Irmak

irmakEvimin önünde akan bir ırmak var. Çok kirli. Belli ki geçtiği yerde ne varsa toplamış getirmiş. Bütün o öteberi ve çer çöpün büyük bir kısmı evimin önünden akıp geçiyor. Bir kısmı ise gözümün önünde duruyor, evimin önünü kirletiyor.

Evimin önü dediysem de aslında özel bir bölge değil, herkese açık bir alandayım. Sadece benim evimden ırmağın gürültüyle akışı ve olan biten her şey görünebiliyor. İnsanlar toplanmışlar, yüksek sesle konuşuyorlar. O ne enerji Allahım! Gece gündüz bitmek bilmeyen bir enerji ile ırmak hakkında konuşuyorlar. Evet çoğunluk konuşuyor. Bir diğer kısmı ise bitmek bilmeyen bir eylem içinde. Bir kısmı ise kenarda bir yerde oturmuş ırmağı izliyor ve hayal kuruyor. Balık tutmaya çalışanlar, köprü inşaatında çalışanlar, kayıkları ile ırmağın karşı kıyısına gelip gidenler, insan ve yük taşıyanlar… Güneş sabırla bu kalabalığın üstüne doğuyor her gün. Yıldızlar sessiz ve sakin bu telaşlı ırmak insanlarını izliyorlar.

Bu kadar insan, bu kadar koşuşturmaca olur da kavga olmaz mı! Çoğu zaman konu bile önemli değil. İnsanlar çarçabuk gruplara ayrılıp kavgaya tutuşuveriyorlar. Bütün kavgaların, sadece kavgaların değil bütün eylemlerin hepsi ırmakla ilgili. İşin aslını bilmesem insanların nerdeyse ırmağa taptığını söyleyeceğim… Varsa da yoksa da ırmak.

Kalabalığın çok büyük bir kısmı her daim Irmakla ilgili bir şeyler planlıyor, hayatlarını ırmağın akışına göre düzenliyor. Irmağın suyunu, içindeki balıkları, yosunları, birbirinden farklı pek çok şeyi bazen karınlarını doyurmak için bazen serinlemek için bazen kendilerine bir ev inşa etmek için kullanıyorlar. Irmağın kirli oluşu onları etkilemişe benzemiyor. Hızla akan su öylesine değişken ki… Ayağını sokan ırmağın kaynağından gelen her yeni damla suyun yepyeni bir şey olduğunu düşünmeden edemiyor. Bu devamlı yenilenme hali çoğu insanı büyülüyor ve aslında akan suyun akmakta olduğunu, elde avuçta tutulamadığını unutturuyor. İnsan ırmağı seyrederken felsefi düşüncelere kendini kaptırmadan edemiyor. Kimi zaman bu düşüncelere hayaller karışıyor.

Irmağın nerede doğduğu ve nereye döküldüğü hakkında pek çok efsane var. Herkes bu efsaneler hakkında bilgi sahibi. Ama işin aslı ırmağa ayaklarını sokup serinlemek varken efsaneleri kimsenin umursadığı bile yok. Efsane dedim ama ırmak hakkında bilimsel çalışmalar da mevcut. Cilt cilt kitap yazan çok bilgili profesörler var. Vakit bulursam okumak istiyorum yazdıkları şeyleri ama vaktim yok.

Bir balık tutuyorum. Balığı elime aldığımda balıkla göz göze geliyoruz. Kimyasal artıklardan kör olmaya yüz tutmuş gözlerini dikmiş benimkilere bakıyor. Ağzını açıp bir şey söyleyecekmiş gibi kıpırdatıyor ama konuşamıyor. Kirli ırmak suyuyla dolu kovaya atıyorum, akşama karnımı doyuracağım onunla.

Irmak için ölen insanlar var. Irmağa dalıyorlar ve bir daha onları gören olmuyor. Bir de başka insanları ırmağa atan ve öldürenler var. Bütün bunlar büyük tartışmanın, ırmak etrafındaki o büyük gürültünün bir parçası tabii. Irmakta kaybolanlar gerçekten ölüyorlar mı yoksa akıntıya kapılıp başka bir yerde kıyıya mı çıkıyorlar bilen yok. Bu konu hakkında da binlerce fikir ve ateşli savunucuları olduğunu söylememe gerek yok. Neden her fikrin bu kadar ateşli savunucuları var ki?

Sonra bir gün bir fikir geliyor aklıma. Efsaneler gerçek olabilir mi diye düşünüyorum. Hani şu ırmağın doğduğu yer hakkındaki efsanelerden söz ediyorum. İnsanları dinliyorum önce. Herkes bir şey söylüyor ve nihayetinde her konuda olduğu gibi ırmak hakkında da yapayalnız olduğumu farkediyorum. “Nihayetinde yapayalnız” olduğunu farketmek bir varoluş katmanı aslında… Başka katmanlar da var hissediyorum. Evimin çevresindeki bütün gürültüye kulaklarımı tıkamaya karar veriyorum. İçimden bir ses, hem de çok derinlerden gelen bir ses, ırmağın kıyısından yavaş yavaş yukarı doğru yürümelisin diyor. Zor olanı yapıp ırmağın tersi yönde yürümeye başlıyorum. Irmağın kaynağına yaklaştıkça insanların çıkardığı gürültü azalıyor, ırmağın sesi belirginleşmeye başlıyor. Bu yürüyüşüm sanki zamanda geriye doğru yapılan bir yürüyüş gibi. Çünkü yürüdükçe yanımdan akan giden ırmak suları, geride bıraktığım kavgacı kalabalık için sadece “gelecek”. Benim için ise “şimdi”…

Yolculuğum boyunca ırmağı kirleten şeyleri görmeye başlıyorum. Bir yerde bir fabrika atık sularını ırmağa bırakıyor bir yerde bir kamyon çöplerini boşaltıyor, kusan, dışkılayan insanlar görüyorum, midem bulanıyor. Üstelik evimin çevresindeki kalabalığın ırmağın bu tarafında olan bitenden haberi yok. Suya öylesine aşık olmuşlar ki ne kiri ne de kirletenleri görmüyorlar. Bir de ilginç olan bir şey var; ırmak boyunca kaynağa doğru yürüdükçe su daha kırılganlaşıyor. Yani suya ne kadar yukarılarda bir çöp atarsanız ırmağı o kadar daha çok kirletiyorsunuz. Çöp yayılıyor ve nerdeyse kendisinden sonraki bütün suyu kirli hale getiriyor. Bu yüzden kaynağa yaklaştıkça daha temiz bir ırmakla karşılaşıyorum. Irmak o kadar güzelleşiyor ki kana kana içmek istiyorum. Bir yandan da suyu kirletmekten ölesiye korkar hale geliyorum çünkü yapacağım bir hata bütün ırmağı etkileyebilir, bütün o kalabalık bu sebeple benden nefret edebilir.

Evimin etrafında kopan kavga gürültüyü hatırlıyorum ve anlamsız geliyor. Daha önce bu yolculuğu yapmadığım için hayıflanıyorum. Keşke diğerleri de burada olsalardı. O kadar anlamsız, boş şeylerle oyalanıyorlar ki. Evet o çok ciddiye aldıkları işleri aslında sadece oyalanmaktan ibaret. Soruların da cevapların da berrak olduğu bu yeri insanların görmeleri gerekiyor. Şimdi ciddi bir soruyla karşı karşıyayım: geri dönmeli miyim? Irmağın doğduğu, suyun gürül gürül fışkırdığı o kaynağı göremedim ama daha fazla ilerleyecek mecalim de kalmadı. Irmağı iki kıyısını kaplayan ormanın serinliğini derinden hissediyorum. Bir baykuşun ötüşü uzaklarda yankılanıyor.

Rüzgarda…

ruzgarda

Hegel üzerine

Brian Morris’in İmge’den 2004’te çıkan Tayfun Atay tercümesi Din Üzerine Antropolojik İncelemeler isimli kitabının ilk bölümü İdeoloji Olarak Din başlığını taşıyor. Bu ilk bölümde yazar modern zamanların üç büyük sosyologundan biri kabul ettiği Marx’ın görüşlerini özetleme niyetini taşıyor. Bunu yapmadan önce de Marx’ı şekillendiren Hegel ve Feuerbach üzerine özet ama bir o kadar da dolu bir metin sunuyor. Aydınlanma sonrası felsefi akımları ve dünya tarihinde şüphesiz önemli bir role sahip Marx’ı anlamak için faydalı bir kaynak olduğunu düşündüğüm bu ilk bölümden Hegel düşüncesi ve etkisinin özetlendiği, altını çizdiğim bölümlerden bazılarını meraklısı için aşağıya aldım.

Modern düşünce üzerinde Hegel’in paradoksal ve karmaşık bir etkisi vardır. Hegel dünyayı organik bir süreç olarak kavramış ve poitivist bilimin çeşitli ikiciliklerini birleştirme yoluna gitmiştir: Ruh ve doğa, özgürlük ve zorunluluk, öznellik ve nesnellik gibi… Hegel’in etkisi öyle büyüktür ki 1982 yılında Fritjof Capra, Gerçekliğin Bütüncül Kavranışı – Yeni Bir Paradigma adlı eserinde Hegel’in bir yüzyıl önce tartıştığı fikirleri ifade etmiştir. Öte yandan batı bilimsel geleneği geniş ölçüde Hegel metafiziğine bir tepki, hatta karşıtlık içinde gelişmiş, böylece Aydınlanmanın düşünce ve ilkelerini sürdürmüş ve daha ileri götürmüştür. Bu pozştşvşst vizyon, mekanist ve ikici dünya görüşüyle birlikte fiilen hala hakim paradigmadır ve başta iktisat ve psikoloji olmak üzere insan bilimlerine nüfuz etmiştir. Foucault’nun çağdaş düşünceyi, Hegel felsefesinden kurtarma mücadelesi verdiği söylenmektedir.

Hegel’in en derin isteği kendi yaşadığı dönemde Aydınlanma ve onu izleyen Romantizmin harekete geçirdiği bütün çatışan güçleri uzlaştırmaktı. Akıl ile gerçekliği, gerçek ile ideali ya da düşünce ile doğayı uzlaştırma yolundaki tutku ancak her meşru kaynağı organik bir bütün altında kapsayıcı bir sistemle birleştirmek olabilirdi. Hegel mekanist bilimin ve Kant felsefesinin doğurduğu ve ona göre insan düşüncesinin gelişimi için esaslı ve gerekli tüm ikilikleri – tin(düşünce) ve doğa, bilgi ve tutku, akıl ve ahlak, özgürlük ve zorunluluk, ideal ve gerçeklik, insan öznelliği ve toplumsallık- kapsamaya ve aşmaya çalıştı.

Hegel de diğer çağdaşları gibi (başta Herakleitos ve Aristoteles olmak üzere) Yunan filozoflarına hayranlık besliyordu. Hegel için söylenebilecek ilk şey, onun en temel anlamda, bir tarih düşünürü olduğudur. Onun temel nosyonlerı (Geist -tin-, akıl, özgürlük), yalnızca tarihsel bir bağlam ve kozik süreç içinde anlam ve önem kazanır. Hegel evren hakkındki doğu düşüncesini (Hindu karma kavramlaştırmasını), sonsuz değişim devrelerinin kabulüyle birlikte benimser. Hegel’e göre tüm gerçeklik yani tin ve doğa, sürekli bir değişim içindedir. Çağdaşları gibi Hegel’de de Avrupa-merkezci önyargılar mevcuttur. Bu önyargıların hala çağdaş tarihçiler tarafından (Toynbee) devam ettirildiği söylenir.

Aristoteles gibi Hegel de “kendisinde potansiyel olarak varolanı gerçeklik haline” getirerek kendini geliştiren bir dünya tini düşünmüştür. Bu durumda James Lovelock’un Gaia hipotezi de Hegel kaynaklı bir fikir olarak karşımızda durmaktadır.

Hegel dünya tarihini “özgürlük bilincinin gelişiminden başka bir şey” olarak görmemiştir. Bu ilerlemeci gelişmeyi de şöyle özetlemiştir: “Doğu mitleri yalnızca bir tek kişinin (teokratik yönetici) özgür olduğunu bilirlerdi; Yunan ve Roma dünyası ise yalnızca bazılarının (aristokrasi); oysa biz tüm insanların özgür olduklarını biliyoruz” Öte yandan Popper, Hegel’in devleti kutsayan fikirlerinden ötürü totaliter düşüncenin kurucusu olduğunu iddia eder. Popper; faşist maya için formül “Hegel + 19.yy materyalizmi”dir der.

Modern filozoflar Kant’ın, Descartes ve Leibniz’in akılcılığı ile Locke ve Hume’un deneyciliğini birleştirerek felsefede bir Kopernik devrimi yaptığı şeklindeki iddiasını sıklıkla vurgularlar. Gerçekte Kant çok az şey yapmıştır, çünkü kendi başına ampirik gerçeklik bilinmez bir şey haline gelmiş, aynı zamanda onun eleştirel felsefesi, bir çatışkılar bolluğu sunmuştur. Hegel ise hem akılcı hem de deneyci olan bir çeşit felsefi antropoloji kurmaya çalışmıştır.

Spinoza için olduğu gibi Hegel’in de bir idealist mi materyalist mi, bir teist mi ateist mi olduğuna karar vermek hayli güçtür. Spinoza gibi Hegel de “tanrı sarhoşu” bir filozof olarak tanımlanabilir.

“Roma imparatorluğunun despotizmi” diye yazar Hegel, “ insan ruhunu dünyadan kovdu ve insanların mutluluğu cennette aramaya ve ummaya zorlayan bir sefaleti yaydı; özgürlükten yoksunlaştırılmış oldukları için onların ruhu, onların bu ebedi ve mutlak parçaları, tanrısallığa doğru kaçmaya zorlandı”

Hegel kültürün ve dinin doğalcı yorumuna öncülük etmiştir. Masterson’un belirttiği gibi “Marksizm, pozitivizm ve varoluşçuluk gibi çağdaş ateizmin çeşitli biçimleri yalnızca Hegel’in tin felsefesine tepkiler değil, aynı zamanda ve daha derinlikli olarak, bu felsefenin içinde açıkça tanınmamışsa da, ortaya konulmuş bşr ateizmin tedricen rafine edilen ürünleridir.”

Belli başlı Dramatik Yapı yaklaşımları

Senaryo Yazarlığı konusunda yöntem araştırmaları yapan, teorik yaklaşımlar üzerinde çalışan çok sayıda batılı yazar/düşünür mevcut. Her kimi okursanız okuyun işin aslı Aristo’nun meşhur Poetika’sına dayanıyor olsa da günümüzde Structure (yapı) üzerinde belli başlı yaklaşımlar öne çıkmış durumda…

Yapı derken kabaca; giriş-gelişme-sonuç’un ötesinde senaryo (ya da öykü) içindeki belli başlı noktaların tanımları, gerilim ve merak değişimleri ve bütün bunların kurgulanması kastediliyor.

Seyircinin beğenileri ve algısı ile barışık klasik anlatı türlerinde yapısal unsurlara azami dikkat edildiğini söylersek yanılmış olmayız. Öte yandan yapısal unsurlara, öykünün ya da senaryonun yazımı sırasında dikkat ediliyor olması, yazar açısından olası özgür bilinç akışını da bir disiplin içine sokma anlamına gelebilir. Bilinç akışı gibi yapıyla barışık olmayan yöntemler hedeflenmişse; klasik anlatıdan uzaklaşıp Nietzche’nin deyimiyle dionizik, McKee’nin deyimiyle minimal ya da anti anlatı türlerini tercih etmişsiniz demektir.

Bu yazıda Paul Gorman’ın konuyla ilgili yaptığı özeti tercüme etmeye çalıştık.

Beş perdeli yapı:

19.yy eleştirmeni Gustav Freytag yunan ve şekspiryen drama üzerine çalışırken beş perdeli bir yapıyı fark etmişti. İlk perde serim, yani karakterlerin ve ortamın tanıtılmasıydı ve kışkırtıcı bir olayla bitiyordu. İkinci perde, kışkırtı olayın doğurduğu problemi daha karmaşık bir hale getiriyordu. Bu perdede ana karakterin problemi çözmek için giriştiği ilk hamleler boşa çıkıyordu. Üçüncü perde ise doruktu. Bu perdede ana karakterin talihi ters yüz olurdu. Yunan draması terimleriyle ifade edecek olursak, karakter şanssızdan şanslıya döndüyse komedi, şanslıdan şanssıza döndüyse trajedi oluşuyordu. Dördüncü perde ana karakterin kötü talihini geri çevirmesiyle sonuçlanırdı ama bu durumun sonunda iyi adam ile kötü adamın yüzleşmesi benzeri şüphe ve merak yüklü bir düğüm oluşuyordu. Beşinci perdede ise olaylar sonuçlanıyor, düğümler çözülüyor, bazen bir sonraki hikaye için ikincil bir konuya yelken açacak gibi oluyordu.

Freytag’ın dramatik yapısı çoğunlukla bir piramit olarak gösterilir.freytag-piramidi

Üç Perdeli Yapı:

Üç perdeli yapı modern tiyatroda gözden düşse de senaryo yazımında özellikle kullanılır. Beş perdeli yapıda olduğu gibi ilk perdede teşvik edici bir olayı ihtiva eden karakterlerin ve ortamın kurulması aşaması vardır. İkinci perde yüzleşme ve karşılaşmalardan oluşur. Üçüncü perde ise doruk ve çözümlenmedir. Genel br ölçü olarak 1.perde 30dk., 2.perde 60 dk., 3.perde ise 30dk. olarak düşünülebilir.

Syd Field’ın Paradigması:

“Senaryo” kitabının yazarı Syd Field ise dört perdeli bir yapı önerir ama onun asıl odaklandığı konu perdelerin içeriği değil, entrika noktaları ve “çimdik” adını verdiği şeylerdir.

  • Entrika Noktası 1: İlk perdenin son sahnesinde karakterin hayatı dramatik olarak değişir, kötü adamla ya da problemle yüzleşeceği yola girdiği noktadır. Entrika noktası 1’ in teşvik edici olay ile aynı şey olmadığını belirtelim. Fiedl, teşvik edici olayı ilk perdenin başına veya ortasına yerleştirmeyi tercih eder.
  • Çimdik 1: Seyirciye senaryonun ilerlediği ana ekseni hatırlatan durumdur.
  • Ortanokta: İkinci perdenin tam ortasında bir açığa çıkma ya da talihin tersyüz olması ânıdır.
  • Çimdik 2: Tıpkı Çimdik 1 gibi seyirciye ana çatışmayı hatırlatan olaydır ve bir şekilde Çimdik 1 ile bağlantılıdır.
  • Entrika Noktası 2: İkinci sahnenin son noktasıdır ve ana karakterin en zor ânıdır. Ana karakter kötü adamla ya problemle yüzleşmeye karar verir.  syd-field-paradigma

Frank Daniel’in sekans yaklaşımı:

Filmler (yani dijital sinemadan önceki filmler) 8-10 dakikalık bobinler halinde dağıtılırdı. Sinemacılığın ilk yıllarında, senaryo yazarlarından her bobin bitiminde anlatımda doğal bir ara oluşturmaları istenirdi. 1920’lerin sonlarına kadar bu özellikle önemliydi çünkü çoğu sinema salonu sadece bir adet projeksiyon cihazına sahipti ve gösterilen bobin bitince seyirci, makinistin bobin değiştirmesini beklemek zorunda kalıyordu. Sinema filmleri yaklaşık olarak sekiz bobinden oluşurdu bu da sekiz anlatımsal sekans olması anlamına gelirdi. Columbia ve USC fim okullarının başkanı Frank Daniel, film öyküsünün yapısal çözümlemesinde 10-15 dakikadan oluşan sekiz sekansın, hala kullanışlı olduğunu iddia etti. Frank Daniel 1996 da öldükten sonra öğrencisi Paul Joseph Gulino, Senaryo Yazarlığı: Sekans Yaklaşımı adını verdiği kitapta hocasının fikirlerini toparladı.

Gulino “yapının” çok değişken olabileceğini ve sadece senaryo yazarına seyircinin ilgisini canlı tutmak için yardımcı olabileceğini söylüyor. E.M. Forester’dan alıntı yaparak: Tek meziyet “bundan sonra ne olacak” demesini sağlamaktır. Tam tersi olarak, tek hata vardır: Seyirciyi “bundan sonra ne olacağına” merak etmez hale getirmek. Gulino, seyircinin sonra ne olacağını merak etmesini sağlamak için artan önemle dört ayrı araç tanımlar.

  • İmâ etmek, seyirciye açık açık bundan sonra ne olacağını söylemektir. Benzer bir araç sahte imâdır. Seyirciye bir şey olacağını söylersiniz ama o olmaz. Bazen imâ etmek doğru şekilde sonuçlansa da eksik ya da çeldirici bir bir yola sürükleyebilir.
  • Bir öykü birbirine bağlı bir dizi sebepler ve sonuçlar olarak tanımlanırsa “askıda bir olay” gerçekleştiğinde seyirci neler döndüğünü filmin ilerleyen sahnelerinde anlayana dek mantıklı bir açıklama verilmez. Mesela Big Lebowski filminin başında Dude’un evine gelen silahlı adamların neyin peşinde olduklarını bilmeyiz. Adamların varlığı askıda bir olaydır
  • Dramatik ironi meydana geldiğinde seyirci bir şeylerin önemli olduğunu bilir ama karakter bilmez. Bir dramatik ironi sahnesi karakterlerin çok sonra öğrenecekleri ama seyircinin bir şeyler öğrendiği sahneye bitişiktir. Dramatik ironi, sadece bir karakterin; seyircinin bildiği şeyi öğrenip diğerlerinin bilmemesi durumunda güçlendirilebilir. Dramatik ironinin şüphe duygusu ya da komik durumlar yazmak için kullanılabileceği açıktır.
  • Frank Daniel, dramatik gerilimi bir karakterin bir şeyi ölümüne istemesi ve ona ulaşmakta zorluk çekmesi ya da bir kaçış olarak; bir karakterin bir şeyden ölümüne kaçmak istemesi ve kaçarken sorunlar yaşaması olarak tanımlar.

Sekans yaklaşımı bir filmi üç perdeye böler: iki sekanstan oluşan birinci perde, dört sekanstan oluşan ikinci perde ve iki sekanstan oluşan üçüncü perde. (elbette bu formülde filmden filme değişen durumlar olabilir) Her sekans mini bir film olarak düşünülebilir. Yani ortaya bir sorun atılır ve sekansın sonunda çözülür. Tabi sekans sonundaki çözümün bir sonraki sekans için yeni bir soru oluşturacak şekilde tasarlanması gerekmektedir.

sekans-yaklasimiSekans A- Seyircinin ilgisini çeken ilk çengel bu noktadır. Kim, ne, ne zaman, ve nerede sorularının cevapları burada ortaya konur. Ana karakterin olaylar başlamadan önceki hayatına dair belirtiler sergilenir. İlk sekans teşvik edici olay ile biter.

Sekans B- Ana karakter teşvik edici olay yüzünden altüst olan statükoyu yeniden kurmaya çabalar, beceremez ve daha kötü bir durum içine düşer. Gulino bu sekansı hikayenin geri kalanını açığa çıkartan dramatik sorun olarak tanımlar. Bu sekansın sonu ilk perdenin de sonudur.

Sekans C- Ana karakter ilk perdenin sonunda ortaya konan sorunu çözmeye çalışır.

Sekans D- Bir önceki sekanstan gelen çözümün başarısız olduğu ortaya çıkar ve ana karakter bir ya da bir kaç kere daha statükoyu geri gerirmek için ümitsizce çabalar. Bu sekansın sonu orta noktadır (ilk doruk ya da kriz de denir) ve daha büyük bir aydınlanma ya da kötüye gidiş doğurur. Seyirci daha sonra olacakları tahmin etme çabası içine girmelidir.

Sekans E- Ana karakter ilk doruk noktasının dallanıp budaklanmasıyla uğraşmak zorunda kalır. Kimi zaman bu beşinci sekansta yeni karakterler ya da yeni olasılıklar belirir. Bu sekansta ayrıca yoğun bir şekilde yan konularla yüzleşilir.

Sekans F- İkinci perdenin son sekansıdır ve ikinci doruk noktasıdır. Ana karakter ilk etapta içine girdiği aksiyonlardan ötürü yorulmuştur ve doğrudan ana dramatik soruna yönelir. Seyirci olacak olayları tahmin etme çabasına girişmiştir ancak ilk akla gelen en makul çözümün genellikle tam tersi gerçekleşir.

Sekans G- Sekans F’deki aşikar çözüm burada problem olarak belirir. İstekler yükselir. Askıdaki olayın etkileri su yüzüne çıkabilir.

Sekans H- Teşvik edici olay tarafından oluşturulan gerilimin hakiki çözümü gerçekleşir. Bu çözümün birinci ve ikinci doruk noktasından ipuçları ihtiva etmesine dikkat edin. Geride herhangi bir yan konu kalmaz, hepsi çözülür. Son söz mahiyetinde bir sahne yerleştirilebilir ve en son sahnenin açılış sahnesini hatırlatacak bir şekilde bir bağlantısı olması tercih edilebilir.

Steven Spielberg sinema endüstrisinin çökeceğini öngördü

Steven Spielberg

Steven Spielberg

George Lucas ve  Steven Spielberg, USC School of Cinematic Arts’ın yeni binasının açılışında, büyük değişikliklerin kapıda olduğuna dair öngörülerde bulundular.

Steven Spielberg geçtiğimiz çarşamba günü, film endüstrisinin kaçınılmaz bir çöküşe doğru gittiğini söyleyerek konuşmasına başladı. Her sene çekilen yarım düzine kadar 250 milyon dolar ve üstü bütçeli filmin her şeyi değiştirip sektörü çökerteceğini ifade etti. “Bir sonraki Iron Man filmi için 25 dolar para verip bilet alırken belki de Lincoln gibi bir film için 7 dolar ödeyeceksiniz” diyerek yakın bir gelecekte sinema salonlarında farklı filmler için farklı ücretler alınmaya başlayacağını iddia etti. Ayrıca kendi filmi Lincoln’ün bir sinema filmi olmak yerine az kalsın bir HBO filmi olarak hayata geçirilecek olduğunu söyledi.

George Lucas da büyük değişikliklerin kapıda olduğu konusunda Spielberg ile hemfikir. Filmlerin gösterim şeklinin Broadway oyunlarına benzeyeceğini, çok az sayıda filmin gösterime gireceğini, filmlerin bir yıl gibi uzun süreler gösterimde kalacağını ve bilet fiyatlarının çok daha yüksek olacağını iddia etti. Buna örnek olarak Spielberg’in bir yıl dört ay gibi bir süre sinemalarda kalan filmi E.T. yi verdi.

USC School of Cinematic Arts binasının açılışında medya dünyasından çok sayıda insan ve öğrenciyle bir araya gelen iki usta sinemacı; genç sinemacı adaylarına, usta sinemacıların bile kendilerine salon bulmakta güçlük çektikleri bir dönemde sinemayı öğrenmeye çalıştıklarını söyledi. Spielberg genç sinemacılardan gelen bazı fikirlerin Fringe dizisine çok benzediğini söyledikten sonra her sene çekilen en fazla beş-altı mega bütçeli filmin gişede çakılacağını, bu sebeple mevcut paradigmada büyük bir değişim yaşanmak üzere olduğunu ilave etti.

Lucas, filmlerin büyük pazarlama bütçelerinden ötürü büyük gişe rakamlarına ihtiyaç duyulduğunu, bu sebeple kaliteli sinema seyircisinin görmezden gelindiğinden yakındı.”Kablo TV bugünlerde daha heyecan verici” dedi. Lincoln gibi filmlerin TV’den başka mecrası kalmayacağını söylediği sırada Spielberg araya girerek “Bu çok yakın, -HBO’ya sor- bu çok yakın” dedi.

Lucas; “Red Tails ve Lincoln’den bahsediyoruz, ikisi de sinemalarda gösterildi ancak düşünün ki, biz, Spielberg ve Lucas, sinema salonlarında yer bulamamaktan bahsediyoruz!” dedi. Spielberg espriyi yapıştırdı: “Benim filmim Lincoln, senin Red Tails’inden daha çok seyirci çekti!”

Spielberg; Lincoln’ün sinemalarda yer bulmasını, kendisinin dağıtımcı stüdyonun ortağı olması sayesinde olduğunu ekledi. Lucas, “sinema salonlarında yer bulmak gittikçe daralan bir yol haline geldi” dedi.

Spielberg, kendisine internette yayınlanmak üzere Netflix için özgün bir içerik hazırlığında olup olmadığı sorulduğunda “açıklanacak bir şey henüz yok” cevabını verdi.

Ayrıca Lucas ve Spielberg bilgisayar oyunlarıyla film yapımı arasında büyük farklar olduğunu, bilgisayar oyunlarıyla hikaye anlatmanın ve karakterler için endişelenen tüketiciler oluşturmanın mümkün olmadığını ifade ettiler. “Ancak bu iki dünya birbirine bağlı değildir” demek doğru olmaz. Spielberg’in Microsoft ile birlikte Halo için Xbox 360 merkezli bir tv programı ve Electronic Arts’ın oyunu Need for Speed için bir film hazırlığında olduğu biliniyor.

The Hollywood Reporter’dan…

Bir kaç sinemacının bir araya gelip de birşeylerden şikayet etmediği bir toplantıya henüz denk gelmedim. Demek ki holivutta da durum aynı 🙂 GY

Film endüstrisinin bilmenizi istemediği 6 Şey

6- Hileli muhasebecilik

İşte bir Hollywood örneği: Bir stüdyo bir film yapar. Stüdyo filmi kendi dağıtır, buna rağmen yapım şirketi ve dağıtım şirketi teknik olarak farklı bir şirkettir ama aynı büyük şirketin altında iş görürler. Aynı zamanda dağıtım şirketi istediği ücreti kendisine biçebilir, isterse bu zilyon dolarlar olsun. Sonrasında film gişeden milyar dolar kazansa teknik olarak borcunu ödeyememiş ve (kendilerine) borçlu olabilir, asla kar edememiş olabilir.

Star Wars serisinin ilk üç filminde Darth Vader’in kostümü altında oyunculuk yapan David Prose Return of the Jedi için asla ücretini alamamıştır çünkü film, neredeyse 30 yıl boyunca “hiç para kazanmamıştır”. Ancak yeniden piyasaya sürümlerden ve dvd pazarından para kazanmış görünmektedir.

Benzer şekilde Harry Potter and the Order of the Phoenix dünya çapında 1 milyar dolar para kazansa da kağıt üstünde 167 milyon dolar zarar etmiştir.

(Türk sinemasında mali ve hukuki konuları düzenleyen doyurucu yasaların olmadığını ve endüstri kelimesinin Türkiye’deki sektörde bir karşılığının olmadığını belirtelim. Ancak kurt dumanlı havayı sever demiş büyüklerimiz. Her fırsatta “nerede bu devlet” diye şikayet eden o kadar çok insan var ki. Hukuk Türk sinemasının belki de en öncelikli ihtiyacı.)

5- Zorlanan sinema salonları

Hiç merak ettiniz mi, dünyanın neresine giderseniz gidin 25 kuruş bile etmeyen patlamış mısır, neden sinema salonlarında 10 liradır?

Sinema salonları gelirlerini artırmak için film öncesinde düzinelerce reklam göstermek gibi yollara başvuruyorlar. Neden her yeni film gişe rekorları kırıyor ve çok büyük paralar kazanıyor? Çünkü stüdyolar sinema salonlarının karnının doymasını istemez.

Sinema salonları gişeden değişken ölçekli pay alırlar. İlk hafta gişe kârı stüdyo lehine sinema salonlarına karşı 80/20 oranındadır. Sonraki hafta 70/30 ve öyle devam eder. Avatar gibi sükseli filmlerde bu oranın 95/5 olduğu bile söyleniyor. Nadiren az sayıdaki film ilk hafta sonrasındaki haftalarda iyi gişe yapar.

Peki neden sinema salonları bu fahiş fiyatları koyuyorlar? Çünkü koymazlarsa stüdyoların salonlara film dağıtmak gibi bir yükümlülüğü yoktur. Yani eğer isterlerse salonları tamamen boşta bırakabilirler. Gösterecek filmi olmayan sinema salonları nasıl insan çeksinler? Ee, sinema salonlarında gazoz pahalı mı?

(not: Türkiye’de salon-dağıtımcı oranları bu yazıdaki örnekle örtüşmeyebilir, ancak film dağıtımı konusu ile sinema salonlarındaki tekelleşme Türkiye için çok daha vahim bazı problemlerin olduğunu gösteriyor. Daha almamız gereken çok yol var. Hukuk ve haklar korunana dek vurgunu yapan yapıyor. Her zamanki gibi.)

4- Sahte Film Eleştiriler
i

Televizyonda, zırva bir film için “çarpıcı” gibi bir yorumun yüksek sesle seslendirildiğini hiç duymadınız mı? Arkadaşlarınızla şöyle devam etmişsinizdir belki: “Çarpıcı bir şekilde zırva” Pazarlama departmanları film hakkında yapılan eleştirileri yeniden yazar. Örneğin: “Histerik şekilde müsrif ve sürpriz bir şekilde eğlenceli” cümlesi kısaltılır ve “Histerik… Eğlenceli…” oluverir. Bazen başka bir film için yapılmış eleştiriler kullanılır, bazen de filmin türüne ait genel tanımlamalar. Film hakkındaki gerçek düşünceler asla değildir bunlar.

Bununla sınırlı değil. Hollywood’un sevdiği bir şey de olmayan eleştirmenlere olmayan ön gösterimler düzenlemesidir. Earl Dittman isimli Wireless dergisi eleştirmeninin film hakkındaki düşüncelerini görürsünüz. Bu dergiyi internette bulamazsınız ve muhtemelen sıfır abonesi vardır. Earl Dittman adında gerçek bir adam belki de vardır, kim bilir.

David Manning’in hikayesi biraz daha farklı. 2000 yılında Sony Pictures hayali Manning’i gerçek bir gazete olan The Ridgefield Press için çalışan bir eleştirmen olarak gösterdi. Ne var ki gazete okurlarından birinin Manning’i sorabileceğini tahmin etmemişlerdi. Gazetedekiler Manning’i hiç duymamışlardı çünkü öyle biri yoktu. Manning Sony Pictures’in pazarlama departmanı tarafından uydurulmuştu. Fox benzer bir şekilde kendi çalışanlarının görüntülerini rasgele sinema salonu müdavimleri gibi çekip reklam malzemesi olarak kullanmıştı.

(Türkiye’deki film eleştirmenliği konusu zaten apayrı bir vahamet. Büyük film şirketlerinin benzeri manipülasyonları yapmak için sahte isimlere ihtiyacı yok ülkemizde.)

3- Telif Hakları Saçmalığı

Steambot Willie

Steamboat Willie

Telif hakkı konusunun kötü ve gereksiz olduğunu söylemiyorum. Sanatçıların haklarını, sülüklere karşı korumaya yaradığını düşünüyorum. Kötü ve gereksiz olan, film şirketlerinin telif hakları konusunu, insanları entelektüel varlıklarından uzak tutmak için bir sopa gibi kullanmaları.

Telif hakları konusu ilk çıktığında 28 yıl ile sınırlıydı. 28 yıl sonrasında bir sanat eseri halkın malı oluyordu. Sonrasında bu süre defalarca kere uzatıldı. Bir şirket bu konuda hep öncü oldu: Disney.

Steamboat Willie’nin telif süresi her dolmaya yaklaştığında Disney tutuştu ve hükümete lobi yaparak yeni bir telif uzatma yasasını yasa olarak çıkarttırdı. Steamboat Willie halkın malı olursa Disney’in logosu haline gelen Mickey Mouse da bundan etkilenecekti. Gerçek şu ki Disney hala Steamboat Willie ile ilgili dvd satışlarından tonla para kazanmaktadır.

Duke Universitesinin hazırladığı listeye göre eğer Disney 1976’da telif yasasını değiştirmeseydi bu sene örneğin On the Waterfront ve Seven Samurai gibi filmler halkın malı olacaktı. Hatta Yüzüklerin Efendisi’nin ilk iki kitabı herkes için bedava hale gelecekti. Steamboat Willie 2023’e kadar telif korumasında olduğu için pek çok entelektüel birikim halkın malı olamıyor. Bu yıl çıkan filmlerin ne zaman halkın malı olacağını varın siz hesap edin.

Komik olan; bazı hukukçular Steamboat Willie’nin hiçbir şekilde telif konusu olamayabileceğini iddia ediyor. Bugünlerde bir sanat eseri ortaya koyarsanız telif hakkına sahip olmanız için kaydettirmeniz gerekmiyor. Ama eskiden özel olarak kaydettirmeli ve telifin korunması gereken durumları beyan etmeliydiniz. Bir Disney araştırmacısı George Brown, Disney’in Steamboat Willie’nin telifi için uygunsuz davrandığını ve telif konusunun geçersiz olduğunu iddia etti. Başka telif hakları uzmanları da bu iddiayı desteklediler böylece Disney’in dikkatini çekmeyi başardılar. Disney, Brown’ı iftira davası açmakla tehdit etti, konu kapandı.

(Telif hakları konusuna saçmalık diyemeyiz ama yapım şirketlerinin koca koca sanatçıları bu konuda vitrine koymaları kanımızca hiç etik değil. Kazancı yapım şirketlerine göre çok daha düşük oranlarda kalan sanatçı ve entelektüelin “eserlerimizi kopyalamayın, çalmayın, hepiniz hırsızsınız” vb. sloganlarla kitle iletişim ortamlarında boy göstermeleri en başta o sanatçılara saygısızlık. Sanatçı normal şartlarda eserinin izleniyor ve seviliyor olmasından memnun olmalı. Para işlerine bulaştırılmamalı. Sanat eserinden emek verenlerin değil korsanların para kazanıyor olması kabul edilemez. Sanatçı ile seyircisi arasına da kimsenin girmeye hakkı yok, sanatçı kendi sanatını satan tüccarlara dönüştürülmemeli.)

2- Tüketicinin boğazına sarılmak

İnternetten abonelik ya da dvd kiralamayı seven bir seyirci iseniz son zamanlardaki iki kata yakın fiyat artışları sizi sinirlenmeye çoktan başlamış olmalı.
Film şirketleri, Netflix, Hulu veya Redbox gibi video kiralama şirketlerini hiç sevmezler. Çünkü bu şirketler filmlerin her izlenişi için para ödenmemesini sağlıyorlar. Gelişen teknolojiye ayak uydurarak yeni yöntemlerle filmleri buluşturuyorlar. Hal böyle olunca bu aracılar sayesinde stüdyoların dvd satış oranları düşüyor ve stüdyolar paniklemeye başlıyorlar. Bu da tüketiciye yansıyan yüksek fiyatlar olarak ortaya çıkıyor.

(Yasal film izleme yollarının küçük bir servete bedel olmasının sonucunda değil midir izinsiz kopyalamalar, korsana rağbet? Maliyeti 1 lira bile olmayan dvd için 30 lira fiyat da neyin nesi?)

1- Çalınan Senaryolar

Problem şu: Senaryoların telif hakları vardır ama fikirlerin yoktur. Bir stüdyo fikrinizi beğendiyse ama sizinle anlaşmak istemiyorsa hemen bir başka yazarı işe alırlar ve “kendi fikirlerini” yazdırırlar. Devasa şirketlerin güçlü avukatlarıyla fikrinizin telifi için savaş verebilecek güçte misiniz? Paramount ve Warner Bros. arasında kalan Art Buchwald başaramadı.

(Hukuk böylesine işlevsizleşebiliyorsa sanatçı ne yapabilir ki? Dumanlı havayı sevenler aynen sistemin devamını istemezler mi? Bir bölümü 2 saate varan dizi filmlerden en çok kim kazançlı çıkıyor olabilir? Sanatçı ve kreatif insanların olmadığı kesin. Fikre saygı, günübirlik vurgun içgüdüsünü bir gün yener mi? Hiç sanmıyorum.)

Ashe Cantrell’in yazısından serbestçe tercüme edilmiştir. Parantez içleri bana ait.

Yeni olan her zaman iyi midir?

İnsanlık iyiye doğru evrilmekte midir? Biyolojik evrimden bahsetmiyorum; örneğin yazılı kültür, sözel kültürden daha “moderndir”, peki daha iyi midir? Yazının icadıyla kayda geçirilen duygular sonraki nesillere aktarılır, tamam. Acaba bir insanlık deneyiminin yazılı olarak başkalarına ve ya sonraki kuşaklara aktarımı sırasında sözel aktarıma oranla bir şeyler de kaybediyor olabilir miyiz? Sözel aktarımın yazılı aktarıma göre üstün yanları var mıdır?

Mesele bilgiyi çoğaltmak ve başkalarına aktarmak ise evet, yazılı gelenek sözel geleneğe göre çok daha başarılıdır. Ne var ki mesele bilgiyi değil de duyguyu aktarmak ise yazılı geleneğin o kadar başarılı olmadığını düşünebiliriz. Bir öyküyü bir kitabın sayfalarında okumaktansa belki de çıtırdayarak yanan bir ateşin etrafında halka olmuş bir topluluk ile birlikte, bir öykü anlatıcısından dinlemek daha “başarılıdır”? Belki de sinema bu yüzden çok popüler bir sanattır. Sinema ile bilimsel tezler ortaya koyulmaz, daha çok duygular ve durumlar aktarılır. Ve belki de sinema geçmişimizden bugüne gelen ve kitlesel bilincimizde izleri olan sözel geleneğin bir benzeri olduğu için bu denli popülerdir? Kim Amazing Stories’in açılış jeneriğindeki dinleyicilerden biri olmak ya da Ewok’ların arasına karışıp C3po’nun anlattığı öyküyü dinlemek istemez?

Para üzerine kurulu ama içinde paranın olmadığı (yok olduğu) bir ekonomik sistem içinde yaşıyoruz. Artık para yerine bankaların elektronik kayıtlarındaki rakamlar ekonomimizin bel kemiğini oluşturuyor. Paranın kendisini görmeden alışveriş yapabiliyoruz. Para banknot formundayken aslında altın formundaki paranın yerini alan bir şey iken artık banknot da dolaşımdan kalkmak üzere. Artık dijital değerleri taşımamıza yarayan kartlarımız ve bilgisayar ekranındaki rakamlarımız var. Bu daha yeni tamam. Peki acaba, dijital ekonomi, ekonominin “ilkel” hali olan değiştokuş’tan daha mı iyi? Değiştokuşta ekonomiyi oluşturan tarafların karşılıklı rızaları ile şeylerin el değiştirmesi var. İhtiyaçlarımız şeylerden oluşuyor. Para, yani banknot, bir şey olarak ihtiyaç duyabileceğim bir şey değil. Banknotu yiyemem, vereceği ısı için yakmaya kalksam değmez, odun ondan daha değerli. Değiştokuşta şey olarak değerli bir şeyi, ihtiyacı olana vererek, ihtiyacım olan başka bir şeyi alıyorum. Ve hepsinden önemlisi ben de razıyım karşımdaki de. Karşılıklı bir anlaşma söz konusu… Modern ekonomi bu “ilkel” ekonomiden daha mı iyi oluyor yani? Belki de, modern olana ezbere “iyi” demeden önce, mülkiyet kavramı üzerinde biraz daha kafa yormalıyız.

Tekerlek icat edilince uzak mesafeleri daha kısa zamanda almaya başladık. Ardından buhar gücü, fosil yakıtlar derken jet motorlarına kadar geldik. Eskiden deve ya da atın üzerinde ya da rüzgara yelken açan dhowlarla Tanca’dan yola çıkıp Çin’e, Anadolu ve Kafkasya’ya seyahat eden kişi İbn Batuta oluyordu. Yani yolculuğun kendisi de bir hayat deneyimi idi. Seyyah dediğin adam büyük adamdı. Şimdi İbn Batuta’nın seyahat güzergahını modern araçlarla en fazla bir iki günde kat edebilirsiniz. Bu bir iki günden sonra olsa olsa yorgun olursunuz ve başınız ağrıyor olur. Yanınızdaki koltuktaki adam horluyor ya da ağzı kokuyorsa bırakın İbn Batuta gibi bilge bir seyyah olmayı sadece sinir olarak evinize dönüyor olabilirsiniz. Hangisi daha iyi? Deve, at ve dhow ile, hatta yaya olarak yolculuk yapmak mı yoksa terörist olduğumuzdan şüphelenen güvenlik görevlililerinin ardışık aramalarından geçerek bindiğimiz neredeyse süpersonik jetlerle mi?

İyi nedir?

Uzun bir hayata sahip olup bu hayatın büyük bir bölümünde sıkıntıdan patlamak mı, örneğin, hacca yürüyerek giderken inanılmaz maceralar yaşayan dedelerimiz gibi dolu dolu ama belki daha düşük bir yaş ortalamasıyla yaşamak mı? Eskiden sıradan bir hacı bile bildiğiniz Frodo gibi oturup yazılacak anılara sahip oluyordu. Şimdilerde sadece başımız ağrıyor. Beş kilometrelik yere bile otomobillerle gidip mesai bitiminde fitness salonlarında robotik makinelerin üzerinde tepiniyoruz. Bu durumda beş kilometrelik yere otomobille on dakikada gitmek, eskiye göre daha mı “iyi” olmuş oluyor yani?

Ezbere cevaplarımız varsa kafalarımızı formatlayanlara borçluyuz. Düşünmüyoruz, öğretileni tekrarlıyoruz.

İkili mantığın sefaleti

Ya hep ya hiç. Siyah ya da beyaz.

Grinin milyonlarca tonundan oluşan bir dünyada ne kadar sefil bir mantık yürütme şekli!.. Oysa politika bu mantıkla çalışır. Özellikle gündelik politik başlıkların neredeyse hepsi medyaya bu mantık çerçevesinde sunulur. Taraflara göre bu ülkede ultra hainler, ultra vatanseverler, ultra faşistler, ultra kahramanlar, ultra bilmem kaç tür insan var. Hal böyle olunca da geri kalan herkese de uyuyor olmak düşüyor. Bu yazıyı taraf olmadan yazmak mümkün değil farkındayım ama konuyu örneklendirmeye kalkarsam da ultra hain ya da ultra kahraman ilan edileceğimi biliyorum. Normal şartlarda umurumda olmazdı ama gelin görün ki yazıdaki mesajın herkese gitmesini istiyorum! O yüzden kimsenin dogmalarına dil uzatmamaya gayret göstermeliyim.

İkili mantık: hain mi kahraman mı?

İkili mantık: hain mi kahraman mı?

Dogmalarınız sizin kesin inançlarınızdır. Ve sizi ikili mantıkla düşünmeye mecbur bırakır. Kendisini politik olarak bir tarafta hisseden birey artık aynı zamanda bir klana da üye olmuş gibidir. Bu da beynimizin en alt katmanlarındaki mekanizmaları çalıştıran bir durum. En ilkel dürtülerimizi yani. Ah, tabii bir de tarafların kendilerini asla… Ama karşıdakini mutlak dogmatik olarak gördüğünü söylemeye bile gerek yok.

Eğer karşınızdaki insanın mutlak kötü olduğunu düşünüyorsanız bilmelisiniz ki mutlak kötü diye bir şey yoktur. Mutlak iyi ve mutlak kötüyü düşünmemek ikili mantık yürütmelere kıyasla çok daha zordur. Emek vermeniz gerekir. Bir şeye inanmak istiyorsanız, inanın, ama inancınız için emek vermeniz gerektiğini de unutmayın. İnancınızı kör inanca yani dogmaya çevirip çevirmediğinizi de her an sınamanız gerekir. Çünkü dogmanın olduğu yerde akıl tutukluk yapar. Bütün rasyonaliteniz uçar buharlaşır gider. Konu, “kendinizi gerçeklemek” gibi ego merkezli bir hal alır kısır döngüye girer. İnsanın egosu, mutlak referansı haline gelirse de her şey iptal olur. İşte böyle bir noktada kişi intihar bombacısı da olabilir. Zihin, düşünmek ve konuşmak yerine slogan üretiyor ya da alay ediyorsa tembelleşmiş demektir ve bu kör inancın en önemli göstergelerinden biridir. Aydın insan; kendi zihnini karşıt görüşlerin savaş alanına çeviremiyorsa ben aydınım diye geçinmesin bir zahmet. Her yol Roma’ya çıkar der gibi karşısına çıkan her şeyi inancına yontan insan aydın olamaz. Böyle bir Tanrı inancı da hakiki inanç değildir. Taklittir. Tahkik değildir. Böyle bir ateizm de ateizm değildir, tanrı dışındaki herhangi bir şeye kör inançla bağlı olmaktır: Bazen kendi egosuna, bazen doğa güçlerine, bazen bilime… Bir atesit, her an inançsızlığı ile inancını sorgulayıp zihninde bir savaş alanı açıyorsa gerçek bir ateist olabilir. İnancın zihnine girmesine bile izin vermiyorsa yukarıda yazdığım gibi kör bir inançsızdır. Slogan üretir, alay eder. Kitle iletişim araçlarının gaz verdiği yaygın kanının aksine bilim, inanılacak bir şey değildir. “Evrensel çekim kanununa inanıyorum” gibi bir cümle ne kadar anlamsız ise “bilime inanıyorum” cümlesi de anlamsızdır (aynı zamanda tembel bir zihnin ürettiği bir slogandır). Bilim evrendeki işleyişi anlama çabasıdır ve her daim değişen modeller üretmemize yarar. Bugün bilim diyerek inandıklarınız yarın yanlışlanabilir ve bilimdışı olabilir. Öte yandan bilimin kendisine de inanılamaz. İnsanlar genellikle inanmadıkları şeyleri tanımlayabilmek için bilime inandıklarını ifade ediyorlar. Böylece inanmak istemediklerini “dışarıda” bırakabiliyorlar ama teknik anlamda bu bir hata. Bilim Ad Hoc (bkz. ad hoc hypothesis) önermelerle üretilemez. Ama popüler bilim-din tartışmalarının neredeyse tümü bu şekilde önermelerle doludur.

Aslında bütün olayın bu yazıdaki bağlamda döndüğünü düşünecek kadar naif de olmamak lazım. Yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları, en basit haliyle çıkar çatışmaları bu bağlamın tetikleyicileridir. Yine de Mutlak iyi ya da Mutlak kötüler olmadığımızı anlayabilecek miyiz bir gün, bilemiyorum…

İnsanları anlamak için bile çaba sarfetmeyen insanların var olduğunu gördükçe başkaları için yaşamak idealinin cennetten yeryüzüne inen bir melek olduğunu düşünüyorum. O, silah namlusundaki bir papatya…

Is There A Life Before Death?

…Once a few months ago, I walked through the battle-hurt streets of the Upper Hills Road in Belfast, up into the Whiterock Road, and along the walls of a cemetery, in foot high letters, someone had written “Is There a Life Before Death?” …

Pete Hamill’in 13 Mart 1972 tarihli New York Magazine’de yayınlanan Notes on the New Irish: A Guide for the Goyim isimli makalesinden…

Sinemada devrim

Devrim sinemasını değil, sinemanın devrimini konuşmak istiyorsak klasik ve modern dönemler arasında drama geleneğinin gelişimine göz atmak kaçınılmaz olacaktır. Marvin Carlson’un Tiyatro Teorileri adlı kitabında kronolojik bir sırayla tiyatro ve drama üzerine ortaya konan fikirlerin bir dökümünü bulabiliyoruz. Sinemayı da bu tarihsel arkaplandan bağımsız tutamayız. Teorik olarak, sinema ve tiyatronun aynı gövdenin iki ayrı kolu olduklarını söylemek herhalde hata olmayacaktır.

Aristo’nun Poetika’sı batı uygarlığının bütün sanat görüşünü derinden etkilediği hatta şekillendirdiği gibi Poetika’nın temel konularından biri olan dram sanatı da bu görüşlerden ikibin küsur yıldır en mütevazi deyimiyle etkilenmiştir. Klasik tiyatrodaki üç birlik kuralından (mekan-zaman-olay birliği) başlayarak, Poetika’ya karşı fikirler geliştirilmiş ve bugünlere gelinmiştir. Bu anlamda resim sanatının batıdaki değişimi ile dram sanatının değişimi arasında paralellikler görüyorum. Aydınlanma ve sonrası sanat felsefesindeki değişimlerin, çabaların tümünün kökeninde kavramsal olarak klasik teoriler vardır. Tepki, zaten kelime anlamıyla bir öncülün varlığını gerektirmez mi?

bicim-icerik

En kaba haliyle biçim-içerik eksenindeki yenilik arayışları sayesinde, modernlik sonrası olarak tanımlanmış ya da bu iddiadaki akımlara, her geçen gün yenilerinin eklendiği dönemler yaşadık, yaşıyoruz. Şaka değil, Aristo bu anlamda mutlak otoritesini korumaya devam ediyor. Bu otorite sanat eserlerinde değil, Poetika’sına “anti”ler icat etmeye çalışan sanatçı zihinlerinde yaşıyor. Bütün bu icat çabalarını yine hoyratça sınıflandırmaya tabi tutacak olsak göreceğimiz şey; biçim-içerik dualitesinden kopamayan sanatçı zihninin ağırlıklı olarak biçimsel bir devrim arayışında olduğudur.

Sanatsal bir devrim biçimsel olmak zorunda mıdır? Kurgu gibi biçimsel elementlerle daha ne kadar devrim yapabilirsiniz? Bugün dünyanın dört bir köşesinde çıkış arayan sanatçıların biçimsel aykırılıklar ve eğip bükmelerle debelenmesinin sonu nereye varacak? Şaşırtıcı olmak, sansasyonlar yaratmak için biçimsel sinematik unsurlarla daha ne kadar oynayabilirsiniz? Sanat eseri ve benlik arasındaki sınıra saldırmak için biçimsel anomalilere başvurmaktan sıkılmadınız mı? Ağaçlardan ormanı göremez hale gelen kafası karışık modern insan, araçların kutsallaştırıldığı bir dünyada yapayalnız kalmıştır. İhtiyaç duyulan tek şey sadeliktir. “Good old days” nostaljisinden öte bir durumdur bu.

Bu yüzden biçimsel çabalarla devrim yapmak imkansız hale gelmiştir, kanımızca. Buna rağmen dünyanın her yerinde amacı ister devrim yapmak olsun ister çıkış yapıp şöhrete kavuşmak, pek çok sanatçı biçimsel bir devrimin peşindedir. Peki kalıpların dışına çıkmak imkansız mıdır? Aristo’nun ikibin küsur yıllık bakış açısı kalıplarını kavramsal olarak en tepeye koyduğunuz kadar imkansızdır. Bu kavramsal hiyerarşiyi görmemeyi başarabilirseniz, düşüncede varılabilecek en sade hali ararmaktan yorulmazsanız, bir şansınız olabilir.

Sinemada (hatta sanatta) devrim biçimsel olmayacaktır.

« Older Entries   Newer Entries »