Eğer insanlık şimdi yok olsaydı

Dünya isimli gezegende bir zamanlar İnsanoğlu adı verilen bir canlı yaşardı...

Dünya isimli gezegende bir zamanlar İnsanoğlu adı verilen bir canlı yaşardı…

Senaryo yazarlarının, öykü yazarlarının sıklıkla başvurduğu bir kalıptır: “Eğer …. olsaydı”. Bir felaket senaryosu bu kez insanoğlu için çevresel faktörler açısından ele alınıyor. Will Smith’in New York sokaklarında tek başına kaldığı I Am Legend filmindeki gibi, ancak bu kez hiç kimse hayatta kalmamış… “Eğer insanlık bir anda yok olsaydı. Hemen! Şimdi!”

Yukarıdaki tabloyu hazırlayanlar insanoğlunun yok olması için temennide bulunuyorlar diyemeyiz, ne var ki yaşadığı çevreye insanoğlu tarafından verilen zararı göstermesi açısından oldukça önemli bilgiler içeriyor…

“Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın” demiş atalarımız. Bütün insanlığın cürmü de, işte arkasında en fazla iki milyon yıllık bir iz bırakacak kadar… Güneşin yaşının yaklaşık dört milyar, evrenin yaşının da yaklaşık on beş milyar yıl olduğunu düşünecek olursak, yani evrensel ölçekte göz açıp kapayıncaya kadar geçecek kısa bir süre bu.

Bir senaryo yazarı olarak bu noktada “eğer … olsaydı” kalıbından yola çıkarak başka bir fikir aklıma takılıyor:

Ya, -sözgelimi üç milyon yıl önce- yeryüzünde kendisine bilmediğimiz bir isim vermiş olan bir canlı türü yaşadıysa? Ya da insanoğlunun ömrü üç milyon yıllık çevrimlerden oluşuyorsa? Atlantis, Zülkarneyn, Nuh, Hızır… farklı çevrimlerin tarihlerinden arta kalan bilgiler olabilir mi? Doğada çözülüp gitmiş eski çevrimlerden kalıntılar, bizim için örneğin; fosil yakıtlarsa? Sadece aynı zamanları paylaştığımız ekosferi; bitki ve hayvan varlığını görmezden gelmiyoruz, belki de?

Belki de bu sofra, sadece bizim için kurulmamıştır?

2 Haziran 2005 tarihli Discover dergisinde yayınlanmış, Alan Weisman imzalı Earth without humans başlıklı yazıdan faydalanılmıştır.

Coğrafi Keşiflerin Doğuşu

Sonun Başlangıcı:
Pireneleri aşan müslümanlar 732 tarihinde Paris’in yaklaşık üç yüz kilometre güneyinde Poitiers’de, Belâtü’ş-Şühedâ savaşında duraklayana kadar ilerlemişlerdi. Avrupa’nın içine bu denli yaklaşan müslümanlar, Avrupalı toplumların yapısında, devlette, askeri anlayışta zoraki değişikliklere sebep olmuş, her fırsatta doğuya haçlı seferleri düzenlenmesinin altında yatan şovalye ruhunu ateşlemişti. Bugün, Avrupalı güçlerin müslümanları yavaş yavaş İber yarımadasından Afrika’ya doğru geri püskürtmelerinin ardında erken dönem modern devlet yapısının oluşma süreci olduğu bile düşünülmektedir.

Onbeşinci yüzyılın ilk çeyreğinde Reconquista’nın neredeyse sonuna gelinmişti. Aynı dönemde Akdeniz’in doğusunda henüz Konstantinopolis’i fethetmemiş olsa da Osmanlı Devleti, batısında ise kuvvetli Hıristiyan imparatorluklar ortaya çıkmıştı. Kuzey Afrika ve Endülüs’te ise müslümanlar arasında siyasi karışıklıklar vardı. Bütün enerji iç çekişmelere harcanıyordu. Ateşli silahların henüz yaygınlaştığı bu dönemde Kuzey Batı Afrika’nın müslüman halkları hazırlıksız yakalanmışlardı. Aynı dönem Avrupa nüfüsunda büyük artışların yaşandığı bir döneme denk gelmekteydi. Savaş her zaman olduğu gibi o dönemde de pahalı bir işti. Savaşı finanse edebilecek kadar organize ve disiplinli bir devlet yapısının oluşması belirleyici bir rol oynayacaktı.

Ondördüncü yüzyıldaki veba salgınından kurtulduktan sonra Portekiz sarayında eldeki ateşli silah ve gemi teknolojilerinin nasıl kullanılacağı tartışılmıştı. Kuzey Afrika’daki Sebte limanının ticari imkanları iştah kabarttığı için 1415 yılında kenti müslümanların elinden aldılar. Bu sayede Akdeniz ve Atlantik arasındaki geçiş noktalarına hakimiyet sağlayan Portekiz Krallığı büyük bir avantaj yakalamış oldu.

Fernão Vaz Dourado'nun 1571 tarihli haritası

Fernão Vaz Dourado’nun 1571 tarihli haritası

Portekizliler Batı Afrika’dan gelen köle ve altın limanlarına artık daha yakındılar. Bu durum, 1430 yılında karavel adı verilen uzun menzilli ve daha büyük kargo kapasiteli gemilerin geliştirilmesi sonucunu verdi. 1419’dan sonra Atlantik’teki Kanarya Adaları keşfedilmiş ve iskana açılmıştı. 1434 yılına gelindiğinde Portekizliler, Bojador Burnu’nun güneyindeki gizemli sulara açılacak cesaret, bulmuşlardı. Doğu’da Henüz İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmediğine dikkat çekelim…

Portekizli ve İspanyol denizciler bu tarihten sonra yaklaşık kırk yıl süresince Afrika kıyılarından güneye ilerleme konusunda bir duraklama yaşadılar. Fas’taki üç ana müslüman aşiret bu yöndeki ticareti ve askeri üstünlüğü İber Yarımadası’ndan gelen rakiplerine kaptırdılar. O dönemde birbirleriyle, ileriki tarihlerde de Osmanlı ile Akdeniz yönünde güç mücadelesine girmeyi tercih ettiler. Okyanus ve bilinmeyen engin denizler ile Portekizliler arasında bir engel yoktu.

Portekizliler geleceği görerek “Hindistan’a giden bir deniz yolu bulmamız lazım” demiyorlardı. Hindistan ve Çin’e; İpek Yolu ve Kızıldeniz üzerinden ulaşmak dışındaki seçenekler efsane ve hayallerden ibaretti. En can alıcı noktalar şunlar:

A- Her şey tedricen oldu.
B- Motivasyonlar ve imkanlar birlikte doğdu. Yani Askeri, Ticari, Dini motivasyonların oluşması ile açık denizlerde yol alabilen gemilerin inşa edilmeye başlaması, yıldızlara bakarak yön tayini birbiriyle ilgisiz değildi.

Portekizli denizciler Afrika’nın batı kıyısında adım adım ileri karakollar ve ticaret limanları kurdular. Bunlar gelecekte “koloni” halini alacak yerleşimlerin ilk habercileriydi. Nihayet Fırtınalar Burnu (Cabo das Tormentas) 1488 yılında Bartolomeu Dias tarafından aşıldı ve devamı büyük bir hızla geldi. Coğrafi Keşifler – Sömürgecilik ve takibeden yüzyıllar boyunca bu ikisinden bağımsız düşünülemeyecek bilimsel teknolojik devrim, Sanayi Devrimi… Kısacası dünyanın bugünkü yüzünü şekillendiren, iki dünya savaşı da dahil olmak üzere, büyük olayların büyük değişimlerin başlangıcı Kuzey Batı Afrika’da başlamıştı.Bugünün dünyasını daha iyi anlamak için böylesi büyük değişimler doğuran hareketleri çok iyi okumak, analiz etmek gerektiği açık.

Kendinizi onbeşinci yüzyıla ve ilgili mekanlara gönderebilseydiniz, nasıl gözlemler yapıyor olacaktınız? İnsanlar ne düşünüyorlardı? Olayları nasıl okuyorlar, eylemlerinin sonuçlarını ne derece kestirebiliyorlardı? Geri dönüp baktığınızda bugünün dünyasını nasıl görürdünüz? Hangi olaylar, hangi büyük değişimlere gebe olabilecek gibi görünmektedir? Burası romantizmin başladığı yer olabilir. Hamasi ve romantik hayallere kapıldıysanız yazının ilk satırına geri dönünüz.

Andrew Hess’in Küre Yayınları’ndan çıkmış Unutulmuş Sınırlar isimli nefis kitabında konuyla ilgili doyurucu bilgiler mevcut. Tercüme: Özgür Kolçak.

Hitchcock’un meslek sırları

Alfred Hitchcock

Alfred Hitchcock

Gerilim türünün en başarılı yönetmenlerinden Alfred Hitchcock‘un sıklıkla başvurduğu ve bir imza haline gelen bazı sinemasal durumlar, wikipedia‘nın yardımıyla:

* Sarışın faktörü
* Çocuğunun hayatını domine eden anne faktörü (Psycho)
* Suçlanan masum bir adam
* Gerilimi artırmak için kısıtlı aksiyon alanı (Lifeboat, Rear Window, Rope)
* Taraf değiştiren ya da güvenilmez karakterler
* Seyirci, hayatı tehdit altındaki karakteri izleyip eğlenirken şüpheli durumlar üstüne kurulmuş gerilim. (Vertigo, Foreign Correspondent filmindeki değirmen sahnesi)
* Ortalama insanların garip ya da tehlikeli durumlara itilmeleri. (North by Northwest, The Man Who Knew Too Much)
* Sakar veya beceriksiz otorite figürleri, özellikle polis memurları.
* Yaklaşan ölüm için sembolize karanlık kullanımı  (karanlık giysiler, gölgeler, duman vb.)
* Ünlü, sembolleşmiş mekanların güçlü bir görsellikle kullanımı (Özgürlük Heykeli, Rushmore Dağı, Forth Rail Köprüsü, Golden Gate Köprüsü, Albert Hall, British Museum, Picadilly Meydanı vs.)
* Yanlış, karışmış hatalı kimlik. (North by Northwest, The Wrong Man)
* Yaklaşan tehlike veya endişeyi temsil eden merdiven kullanımı.
* Önemsiz ve film boyunca açıklanmayacak yanıltıcı bir nesne ya da entrika unsuru. (North by Northwest‘teki mikrofilm)
* Açıkça sunmak yerine gizemli olsun diye suça atıfta bulunma.(Dial M for Murder)

Ragnarok ve Ahlâk

# Dünya ekolojik bir felakete sürükleniyor olabilir. Çevre kirliliğinin bir sonucu olarak gezegenin iklim dengesi altüst olabilir.
# Güneş patlamalarına karşı kırılgan ve savunmasız teknolojilere bağımlılığımız, böyle bir patlama halinde topyekün bir çılgınlık haline dönüşebilir.
# Bir mega volkan püskürmesi yeryüzündeki hayatı tümüyle olmasa da (en azından insan soyu için) yok edebilir.
# Küresel politik ve ekonomik sistemin kırılganlığı küresel bir anarşiye sebebiyet verebilir.
# Gelir dağılımındaki eşitsizlik, küresel göç dalgaları, küresel bir anarşiye sebebiyet verebilir.
# Bilginin kolay erişilebilirliği ve çeşitliliği düşünmeyi unutan kitlelerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Böylece sosyal ve bilimsel sorunlara çare düşünen bireylerin sayısı azalabilir.
# Küresel politik ve ekonomik sistemin kırılganlığı soğuk savaşın geri dönmesine sebep olup yeni bir küresel yok oluş ihtimalini içeren bir savaş tehdidine dönüşebilir.
# Sars ya da Aids gibi daha önce görülmemiş, mutant ya da deforme bir virüs küresel ve ölümcül bir salgına dönüşebilir.
# Bilgisayarların bilgisayarları dizayn etmeye başlamasıyla geometrik yükselişe geçecek olan yapay zeka, efendilerine başkaldırıp yeryüzündeki insan varlığına son verebilir.
# Petrol vs. gibi kaynakların tükenmesi ve ihtiyaçların artmaya devam etmesi küresel bir kıtlık yaşanmasına sebebiyet verebilir.
# Genetik bilimindeki araştırmalar kontrolden çıkıp Golem’lerin ya da klonların dünyayı istila etmesiyle insan ırkı yokoluşa sürüklenebilir.
# Hiç hesapta olmayan kozmik bir felaket yeryüzüne isabet edebilir. Komet, karadelik, meteor çarpması vs. Yeryüzündeki bütün dengeleri geri dönüşü olmayacak şekilde bozabilir.

Çoğu birbiri ile iç içe bu felaketler post-apokaliptik ya da distopik roman ve filmlerde olduğu gibi ansızın ve acımasız bir şekilde, bizi yok etmek için zamanını bekliyor olabilir. Yukarıdaki acemice hazırlanmış listeye daha pek çok madde, konuların uzmanları tarafından ilave edilebilir. Önemli olan; bu listedeki maddelerin kaçı insan eliyle hazırlanmıştır ve henüz işaretleri bile ortaya çıkmadan engellenebilir ya da (eğer kaçınılmazsa) ötelenebilir? Felaket ve kıyamet beklentisi eski bir gelenektir ve her zaman alıcısı bulunur. Ateşli evangelistler varsa onları dinleyen huşu içindeki müritler de oluyor. Ne kadar batıl inanç gibi görünürse görünsün ne kadar bilimdışı olursa olsun katastrofizmin ilginç bir yönü de var: Evrenin ve egonun mutlak varlığının olmadığının anlaşılması. Minibüs yazısı estetiği ile: fani dünya.

Felaketler eşikte bekliyorsa kadim bir arkadaşı yardıma çağırmak akıllara gelebilir: Ahlak. Çok klasik ve sıkıcı. Değil mi? İyi ve güzelin tanımlarının değiştiği bir devirde ahlaktan söz etmek ne kadar demode… mi acaba? Platon ve Aristo, sonrasında İhvan-üs Safa, Farabi, İbn-i Miskeveyh ve nihayet Gazali. Daha sonraları ise bin bir türlü felsefi düşünce akımı ahlak ile ilgilenmiş. Bugün gelinen nokta ise tam olarak, çok sesli bir koronun akor yaparken çıkardığı gürültü gibi. Herkes kendince erdemli, ahlaklı ama kimsenin kimseye faydası yok. Düşmekte olan bir uçakta ahlak hakkında konuşmak, hele hele nutuk çekmek sizi en sempatik yolcu yarışmasında üst sıralara taşımayabilir, evet. Az yukarıda yazan felaket listesine tekrar bir göz atıp şu erdemler üzerinde neden ve sonuç ilişkileri açısından, biraz kafa yormayı sessizce ve kendi kendinize de yapabilirsiniz:

Öfke yerine Ağırbaşlılık
Akıl yerine Hikmet
Şehvet yerine İffet.

Soldakilerin toplamı (bir arada olma durumu) Zulüm, sağdakilerin toplamı ise Adalet. Yukarıda ismi geçen filozof ve hikmet adamlarının hepsi aynı fikirdeler.(*) Aşağıdakini bilemiyorum.

İyi ve kötü arasında tercih yapmak.

Ahlâk: İyi ve kötü arasında tercih yapmak.

(*) Platon (ya da Eflâtun) Devlet adlı meşhur eserinde yukarıdaki tasnifi yapıyor, Aristo yineliyor, yüzyıllar sonra ilk kez İbn-i Miskeveyh aynı tasnifi alıp uyarlıyor ve Gazali nihai ve en kapsamlı haline getiriyor.

Frank Capra, 1946

Şahane Hayat (1946) filminin yönetmeni Frank Capra.

Şahane Hayat (1946) filminin yönetmeni Frank Capra.

Frank Capra’nın anlaşılmaz ve görkemli olan şeylere ulaşmaktansa apaçık olanı elde etme konusunda basit yöntemleri vardı. Üstesinden gelemeyeceği durumlara hiç girişmezdi. Korkunç bir savaştan görüntüleri (Frank Capra’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında çektiği propaganda filmlerini kastediyor) beyazperdeye getiren bu yönetmen “Günümüzün büyük problemlerini aydınlatabilmek için nasıl filmler çekeceğimi bilmiyorum” diye ilan ediyor. “Her halukarda bu büyük insanlık sorunlarına fazlaca dolaysız yaklaşmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Çok önemli gördüğüm iki şeyden ilki, kişinin içinde hissettiği inancı artırabilmek diğeri ise bugünlerde çok daha önemli; günümüz dünyasında her yerde görebileceğiniz ateizme karşı olan yönelimle savaşmaktır. Ülkenizi ve nihayetinde dünyayı iyileştirmenin yolu bireyin hayata karşı umut dolu bakışını iyileştirmektir. Dünyanın çektiği acıları, ödediği bedelleri resmi ve disiplinli programların sonucu olarak yaşamak zorunda kalan insanların içinde; canlanışı, acıların sonuçlarıyla savaşmayı yine böyle yöntemlerle sağlayamazsınız. İnsanları filmlerimizle öncelikle eğlendirmeliyiz. Daha sonra mesajımızı, o mesaj her neyse, bireylere adeta şans eseri ulaştırıyor gibi yapmalıyız.” diyor.

Bu şekilde Capra, ulaştığı büyük gişe rakamlarını da, filmlerindeki erdemlerin de sebebini ilan etmiş oluyor.

Edwin Schallert’in 1946 yılında, It’s A Wonderful Life filminin ardından Frank Capra ile yaptığı röportajdan alınmıştır. Frank Capra Interviews, edited by Leland Poague, sf.29-30 The University Press of Mississippi, 2004.

 

Bruno Ganz

Ira Levin’in büyük nazi komplo romanı Boys from Brazil’i yıllar sonra tekrar izlerken Der Untergang’ın unutulmaz oyuncusu Bruno Ganz’ı görmek hoş bir sürpriz oldu. Pek çok kişiye göre yirminci yüzyılın en büyük aktörlerinden Laurence Olivier’in karşısında genç bir bilimadamını canlandırıyor Ganz. İlginçtir ki ana teması Hitler olan Boys from Brazil’den yıllar sonra belki de Hitler’i en iyi canlandıran aktör olarak, Der Untergang ile tarihe geçecekti Ganz. Elbette aktörün sadece fizyonomik olarak Hitler’e benzemesi değil aslında Ganz’ı başarılı kılan.

Bruno_Ganz_300x375

Bruno Ganz, Der Untergang

Müthiş etkileyici bir film olan Der Untergang’a, Ganz’ın katkısı tartışılmaz. Boys from Brazil ise zamanında oldukça sükse yapmış bir romanın aynı derecede etkili olmuş sinema versiyonu. 1978 tarihli filmde Laurence Olivier’in yanısıra amerikan sinemasının en önemli isimlerinden Gregory Peck ve James Mason rol alıyor. Film Kelebek ve Patton filmlerinin de yönetmeni olan Franklin J. Schaffner tarafından yönetilmiş. İyi aktörlerin üzerine yapışan bir stereotip yoktur, olmamalıdır. Laurence Olivier çok çok iyi bir oyuncudur, Boys from Brazil’de nazi avcısı bir yahudiyi canladırırken ondan iki yıl önce, 1976 tarihli Marathon Man’de cani bir nazi subayını canlandırmıştır. Laurence Olivier’in her iki karaktere de katkısı inanılmaz. Aynı şekilde To Kill A Mockingbird filminde ırkçılık karşıtı avukatı canlandıran, amerikan sinemasının efsane protagonistlerinden Gregory Peck, insanlar üzerinde tıbbi deneyler yapan acımasız bir nazi doktorunu müthiş bir performansla canlandırıyor. Bu yüzden kariyer sahibi aktör ve aktrisler her fırsatta farklı karakterleri canlandırmak isterler. Al Pacino bu yüzden sık sık eşcinsel karakterlerle seyirci karşısına çıkmıştır. Ne var ki Al Pacino ne yaparsa yapsın Michael Corleone ya da Vincent Hanna karakterini pek de aşabilmiş değildir. Ancak Robert De Niro için bir stereotip yazmak çok daha güçtür.

bruno-ganz-laurence-olivier

Laurence Olivier son filmlerinden biri olan Boys from Brazil’de genç Bruno Ganz ile birlikte

İyi bir oyuncunun üzerine “Jön” ya da “kötü adam”lık yapışmamalıdır. İyi oyuncular fizyonomilerini aşmak zorundadırlar. İşin sırrı buradadır. Twelve Monkeys filmindeki Jeffrey Goines karakterine bir göz atın. Bu adam, bizdeki jönler gibi kasım kasım kasılarak her zaman jön olmak zorunda hissetmemiş kendisini demek ki…

İstanbul’dan geçen sürgün bilimadam(lar)ı

Erich Auerbach

Erich Auerbach

İstanbul’un İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanyası’ndaki baskı ortamından kaçan çok sayıda bilimadamının kaçış noktalarından biri olduğunu biliyordum. Son günlerde okumakta olduğum Kader Konuk‘un Doğu Batı Mimesis isimli çalışmasıyla Erich Auerbach’ın bu bilimadamları arasında olduğunu ve en önemli eseri Mimesis: Dargestellte Wirklichkeit in der abendländischen Literatur (Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili) isimli kitabını yazarken İstanbul’da bulunduğunu öğrenmiş oldum. Bu kitap karşılaştırmalı edebiyat disiplininde kurucu metin olarak nitelendirilecek kadar önemli bir çalışma. Kader Konuk ilginç çalışmasında, Auerbach’ın kitabını yazarken İstanbul’un o günlerdeki bilimsel ortamından ne derece etkilendiğini, kitaba İstanbul ve İstanbul Üniversitesi atmosferinin hangi şekillerde yansımış olabileceğini araştırıyor. Auerbach’ın İstanbul’a dair bir referansı dillendirmediğini de öğreniyoruz. Yani kitabın yazımı sırasında İstanbul ve dönemin Türkiyesi etkili olduysa bile yazar buna değinmemeyi tercih etmiş.

Dönemin hızlı ve “orijinal” batılılaşma çabaları arasında resmi kültür politikaları üretilmeye çalışılmıştı. Bununla ilgili pek çok eleştirel çalışma mevcut. Ancak Doğu Batı Mimesis konuyu Auerbach ve başyapıtı açısından ele aldığı için çok ilgi çekici bir noktada duruyor.420044

Sömürgeciliğin sonuçlarından biri olarak bilimin ve üniversite kurumunun Avrupa’daki yükselişi İkinci Dünya Savaşı ile son buldu. Avrupa dışına büyük bir beyin göçü yaşandı, göç etmeyen entelektüel birikim ise savaşın tozları arasında kayboldu. ABD’nin nükleer silah gücü ve uzay yarışındaki başarıları İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan bu beyin göçü ile büyük oranda ilişkili… Avrupa 19.yy’da elde ettiği bilimsel ve entelektüel üstünlüğü bu şekilde Amerika kıtasına kaptırmış oldu. ABD’nin ise bu bilimsel mirasa aynı seviyede sahip çıktığını söylemek pek mümkün görünmüyor. Bilim ve üniversite 19.yy’daki enerjisinden çok uzak ve çok daha ticari bir seviyede algılanıyor artık. Türkiye’nin ise aynı yıllarda etkin bir politika izleyip bilim insanlarını etkili bir şekilde Türkiye’deki üniversite kurumu faydasına kullanabileceğini ihtimalini düşünmek hem sadece bir hayal olarak kalıyor hem de hiç bir şekilde hazır olmayan bir ülkenin söz konusu birikimle nasıl başedebileceğini tahmin etmek güç bir problem olarak beliriyor.

Velhasıl, eğitim her işin başı. Hangi trenin arkasına takılacağını bilemeyen bomboş vagonlara benziyoruz.

Act as if ye had faith, and faith will be given to you.

Şöyle diyoruz “Tanrım, lütfen bize neyin doğru, neyin gerçek olduğunu söyle.” Bugün adalet yok. Zengin olan kazanıyor, fakirler ise güçsüz. İnsanların yalan söylemelerinden bıkarız. Ve belli bir süre sonra da bu yılgınlığa dönüşür. Biraz yorgun, kendimizi kurbanlar olarak düşünürüz… Ve kurbanlar oluveririz. Zayıflar… Zayıflar oluveririz. Kendimizden, inançlarımızdan kuşkulanırız. Kurumlarımızdan kuşkulanırız. Ve kanunlardan, hukuktan kuşku duyarız. Ama bugün kanun, sizsiniz. Hukuk sizsiniz. Kitaplar ya da avukatlar değil. Mermer bir heykel, ya da mahkemenin süsleri değil. Bütün bunlar yalnızca bizim adil olma arzumuzun, adaletin yerini bulması isteğimizin sembolleri. Onlar, aslında bir dua. Coşkulu ve çekingen bir dua. Benim dinimde şöyle denir: “İmanın varmış gibi hareket et,
sana iman verilecektir.”
Eğer…
Eğer adalete inancımız varsa, yalnızca kendimize güvenmeye ve adaletli davranmaya ihtiyaç duyarız. Adaletin kalplerimizde var olduğuna inanıyorum.
Frank Galvin

David Mamet’in en iyi eserlerinden The Verdict’ten final konuşması. Tipik bir David-Goliath (Davud-Calut) hikayesi olan The Verdict’in finalinde “doğru olanı yapmak” adına varlık yokluk mücadelesi veren avukat Frank Galvin’i Paul Newman canlandırıyor.

Mesleklerini Acımasızca Eleştiren Oyunculardan Veciz Sözler…

Ülkemizde oyunculuk işini yapan ya da yapmak isteyen kişileri (içlerinde yakın arkadaşlarım da var) ima ettiğim gibi bir anlam çıkmasın, ancak onlar dahil, konuyla ilgili herkes için belirgin bir ibret olduğu için Jason Bailey’in Flavorwire’daki derlemesini paylaşıyorum:

“Oyunculuk yeteneklerin en küçüğüdür ve maişetini sağlamak için de matah bir yol değildir. Nihayetinde Shirley Temple bu işi dört yaşındayken yapıyordu.”

“Oyunculuk tam bir salak işidir.”

“Bu işi yaparsınız çünkü benmerkezcisinizdir. Çok utanç verici bir meslektir.”
Katharine Hepburn

“Oyunculuk nevrotik bir itkinin dışavurumudur. Serserice bir hayattır. Bana verdiği en büyük fayda, terapilerimin ücretini ödeyebilecek paraları kazandırmış olmasıdır.”

“Oyuncu öyle bir adamdır ki onun hakkında konuşmuyorsan seni dinlemez”
Marlon Brando

“Oyunculuğun çok zor bir iş olduğunu söyleyen oyunculara tahammül edemiyorum. Oyunculuk kolaydır. Bütün gün blackjack masasında dikilen herhangi bir adam bunu rahatlıkla söyleyebilir.”
Dean Martin

“Bu zor bir iş değil. Senaryoyu okursunuz. Beğenirseniz ve para konusu da tamamsa işi yaparsınız. Sonra yazılanları hatırlarsınız. Zamanında işe gidersiniz. Yönetmen size ne derse yaparsınız. Bittiğinde dinlenirsiniz ve sonraki kısma geçersiniz. Hepsi bu.”
Robert Mitchum

“Hayatta kalmak için Kentucky’de tütün kestim. Bu zor bir işti. Kapı kapı sigorta sattım. Bu da zor bir işti. Oyunculuk ise zor bir iş değil. Böyle bir masada oturacak kadar şanslıysanız hayatınız boyunca şanslı olmuşsunuzdur. Başarıyı bir yerde bir şekilde yakalarsınız.” Konuşmanın yapıldığı söyleşinin video linki: (http://www.hollywoodreporter.com/news/george-clooney-albert-brooks-oscars-christopher-plummer-descendents-267221)
George Clooney

“Oyunculuk teşhirciliğin mazoşistçe bir halidir. Kesinlikle bir yetişkinin yapacağı bir iş değildir.”
Sir Laurence Olivier

“Hatırlıyorum, bir keresinde Lindsay Anderson’a bir partide oyunculuğun kovboyculuk oynamanın sofistike bir şekli olduğunu söylemiştim, o da benimle aynı fikirdeydi.”
John Hurt

“Oyunculuk sadece; çok sayıda insanın öksürüğünü tutabilme sanatıdır”
Sir Ralph Richardson

“Bana oyunculuk hakkındaki tavsiyelerimi mi soruyorsun? Dekordaki mobilyalara sakarlıkla çarpma ve motivasyon için cuma günkü haftalık ödemelerini düşün.”
Noël Coward

“Zamanında işe git, rolünü ezberle ve dekora çarpma.”
Spencer Tracy

“ ‘Karakterin içindeydim’ ve ‘o karaktere dönüşmüştüm’ ve benzeri şeyler diyen ikiyüzlü oyunculara acıyorum. Bu iğrenç bir şey. Sadece üst düzey bir kendi kendini tatmin.”
Johnny Depp

“Herhangi bir oyuncu, size canlandırdığı kişiye dönüştüğünü söylediğinde, eğer kendisine şizofren teşhisi konmadıysa, sizi açıkca aldatıyordur.”
Gary Oldman

“Çok kolaydır. John Wayne’e sormuş olsaydınız size muhtemelen şöyle derdi: ‘Pekala, Monument Valley’e git ve bir at bul.’ Oyunculuk çok basittir. Bu büyük amerikalı oyuncuların yaptığı bir kandırmacadır. John Wayne oyunculuk yapmak zorunda değildi, sadece ata binerdi. Gary Cooper, bütün bu adamlar çok zekiydiler. Çok fazla çabalamaları gerekmiyordu.”

“(Metot oyunculuğu hakkında) Hepsinin son derece zırva olduğunu düşünüyorum. Anlayamıyorum. Oyuncular bunu yapmak istiyorlarsa, tamam. Acınacak halde olmak istiyorlarsa kendileri bilir. İlgilenmiyorum. Bu bir meslek. Ben de işimi yaparım. Bir karaktere dönüşebilmek için kesinlikle hayatımı acınacak bir hale sokamam. Bu iğrenç bir şey. Sırf oyunculuk performansını iyileştirebilmek için huysuzlaşan bir grup insanla kim birlikte olmak ister ki? Yani ona şu ya da bu diyeceksiniz? Bu çok sıkıcı. Böyle oyuncularla çalıştım. Hepsi de birer başbelasıydı, gerçekten de öyleler. İnsanı çalışırken huzursuz ediyorlar ve bence işlerinde söylendiği kadar da iyi değilller.”
Sir Anthony Hopkins

“Hayatınız boyunca, insanları onun için sürgün ettikleri bir şeyi yapabilmek için çabalayarak geçiriyorsunuz”
Jane Fonda

“Bana büyük bir aktör gösterin ben size berbat bir koca göstereyim. Bana büyük bir aktris gösterdiğinizde ise şeytanı görmüş olacaksınız.”
W.C. Fields

J.G. Ballard’ın otobiyografisi

ballard…Bense genellikle çitte keşfettiğim bir aralıktan usulca sıvışır, kurumuş iki çeltik tarlasından geçerek terk edilmiş Çin askeri havaalanına girerdim. Bir tane boş hangar olmasına karşın, pistin kenarında, uzun otların arasında, unutulmuş bir Çin avcı uçağı iskeleti vardı. Pilot kabinine tırmanır ve kirli kontrol kabininin çevrelediği, alçak metal koltuğa otururdum. Son derece büyüleyici bir deneyimdi bu benim için ve eğlence parkındaki aletlerden çok daha heyecan vericiydi. Bunun nedeni savaş sırasındaki sesleri, makineli tüfeklerin ateşini ve hızla akıp giden rüzgarı hayal etmem değil, bu yere çakılmış ama gizemli uçağın içinde, bir uçuş rüyasında tek başına olmamdı. Bu uçağı üç dört kez, ne zaman öğle vakti düzenlenen bir parti olsa, ziyaret ettim ve yetişkinlerden biri beni çitin öteki tarafına geçerken gördüğünde de kaybettiğim uçurtmamı aradığımı söyledim…

Türkçe tercümesini oldukça başarılı bulduğum J.G.Ballard’ın otobiyografik kitabı Hayatın Mucizeleri‘ni okurken, Spielberg’in Ballard’ın çocukluğundan çarpıcı bir kesiti anlattığı Empire of the Sun‘ı önceden izlemişseniz tarifsiz bir keyif alıyorsunuz. Film, Christian Bale’in dünya çapında tanınan bir oyuncu olma yolundaki ilk önemli adımıydı. Kitabı okurken John Williams’ın film için yaptığı müthiş müzikler, kulaklarımda çınladı durdu… Müthiş bir yazarın elinden çıkmış çarpıcı bir otobiyografi. Ayrıntı Yayınları’ndan…

« Older Entries   Newer Entries »