresidir, resimde seyirciye (yani bize) sırtını gösteren resim aynı zamanda bakmakta olduğumuz resim midir, biz aslında karşı duvardaki aynadan yansıyan kral ve kraliçenin yanında mı durmaktayız ve daha pek çok girdap bu tablonun seyircilerini beklemektedir. Kim ne derse desin, Las Meninas üzerine istendiği kadar farklı teoriler üretilsin kesin olan bir şey vardır. Bu da tablonun tartışmasız en büyük sürprizidir: Resim ile seyircisi (yani biz) iç içedir. Mimetik sınır ihlal edilmiştir.

“Ressam bakışlarını bize ancak, bizim onun modelinin yerinde bulunduğumuz ölçüde yöneltmektedir. Biz seyirciler fazlalığızdır. Bu bakış tarafından kabul edilen bizler, onun tarafından kovulmakta, bizden önce burada bulunmuş olan tarafından ikame edilmekteyizdir: bizzat modelin kendisi tarafından. Fakat bunun tersine, ressamın tablonun dışında, ve onun karşısına düşen boşluğa yönelen bakışı, ona seyircilerden gelen (bakışlar) kadar modeli kabul etmektedir: bu belirgin ama kayıtsız yerde, bakan ve bakılan sürekli alışveriş halindedir. Hiçbir bakış, kararlı veya daha doğrusu, tuvali diklemesine delen bakışın yansız izinin içinde değildir; özne ve nesne, seyirci ve model rollerini sonsuza kadar tersyüz etmektedir… Görülen miyiz gören miyiz?…”(2)

Mutsuz Kral, huysuz işveren mi?

Velasquez tablosu etrafında dönen bütün bu tartışmalardan haberdar olsaydı ne düşünürdü, bilemiyoruz. Belki de tüm hikaye, resmin yapıldığı yıl olan 1656’da yedinci yılına giren evliliğinden hala bir erkek varis doğmadığı için mutsuz bir kral olan Philip’in(3), tabloda belli belirsiz ve bulanık resmedilmiş huysuz bir işveren olarak, sanatçısının karşısına her gün yeni ve saçma isteklerle çıkmasından ibaretttir. Örneğin Kral, ödemeyi geciktirmek için her gün yeni bir kişinin daha tabloda olmasını istemiştir. Ve ödeme alma ümidini hiç kaybetmeyen Velasquez belki tabloda boşluk gördüğü yere yeni birilerini koymuş ve müşteriyi memnun etmek istemiştir.

Bu komik senaryo gerçek olsa da olmasa da, Velasquez’in Las Meninas’ı, resim sanatının imkanlarını göstermesi açısından çok önemlidir. Tablo edilgen değildir. Gerçek dediğimiz şey, tuvalin yüzeyi için geçişkendir. Las Meninas karşısındaki seyirci edilgen olamaz. Üretim sürecinin bir parçasıdır.

(1) György Lukács, The Meaning of Contemporary Realism, sf.17. Türkçeye çeviren Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, Küre Yayınları, sf.725.
(2) Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, sf. 29-30, Türkçeye çeviren Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi.
(3) What Great Paintings Say, cilt II, sf.418, Rose-Marie & Rainer Hagen, Taschen.

Zoraki Kral (King’s Speech) Filminin arketipik bir analizi

Zoraki Kral

Zoraki Kral

Öncelikle filmin yaratıcı fikri, belki de gerçek hayattan alındığı için gerçeğin kurmacaya üstünlüğünü bir kez daha ispatlamak istercesine bulunabilecek en yalın yaratıcı fikirlerden biri. Kendi adıma Zoraki Kral filminin yaratıcı fikrinin sadece iki kelimeyle ifade edilebileceğini düşünüyorum: Kral, kekeme. Çok sayıda çatışma ve mücadele vaadeden dikkat çekici bir fikir. Bir kral konuşma yapmak zorunda illa ki kalacaktır. Ama düşünün ki tam da Kekeme Kral’ın ülkesinin başına geçmesiyle II.Dünya Savaşı patlak verir. Ateşli savaş konuşmaları yapmak kaçınılmazdır. Kekeme Kral’ın dünyadaki rakibi ise hitabeti ile dinleyenleri hipnotize edecek kadar güçlü bir hatiptir (Hitler). Bu güçlü hatibin karşısında kekeme bir kral olmak bir senaristin aklına gelemeyecek kadar gerçek ve güçlü bir çatışma…

Bertie (asıl adı Albert Frederick Arthur George), Avustralyalı kariyeri olmayan bir adamın (Lionel Logue) “unorthodox” yöntemleri ile konuşma güçlüğünü yenmede çok büyük bir aşama kaydedecektir. Her iki karakter de filmin başındaki hallerine göre filmin sonunda daha olgun bir karaktere dönüşmektedirler.

Filmin Başında:
Bertie: Kekemeliğinin kökenlerine eğilip korkularıyla yüzleşmektense fiziksel sorunu için yüzeysel çareler arayan ve kendisine yardımcı olmak isteyen Lionel’e ısrarla resmi hitap şekilleriyle hitap etmekte ve her fırsatta sosyal statülere uygun davranmaktadır. Kekemeliğinin hem sebebi hem de sonucu olarak çok büyük korkuları olan bir karakterdir.
Lionel: Öğrencisinin kimliğini yani statüsünü hiçe sayarak arketipinin gereği, manuplatif, yöntemlerini amacından üstün gören olgunlaşmamış bir davranış şeklini benimsemektedir. Uzmanlık alanında resmiyette tescil edilmiş kariyeri olmadığı halde kariyeri varmış gibi davranmaktadır. Öte yandan karşısındaki prense, kraliyet varisine ısrarla ilk adıyla hitap etmektedir: Bertie.

Filmin Sonunda:
Bertie: Karakterlerin olgunlaşmalarını karşılıklı olarak son derece net ve sade bir şekilde ifade ettikleri karşılıklı diyalog her şeyi anlatmaktadır. Kral, radyo konuşmasını beklenmedik bir başarıyla tamamladıktan sonra şükran hisleriyle elini Lionel’e uzatır ve ilk adıyla hitap eder. Kral artık korkularıyla yüzleşmiştir ve seyirciyi ajite etmeden korkularını ve kekemeliği yenme hususunda çok büyük bir aşama katetmiştir.
Lionel: Kral’a kral gibi davranmayı öğrenmiş ve kendine legal bir statü ve kariyer edinmeyi (şovalye) ister hale gelmiştir. Finaldeki el sıkışma sahnesinde o da krala (film boyunca ilk kez) “Majeste” şeklinde hitap edecektir.

Bertie, arketipinin ne olduğuna dair ipucunu kendi ağzından ifade edecektir. “Ben bir deniz subayıyım, kral değil”. Yani; Zoraki Kral filmi, bir gölge savaşçı (korkak) ile bir manuplatör büyücünün olgun erkeklik güçlerini, düşe kalka, çatışa çatışa birleştirerek birlikte olgunlaşmalarının hikayesidir.

Arketip; tanımı gereği, dinamik bir insanlık sürecini ifade eden bir terimdir. Bu dinamizmin yönü klasik dramada olgunlaşma olarak tanımlanmıştır.

"Ölümcül korkularım var!"

“Ölümcül korkularım var!”

Pixar’dan senaryo yazarlarına öneriler

For the Birds – 2000

Aşikar olan bir şey varsa o da şu; Pixar, sadece bilgisayar animasyon konusunda başarılı bir firma olsaydı bu kadar popüler olamazdı. Hemen her Pixar filmi teknik anlamda kusursuza yakın senaryolara sahiptir. Pixar kendine has alanı dışında aynı zamanda çok iyi bir hikaye anlatıcısı olduğu için bütün dünyada kabul görmüş ve sevilmiştir. Örneğin Up filminin ilk on dakikası, Pixar’ın hikaye anlatıcısı olarak başardığı şeyleri çabucak görmek isteyenler için ideal bir örnek. Toy Story ya da Wall*E filmlerindeki karakterler kadar yaşayan karakterlere canlı kanlı oyuncuların ter döktüğü filmlerde bile çok az rastlayabiliyoruz. Pixar’dan “sızan” bir kısım yazarlık tavsiyeleri şunlar:

1- Karakterlerinizi, onların  yapıp ettiklerinden daha çok sevin.
2- Bir seyirci olarak size ilginç gelen şeyleri aklınızda tutun. Bir yazar olarak eğlenceli gelenleri değil. Bu ikisi farklı şeyler olabilir.
3- Yazarken bir tema üzerinde çalışmak önemlidir ama, sona gelene kadar hikayenin asıl konusunu göremeyeceksiniz. Yeniden yazmaya üşenme!

Ratatouille – 2007

4- Bir zamanlar bir — varmış. Her gün —. Bir gün —. Bu yüzden —. Ta ki —.
5- Basitleştir. Odaklan. Karakterleri bir araya getir. Engelleri aşsınlar. Önemli şeyleri yitiriyormuş gibi hissedebilirsiniz ama sizi özgür kılacaktır.
6- Karakteriniz hangi konuda iyi, hangi konuda kendini iyi hissediyor? Tam tersi şeyleri önüne koyun. Bakalım nasıl mücadele edecek.
7- Hikayenin ortasından önce sonunu yazın. Sonlar zordur, her şeyi altüst edebilir.
8- Hikayenizi bitirin. Ancak ideal dünyada hem bitirip hem de mutlu olursunuz. O yüzden iyisi mi bitirin. Gelecek sefere daha iyisini yazarsınız.
9- Tıkandığınız zaman olmaması gerekenlerin bir listesini yapın. Tıkanıklığı aşacak şeyler çoğunlukla bu şekilde gün yüzüne çıkar.

Toy Story – 1995

10- Sevdiğiniz hikayeleri bir kenara ayırın. Sevdiğiniz şeyler sizden bir parçadır. Kullanmadan önce onlara söz hakkı vermiş olursunuz.
11- Kağıda dökerseniz düzeltmeye başlayabilirsiniz. Eğer kağıda dökülmez de kafanızda kalırsa, mükemmel bir fikri kimseyle paylaşmamış olursunuz.
12- Aklınıza ilk gelen fikri gözden çıkarın. Sonra arkasından gelen, aşikar olanları da… Kendinizi şaşırtın.
13- Karakterlerinize kanaatler verin. Yazarken edilgenlik ve uysallık sevimli görünse de seyirciyi bunaltır.
14- Neden bu hikayeyi anlatmaya mecbursunuz? Sizi buna sürükleyen şey nedir? İşin aslı budur.
15- Karakterlerinizden biri olsaydınız nasıl hissederdiniz? Dürüstlük inanılmaz durumların kabullenilmesine yarar.
16- Hedefte neler var? Karaktere temel bir amaç verin. Eğer başaramazsa neler olur? Zıtlarını da düşünün ve sıralayın.
17- Çalışmalarınız boşa gitmez. Eğer şimdi işe yaramazsa belki sonra yarar. Çabalamaya devam etmekte fayda var.
18- Huzursuz eden ve en iyi olduğun şeyler arasındaki farkı bilecek kadar kendinizi tanımalısınız. Yazar için hikaye; sınavdır, güzelleşme değildir.

Up – 2009

19- Karakterlerinizin başını belaya sokan rastlantılar güzeldir, ama onları beladan kurtaranlar hilekarlıktır.
20- Ödev: Sevmediğiniz bir filmin yapıtaşlarını yokedin. Sonrasında seveceğiniz şekilde filmi nasıl düzenleyeceğinize bakın.
21- Karakterlerinizi ya da durumlarını tanımlamak zorundasınız. Şıp diye “süper” bir senaryo yazabileceğinizi düşünmeyin. Ne yapmalısınız ki yazdıklarınız süper olsun?
22- Hikayenin özü nedir? En kısa haliyle ifade et! Eğer başarabilirseniz artık yazmaya başlayabilirsiniz. (*)

Yaratıcı yazarlığın kuralları olmaz. İster Pixar ister başka önemli bir kaynaktan gelsin herhangi bir tavsiyeyi kural olarak görmek, ezbercilik olur, hata olur. Ne var ki yukarıda sıralanan tavsiyelerin her senaryo yazarının faydalanabileceği türden tavsiyeler olduğu da tartışılmaz. Özellikle yalın düşünebilme becerisine vurgu yapan tavsiyelere dikkat çekmek isterim.

For the Birds – 2000

(*)The 22 rules of storytelling according to Pixar

Bilim nedir?

1- Upanişadlar.
Milattan önce 800 yıllarında Vedik Hinduizm; rahiplerinin ritüeller üzerindeki yoğun bilgisine çok bağımlı hale gelmesi sonucunda ruhani duyguların daha bireysel bir versiyonu tarafından sorgulanır hale geldi. Bu yükselen bakış açısı Upanişad’lar adı verilen bir dizi dini metinde ifade ediliyordu. Upanişad’lar; Atman adını verdikleri sonsuz, değişimsiz bir Öz’ün varlığını öneriyordu. Bu özün varlığının, bir postula bir aksiyom olarak kabul edilmesi gerekiyordu. Bu derin ve değişmez ruh ya da benlik, zamandan bağımsızdı ve bu dünyanın kurallarıyla sınırlı değildi. Bu evrene kısılıp kalmamıştı. Upanişadlarda bu kararsız, değişken ve durmaksızın dalgalanan evrendeki, bu anlamda evrenin karşıtı, değişmez bir varlığa duyulan ihtiyacın karşılığı Atman’dı.

Bilim nedir?

2- Tegayyür:
a- Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak.
b- 1. Değişme, başkalaşma 2. Bozularak değişme. (Misalli Büyük Türkçe Sözlük)

3- Kavranan tüm bilgiyi birleştirme şiddetli arzusu atalarımızdan miras kalmış. En yüksek öğrenim kurumlarına verilen bir çok ad bize, ilk çağdan beri ve bir çok yüzyıl boyunca sadece bir tek evrensel görüşün itibar gördüğünü hatırlatıyor.(1) Ama son yüz küsur yıl süresince çeşitli bilgi dallarının hem enine hem derinliğine yayılması bizi ne olduğu belirsiz bir ikilemle karşılaştırıyor. Açıkca hissediyoruz ki bütün bilinenlerin toplu bir özetini bir araya getirmek için elverişli materyali elde etmeye ancak şimdi başlıyoruz. (Erwin Schrödinger, What is life. Önsözden alıntı…)

4- Her Şeyin Teorisi (Kuramı):
Her şeyin kuramı (HŞK), bilinen tüm fizik fenomenlerini bağlayan, onları tümüyle açıklayan ve yürütülen herhangi bir deneyin sonucunu prensipte tahmin edebilen teorik fizikte farazi bir teoridir. Kuram; kuvvetli etkileşim, elektromagnetik etkileşim, zayıf etkileşim ve kütle çekim etkileşimi olmak üzere dört temel etkileşimden hareket ederek bu etkileşimler için gerekli olan değiş tokuş bozonlarını da her bir etkileşim türü için farklı özellikleri ile söz konusu sınıflandırmaya dahil eden standart modelin aslında ortak bir çatı altında toplanabileceği fikrinden yola çıkmıştır.

(1): Üniversite kelimesi üzerinde anlam araştırması yapıyor. GY.

Yönetmen Yardımcısı, Kamera Arkası

Bir sinema ya da TV filminin çekimleri seyircinin izlediği gibi hızlı, eğlenceli ve kolay değildir. Bazen, çok sayıda film insanı, bütün bir gün boyunca sadece bir kaç dakikalık görüntü elde etmek için uğraşırlar. Bazen o bile gerçekleşmeyebilir. Kameranın arkasında çoğunukla bir karmaşa ve koşuşturmaca hakimdir. Çekimler senaryodaki sırada yapılmaz. Sözgelimi 3. ve 85. sahnelerde aynı mekanda çekim yapılacaksa, bütün ekip hazır mekana girmişken o mekandaki bütün işler bitirilir. Bu da senaryodaki kronolojinin bozulması, ve doğal olarak korkunç bir karmaşa demektir. Ama neyse ki film insanları içinde bazıları vardır ki onların görevi bu karmaşayı yöneterek senaryoda tek bir sahne dahi atlamadan çekimlerin tamamlanmasını sağlamaktır. Bu kişi yönetmen değildir. Seti ve ekibi yönetmen ve aktörlere hazırlayan ekiplerin organizasyonu yönetmen yardımcısının görevidir. Yönetmen yardımcısı olabilmek için bazı şartlar vardır. Aşağıda yönetmen yardımcısı olma cesaretiniz varsa gereken şartlar… Ve sonrasında da olduktan sonra yapmanız gerekenler listelenmiştir.

Akbaba’nın Üç Günü, yönetmen Sydney Pollack

Önşartlar:

– Analitik bir zihin ve keskin bir organizasyon zekası.
– Görsel detayları ayırt edebilen ve farklı sesleri duyabilen keskin duyular.
– Ortam gerginken ve hızlı davranmak gerekiyorken özgüven içinde iş görebilme ve stres altında sakinliğini koruyabilme.
– Çekim takviminin uzun iş günü ve gecelerinde yüksek düzeyde enerjiyle çalışabilme ve bunu sürekli kılma.
– Şartlar önceki iş deneyimlerinize benzemediği ve eğitiminizle örtüşmediği durumlarda doğaçlama yapabilme yeteneği.
– Olumlu bir kişilik, yapıcı tavırlar, pozitif enerji.
– Zor şartlarda, çoğu zaman ayaküstü, hızlı ve doğru, okunaklı not alabilme, yazı yazabilme kabiliyeti.
– Temel aritmetik yeteneği, belli bir ölçüde kafadan temel hesapları yapabilme.
– Sette konuşulan dile hakimiyet.

Şartlar:

– Devamlılık raporları oluşturabilmek için senaryo okumada ve analiz etmede uzmanlık ve tecrübe.
– Senaryo (sinema ve tv için ayrı ayrı) türleri ve yapısı hakkında bilgi. Bunun için çok sayıda senaryo okumuş olmak ve senaryo yapısını iyice öğrenmiş olmak gerekmektedir. Kimi zaman sette doğaçlama gelişen durumlar olabilir, bu durumda notlarınızı, senaryonun uygulanan halini kusursuz olarak kağıda geçirmeniz gerekecektir. Özellikle kimi yönetmenlerin setteki tutumu değişkenlik gösteriyor olabilir. Örneğin çekim öncesi bir prova sırasında mevcut senaryodan farklı bir senaryo üzerinde anlaşılmış ve çekiliyor olabilir. Bu durumda olan biteni kayda geçirmesi gereken kişi sizsiniz.
– Kamera hareketlerine ve ölçeklerine hakim olma, kurgu aşamasını hesaba katarak çekimler sırasında dikkatin kameradan kopmaması.
– Oyuncuların çekim öncesi çalışmaları için prova ve standart oyuncu hazırlığı bilgisi.
– Çekim sırasında işin süresi ve çekilen görüntülerin kurgu sonrasındaki zamanları konusunda bilgi sahibi olabilme ve hesap yeteneği.

Faydalanılan kaynak: Script supervising and film continuity – Pat Miller, 2nd edition, Focal Press.

Modernlik Patlaması

Sömürgecilikten bu yana, farklı olanı ve “öteki”ni yok etmiş olan Batı, artık “aynı”nın aynasında, kendi kendinden üreyen ve türeyen cinsiyet ve zihniyetleriyle birbirinin kopyası olan bireylerin dünyasıdır. Artık “öteki cehennemi”nde değil, kendi cehenneminde yaşayan bu insanın bir diğerinde keşfedebileceği hiçbir şey kalmamıştır; çekici tek şey nesnelerdir…(*)

Politik özgürleşme, cinsel özgürleşme, üretici güçlerin özgürleşmesi, yıkıcı güçlerin özgürleşmesi, kadının, çocuğun, bilinçdışı itkilerin özgürleşmesi, sanatın özgürleşmesi: tüm temsil ve karşıtemsil modellerinin özgürleşmesi… Nesne, göstrege, ileti, ideoloji ve zevklere ilişkin her türlü sanal üretim ve aşırı üretim yollarını katettik. Şimdi her şey özgür, kartlar açıldı ve hep birlikte asıl sorunla karşı karşıyayız: şimdi ne yapacağız?

Artık hiçbir şey yok olmuyor; hızla çoğalarak, sirayet ederek, doygunluk ve şeffaflık yoluyla, bitkinlik ve kökü kazınma yoluyla, simülasyon salgını ve ikincil varoluş olan simülasyona aktarılma yoluyla yok oluyor her şey. Artık ölümcül bir yok olma biçimi değil, fraktal bir dağılma biçimi var.

Bu güçlü cümleler Baudrillard’a ait.(**) Post kolonyal dünya, küresel dünya, kendini tek ve alternatifsiz gören Batı, Batı’yı tek ve alternatifsiz gören koloniler, kolonilerdeki adacıklarında yaşayan aydınlanmacı-modern ama nasıl oluyorsa aynı anda da batı karşıtı şapşallar. Hepsi bu fraktal yapı içinde sanal düşmanlar üretip var olma savaşı veriyorlar. Yine Baudrillard’dan ödünç alalım o zaman terimi: kendi simülasyonunuzda yaşamaya devam edin. Her yeriniz lahana tarlası olmuş, her öğünde bayıla bayıla lahana yiyor ama devamlı lahanaya küfrediyorsunuz. Şunu bilin yeter: siz ezik ve köleliği kabullenmiş, efendisine “sahip” diyen ama kendini efendi zanneden kölelersiniz.

(*) Tablo; Francis Picabia: Hera, 1929
(**) Kötülüğün Şeffaflığı, Jean Baudrillard, Ayrıntı, 4.basım 2010

Storyboard nedir, neden ihtiyaç duyulur?

Storyboard (türkçesi hikaye-çizelgesi, hikaye-panosu ya da bir benzeri tamlama olabilirdi); bir filmin, bir çizgi filmin, bir animasyonun, bir motion graphic’in (hareketli yazı ya da şekil animasyonu) ya da bir interaktif sunum ya da prezentasyonun, üretim aşamasına geçmeden önce görsel taslağının çıkartılması, iş bitmeden önce kağıt üstünde bir hayal olan hikayesinin görsel olarak gözde canlandırılması maksadıyla üretilmiş çizgi roman benzeri, ancak teknik ve açıklayıcı figürlerle donatılmış çizimlere verilen isimdir.

Storyboard sanatçısı David Lowery tarafından çizilmiş Jurassic Park storyboard’undan bir sayfa.

Storyboard tanımı gereği; film ekiplerinin göreceği, özellikle çekimi zor sahnelerde işine yarayan bir malzemedir. Yapımın bitmiş halini gözde canlandırmakla birlikte yapım sırasında oluşabilecek sorunların önceden farkedilmesine de yarar. Bu demektir ki sadece artistik gayelere hizmet etmez, yapımın finans vs. gibi boyutlarıyla ilgili yapımcı için de önemlidir. Örneğin bol patlamalı bir sahne hayal edin. Ya da yalnızca bir kez çekme şansınız olan herhangi bir sahne olsun. İşinizi şansa bırakmak istemezsiniz. Çekimler bitip de kurgu masasına oturduğunuzda eksik kalan planlar görmek istemiyorsanız, ya da örneğin çekimler sırasında “keşke arkaplandaki dekorun boyunu 2 metre değil de 4 metre yapsaymışız” gibi cümleler kurmak istemiyorsanız storyboard’a ihtiyacınız olacaktır. Kameranın; planın geçtiği mekandaki yeri (açı + konum), kameranın plan içinde (varsa) hareketi, kameranın çekim ölçeği, oyuncuların plan içindeki hareketleri bir storyboard’da olmazsa olmazlardır.

Storyboard, çizgi roman olarak okunsun diye çizilmediği halde özellikle Jurassic Park’ın her karesi sanat eseri storyboardlarının medyaya servis edilmesinden sonra kendisini “Jurassic Park’ın kamera arkasındakiler kadar” profesyonel hissetmek isteyen film yapımcılarının -amatörlerin- çok daha sık dile getirdiği bir ihtiyaç haline geldi. Zaten o noktadan sonra kafalar da karışmaya başladı: “İyi ama storyboard çizeri planlara bölme işini ve açıları önceden çizip film ekibinin eline veriyorsa yönetmene ne gerek var? Bir yönetmen olarak elimizdeki Marvel tadındaki storyboardlarla kendimizi profesyonel hissedelim derken sanatımızı icra edebileceğimiz nadir durumlardan birinde illüstratör arkadaşa teslim olmadık mı yani?” Gel çık işin içinden çıkabilirsen.

Velhasıl, storyboard kendinizi “profesyonel” hissetmeniz için değildir. O teknik bir çalışmadır, tablo gibi olup da işe yaramamasındansa çöpten adamlarla çizilip işe yaraması daha önemlidir. Buraya tıklarsanız Roman Polanski’nin Pirates filminin storyboard’unu pdf formatında indirebilirsiniz. Burada da basitleştirilmiş hali ve örnekleriyle storyboard çizimine dair başlangıç niteliğinde, ingilizce bir doküman var.

İğneler Burnu

Kayalara çarpan dalgalar bembeyaz köpükler halinde metrelerce yükseliyor. Rüzgar öylesine kuvvetli ki uğultusundan başka bir şey duyabilmek neredeyse imkansız. Önümde uzanan derin sular, sanki kıyıdaki kayaları aşıp toprakla tanışmak, dağlara tırmanmak istiyor. Ufuk çizgisi boyunca sadece okyanus uzanıyor, ne bir ada ne başka bir kara parçası… Yaklaşık dört bin kilometre boyunca bir ada bile yok. Sadece okyanus. Balinaların dünyası.

Dünya üzerindeki yerimiz hakkındaki bilgilerimiz eğitim hayatımız boyunca bize öğretilen harita bilgileri ile oluştu. Harita deyince ülkemizin şekli belki akdeniz ve çevresi ve gittikçe flulaşan bir şekilde dünyanın geri kalanı… Şimdi şu haritaya dikkatlice bakın:

Cape L’Agulhas: Dünya’ya tersten bakmak…

Dünyadaki yerimize ve dünyanın geri kalanını keşfe yeryüzü üzerindeki konumumuzu kavramaya bu açıdan bakarak başlıyor olabilirdik. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Nitekim insanoğluna ait en eski kalıntılardan bazılarının Güney Afrika’da bulunduğunu öğreniyoruz. Bu insanlara ve geliştirecekleri olası haritacılık bilgilerine göre sayfaların aşağısında dünyanın geri kalanı yukarısında ise okyanus ve ötesindeki Antarktika olabilirdi. Dünyanın hiç de azımsanmayacak büyüklüğündeki bu kara ve deniz şekilleri hiç de tanıdık gelmiyor değil mi? Kendi bakış açımıza ne kadar çok değer verdiğimizi bu şekilde anlayabiliyoruz.

Biz küçücük dünyamızda oturup dünyanın geri kalanının bizi yok etmek için ne denli büyük ve haince planlar kurduğunu düşüneduralım; okyanus, kayaları ağır ağır parçalarken o denli bilge ve kayıtsız. Büyük resmi görmek söz konusu edilse her insan kendisini diğerlerinden daha avantajlı hissediyor, şüphesiz. Herkes kendi aklına güveniyor. Akıl kendini yanıltabilir. Çok gezen mi çok okuyan mı diye soran eskilerin bildiği bir şeyler olabilir…

Cape L’Agulhas

Önümde uzanan okyanusun zaman zaman otuz metre yüksekliği bulduğu söylenen dalgaları kimbilir kaç denizciye mezar oldu, bu karanlık sularda kaç gemi yatıyor bilinmez… Tarihin akışı içinde dünyayı keşfe çıkan onca denizci hangi niyetlerle bu suları aşmaya çalıştılar, korkuları neydi, hayalleri neydi ve ne buldular? Tarihin sayfaları arasında nasıl yer aldılar, nasıl yer alacaklarını hiç düşündüler mi?

Kimileri için haritadaki karanlık bölgelerde zenginlik vardı, kimileri için ise sadece onur ve onurlandırma hayali… Pocahontas ve Avatar, pembe anılardan süzülerek yazılmadı. Portekizcede “iğneler burnu” anlamına gelen Cape L’Agulhas aşılıp da Hint Okyanusu’na yelken açılmaya başlandığında asla unutulmayacak acılar yaşanmaya ve kanamaya devam eden yaralar açılmaya başladı. Kötüleri ve iyileri ilan edip okumayı söken çocuklara verdiğimiz okuma fişlerindeki kadar derin(!) cümlelerle tarihi, bilimi okumaya devam ederken bilgiç huzursuzluklar üretip tek bir faydalı çivi çakmayanları, otobüslere uçaklara doldurup dünyanın konfor olmayan mekanlarında dolaştırmak nasıl olurdu diye hayaller kuruyorum. Cevabı biliyorum: Çoğunluk Kipling’in şiirindeki gibi alicenap tavırlar takınıp kendi ütopyasını pekiştirirdi. Söylenebilecek çok fazla şey yok. Tarih çoğunluklardan bahsederken acımasızdır.

« Older Entries   Newer Entries »