İdeoloji Olarak Biyoloji

Kolektif Kitap düşünce dünyasına somut katkıda bulunabilecek türden güzel kitaplar yayınlıyor. Kolektif Kitap sayesinde dikkatimi çeken bir başka konu da, yayınevinden kitap olarak çıkan, Massey Konferansları Serisi oldu. Konularında uzman kişilerin güncel ve orijinal çalışmalarının Massey College ve Toronto Üniversitesi işbirliği ile bir konferansta sunulduğu, CBS radyoda da yayınlandığı öğretici dersler bunlar. Günümüzde oldukça popüler olan TED konferanslarının biraz daha ciddi ve akademik versiyonu diyebiliriz sanırım. Daha önce yine Kolektif’ten çıkmış aynı seriden Anlatının Gücü‘nü okumuştum. Okuduğum konferans dökümü iki kitap da, kitle iletişim araçlarının veri bombardımanı altında kafası karışmış modern insana ihtiyacı olan yorumları sunuyor. Derinlerde süregelen felsefi ve bilimsel tartışmalardan haberdar ediyor. Bu açıdan bakılınca her iki çalışma da çok değerli çalışmalar.

İdeoloji Olarak Biyoloj - Kolektif Kitap

İdeoloji Olarak Biyoloji, Kolektif Kitap

İdeoloji Olarak Biyoloji, DNA Doktrini aynı alanda söz sahibi önemli bir bilimadamı R.C. Lewontin tarafından sunulan bir konferansın dökümü. Temel bilim ve mühendislik eğitimi almış bir kişi olarak bilim tarihi ve felsefesi her zaman ilgimi çekmiştir. Kitabın ilk bölümlerinde bilimin meşruiyet üreten bir çeşit sistem olarak siyasi tarihle olan ilgisi tartışılıyor. Şaşırtıcı gelebilir, Lewontin bu bağlamda Lamarck’ın evrim fikrini Darwin’in evrim fikrinden daha tutarlı görüyor ve savunuyor. Darwin’in yaşadığı dönemin bir entelektüeli olarak, modaya uyarak bir çeşit “imalat” yaptığı imasında bulunuyor. Darwin’in çalışmalarında toplumdan bilime nüfuz eden ideolojik etkiden bahsediyor. Tartışma özünde indirgemeci ve atomist görüş eleştirisine kadar iniyor. İnmeli de zaten… Descartes’in ortaya attığı bête machine ve sonrasında ortaya atılan homme-machine fikirlerinin, yirminci yüzyıl biyolojisindeki temel çalışma alanlarından genler üzerinden süreklilik kazandığını iddia ediyor. Lewontin, atomist görüşün modern bir yansıması olarak genlerin insanın bölünemez en küçük parçası olduğu fikrine saldırıyor. Popper ve Feyerabend gibi büyük düşünürlerin alanlarına pek girmeden daha çok kitlesel iletişim araçlarının kurguladığı ve belli bir kitlesel kabul olarak yaratmayı başardığı “insan varlığı DNA tarafından kontrol edilir” savının yaşadığımız toplumun yapılarının meşruiyet kazanmasına hizmet ettiğini vurguluyor. Human Genom Project‘in ideolojik kökenlerini araştırırken biyolojik determinist görüşü ve sosyobiyolojiyi yerden yere vuruyor. Daha sonradan farkettim ki bu tartışma sıcak bir tartışma ve halen taraflar arasında çok da kibar olmayan bir süreç olarak gelişiyor. Kitabı okurken bir sinemacı olarak Yeni Zelanda’lı sinemacı Andrew Niccol’un Gattaca‘sının Lewontin’le aynı tarafta olduğu, hatta etkilenmiş olabileceğini düşünmek beni ziyadesiyle memnun etti. Gattaca, tartışmayı daha iyi anlamama da yardımcı oldu. Gattaca; “çok da uzak olmayan” bir gelecekte, uzaya insan gönderen ama bir yandan da bugünün Human Genom Project’inin ideallerinin gerçekleştiği, adeta tecessüm ettiği ve katı bir şekilde uygulandığı bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Genlerin insanların yaşamlarını kaçınılmaz olarak belirlediğini savunan biyo-determinist görüşe karşı filmde geçen unutulmaz repliği hatırlayalım: “There is no gene for fate (kaderin geni yoktur)”

Kader geni yoktur. Gattaca.

Kader geni yoktur. Gattaca.

Sonuç olarak, batı toplumlarında katolik inancı ya da Vatikan’ın yerine bir meşruiyet aracı olarak ikame edilen bilimin ve bilimsel kurumların, meşru ilan ettikleri siyasi ya da ekonomik kurumlar adına salt bilimden nasıl uzaklaştıklarını görebilmek ufuk açıcı bir deneyim. Çok tartışmalı görüşlerini büyük bir cesaretle dile getirerek eleştirilmekten hatta bir nevi aforoz edilmekten korkmayan R.C. Lewontin’e, kitabı çok düzgün bir dille tercüme eden Cengiz Adanur’a ve Kolektif Kitap’a teşekkür ediyoruz…

Karakoyun. Calvino’dan…

Bir zamanlar herkesin hırsız olduğu bir ülke vardı. Geceleri herkes bir fener ve levye ile silahlanıp komşularının evine girerdi. Tan ağarırken çuvalını doldurmuş geri döndüğünde kendi evinin de soyulmuş olduğunu görürdü.

Böylece herkes uyum içinde yaşardı, kimsenin durumu çok kötü değildi. Biri birini, o öbürünü soyar, böylece son insana kadar gelinir, sonuncu da o birinciyi soyardı. Bu ülkede ister sat, ister al sahtekarlık demekti.

Hükümet insanlardan çalmak için kurulmuş bir suç örgütüydü, insanlar da bütün zamanlarını hükümeti aldatarak geçirirlerdi. Yaşam hiçbir sorun çıkmadan sürüyordu; orada yaşayanlar ne zengindiler ne de yoksul. Sonra bir gün – nasıl olduğunu kimse bilmiyor – dürüst bir adam çıkageldi.

Geceleri çuvalını alıp hırsızlık etmek için dışarıya çıkmak yerine evde oturuyor, piposunu tüttürüp roman okuyordu. Hırsızlar oraya gelip de ışık görünce geriye dönüyorlardı. Ama bu böyle gitmedi. Dürüst adama böyle rahat bir hayat yaşamakla havanın ona göre hoş olabileceğini , ama kimseyi çalışmaktan alıkoymaya hakkı olmadığını söylediler. Evde oturduğu her gece bir aile aç kalıyordu. Dürüst adam verecek yanıt bulamadı. O da tuttu tan yeri ağarana kadar geceyi dışarıda geçirmeye başladı, ama hırsızlık etmeye eli varmadı.

Dürüsttü işte o kadar. Köprüye kadar yürüyor, altından suyun akışını izliyordu. Sonra evine geliyor evini soyulmuş buluyordu. Bir hafta geçmeden dürüst adamın beş parası kalmadı, yiyeceği tükendi; ev soyulup soğana çevrilmişti. Ama kendinden başka kimseyi suçlayamazdı. Sorun dürüstlüğüydü; düzeni alt üst etmişti. Karşılığında kimseyi soymadan kendini soymalarına izin vermişti. Böylece her sabah birisi geri döndüğünde evini soyulmamış buluyordu – dürüst adamın bir gece önce soyması gereken ev-. Çok geçmeden evleri soyulmayanlar kendilerinin öbürlerinden daha zengin olduklarını gördüler elbette, onun için çalmak istemediler, öte yandan dürüst adamın evini soymaya gelenler elleri boş döndüler, yoksullaştılar. Zenginleşenler köprünün üzerinde dürüst adama katılmaya, onunla birlikte akan suyu seyretmeye başladılar.

Bu karışıklığı daha da arttırdı. Zenginleşenlerin de, yoksullaşanların da sayısı arttı. Bu kez zenginler geceleri köprünün üzerinde geçirirlerse yoksullaşacaklarını gördüler.

“Neden yoksullara biraz para verip bizim için çalmalarını sağlamıyoruz” diye düşündüler. Sözleşmeler imzalandı. Maaşlar, yüzdeler belirlendi. Her iki taraf da pek çok sahtekarlıklar yaptı elbette; insanlar hâlâ hırsızdılar. Ama sonuçta zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldular.

Zenginlerin bir kısmı öylesine zenginleştiler ki, artık çalmaları ya da kendileri için çaldırmaları gerekmiyordu. Ama çalmayı bırakırlarsa çok geçmeden yoksullaşacaklardı; yoksullar bunu sağlardı. Onun için yoksulların en yoksullarına mallarını öbür yoksullardan korumak için para verdiler.

Böylece polis kuvvetleri kuruldu, hapishaneler açıldı. Dürüst adamın oraya gelişinden birkaç yıl sonra kimse çalmaktan, soyulmaktan söz etmez oldu, artık yalnızca ne kadar zengin ya da yoksul olduklarını konuşuyorlardı. Gene de bir miktar hırsız kalmıştı. Bir de dürüst olan o bir tek adam vardı, o da zaten çok geçmeden açlıktan öldü.

Yazan: Italo Calvino. İlk olarak yazarın 1993 yılında yayınlanan Prima Che Tu Dica Pronto isimli kitabında yer almıştır.

Italo Calvino - 1993

Italo Calvino – 1993

Yirminci Yüzyıl’da Sanat ve Medya

Aşağıdaki infografik yirminci yüzyıl sanatındaki akımları bir tarih çizelgesine yerleştirerek toplu bir bakış imkanı sunuyor. Çoğu sanat akımı ve felsefenin doğuşu, yayılması içsel parametrelerden ziyade dış parametrelere bağlı. Yani, bir felsefi akım ya da sanat görüşü hakikate ve estetiğe yaklaşması nispetinde yaygınlaşmıyor. Ortaya koyduğu estetik değer, düşünce ve disiplin; sosyal hayatta ne kadar karşılık buluyorsa o kadar yaygınlaşıyor ve kalıcı oluyor. Bu da ister istemez mutlak bir felsefe anlayışının -en azından yirminci yüzyılda- mümkün olmadığını, felsefe ve sanatın dünya hallerinden fazlasıyla etkilendiğini gösteriyor. Filozof ya da sanatçı yaşadığı zamana, dünyaya bakarak bir şeyler ortaya koyuyor olmasına rağmen tıpkı bilimde olduğu gibi, filozof ve sanatçıyı bütün zamanları ve olası her durumu kuşatma iddiasında da görüyoruz çoğu zaman. Öte yandan olayları ve dünyayı her şeyi, her zamanı değil de belli bir zaman dilimini kapsıyor gözüyle yorumlamak bir başka felsefi akım olarak karşımıza çıkıyor. Uzun lafın kısası insanoğlunun son üç yüz yılının bizi getirdiği zihinsel durumlar iç içe ve girift bir yapı arzediyor. Politika ve ekonomi teorilerinin fazlasıyla etkisindeki, iki dünya savaşı görmüş sanat ve felsefe akımlarından söz ediyoruz. İşte yirminci yüzyılın felsefi ve sanatsal kakofonisi:

Yirminci yüzyılda felsefe, sanat ve medya

Yirminci yüzyılda felsefe, sanat ve medya

Grafik çalışma Rama Hoetzlein’a ait.

Senaryo yazarken merak ettikleriniz…

SORU 1: Karakterlerin kıyafet tarz ve şekillerine değinilir mi? Değinilirse, hangi aşamada değinilir? ( Sinopsis, Tretman, Senaryo)

CEVAP: Her şey kurduğunuz öykü ile ilgili. Eğer öykünüzü, mesela karakterinizin duygu durumunu, karakter gelişimini vs. anlatabilmek için seçtiği kıyafetlerin değişimini gözetiyorsanız kıyafetler yazılır. Yoksa hiç bir gerekçesi olmadan karaktere bir kıyafet giydiriliyorsa bunu yazmaya gerek yoktur. Sanat Yönetmeni’nin görevi bu gibi durumlarda tercihler yapıp karalara varmaktır. Bu sebeple yazar gerçekten anlamlı bulduğu kıyafetleri yazmalı. Senaryo ve tretman aşamasında.

Senaryo yazarken merak ettikleriniz

Senaryo yazarken merak ettikleriniz

SORU 2: Jenerik te, filmin önemsediğimiz bölümlerinden ipucu veren görüntüler verebilir miyiz?

CEVAP: Verebilirsiniz ama filmin sırlarını açık etmeyiniz.

SORU 3: Senarist film müziğine ne derece tavsiye ve müdahalede bulunabilir?

CEVAP: Fazla detaya girmeden her türlü tavsiyede bulunabilir. Filmde özellikle kullanılmasını istediği parçalar varsa senaryoya yazabilir. Ama bu istekleri yazarken işi sadece müzik olan filmin müzik sorumlusuna da iş bırakmalı. Herkesin kendi işini yapması önemlidir. Senaristin işi öyküyü iyi kurmaktır. Bir müzisyen kadar müzik dünyasına hakim olmayabilir. Olsa da isteklerini son söz olarak senaryoya yazmamalıdır. İşin profesyonellerine de çalışma alanı bırakmalıdır. Zaten film yapım aşamasına geldiğinde senaristin fazla müdahil olduğu noktalar varsa yetkili kişiler tarafından devre dışı bırakılacaktır.

SORU 4: Tretmanda, bir maddede anlattığımız (iç-dış) görüntüyü, senaryoda ayrı ayrı sahnelere ayırabilir miyiz, yoksa bir Tretman her maddesi bir senaryo sahnesi olmak zorunda mıdır?

CEVAP: Tretmanı sahne sahne yazmak zorunda da değilsiniz. Size kalmış. Sahne sahne yazmak işinize yarayacağı için öyle önerilmiştir. Yoksa bu konuda herkesçe kabul edilmiş bir standart yoktur.

SORU 5: Tretman ile senaryonun açıklama kısmı arasındaki farklar nelerdir?

CEVAP: Senaryodaki açıklama kısmında (aksiyon, devinim), mizansen adını verdiğimiz, sahne içinde karakterlerin davranışlarının tasviri bulunur. Bu tasvir tretmanda senaryoda olduğu kadar detaylı olmak zorunda değildir. Tretmanda asıl amaç dramatik yapının detaylı bir şekilde kurulmuş olmasıdır. Senaryoda ise film bittikten sonra, perdedeki halinin nasıl olacağına karar vermektir. Bu anlamda tretman daha içeriksel, senaryo daha biçimseldir.

SORU 6: Aynı sahnede uzak ve yakın çekimler aynı sahne başlığı altında mı olmalı, yoksa ayrı sahne ve başlık mı kullanılmalı?

CEVAP: Sahneleri ayırmak için asıl belirleyici şey mekandır. Mekan değişmediği sürece bir sahne içinde çok sayıda farklı çekim ölçeği kullanılabilir.

SORU 7: Filmin başında diyalog başladıktan sonra kisiler akmaya devam edebilir mi?

CEVAP: Ülkemiz sinemasında başlangıç jeneriğinin olması-olmaması ya da biçimi ile ilgili sınırlandırmalar ve standartlar yoktur. İstediğiniz gibi bir açılış tasarlayabilirsiniz.

SORU 8: Toplu ekiplerle oluşan sahnelerde her kişiye ayrı ayrı isim vermemiz gerekir mi? Yoksa diyalogda bulunacak olan önemli kişilere mi isim vereceğiz? Komutan, Doktor, Hoca gibi…  Örnek: Olay yeri inceleme ekibi, sağlık ekibi gibi.

CEVAP: Birden fazla sayıda insanın tek bir diyaloğu hep bir ağızdan söylemesi çok sık rastlanan bir durum değildir. Böyle bir durumda (mesela bir futbol stadyumunda taraftar kitlesi) kitleyi tek bir karakter gibi yazmalısınız. (mesela, TRİBÜNLER: Gooooool!) Birden fazla insan farklı farklı diyalogları aynı anda seslendiriyorlarsa buna tiyatro ve sinemada RABARBA adı verilir. Rabarba söz gürültüsü demektir. Tek seslilik değil çok sesliliktir. Rabarba arasında duyulmasını istediğiniz kelimeleri sıkıştırabilirsiniz. (mesela, TRİBÜN:  Rabarba; Gooool! Yuuuuh! Helaaal! Yaşaaa!) Ancak farklı karakterler, kimin ne söylediği belli olacak şekilde hep bir ağızdan konuşuyorlar ve hepsinin de seyirci tarafından duyulması gerekiyorsa, karakterler tek tek yazılıp, diyalogları da diğer karakterler gibi uygulanır.

SORU 9: Bir otomobilin arka koltuğunda oturan iki kişi diyalogda bulunacaksa, bu durum da şoföre de yer vermemiz gerekir mi? Gerekirse hangi aşamada yer veririz. Tretman, Senaryo…

CEVAP: Şoförün kurguda görülmesini istiyor musunuz? Şoförün hikayenin akışında bir yeri var mı? Şoför hikeyede hiç önemi olmayan sıradan bir şoför ise hiç bir aşamada yazmanıza gerek yok. Yönetmen isterse şoförden detay alır ve kullanır. Hikayede yeri var ise, onun orada olmasının bir anlamı var ise tretman, senaryo hatta duruma göre sinopsiste bile yazmalısınız.

SORU 10: Doğrusal zaman gerçek zaman akışına çok yakın ise, mesela olaylar 3-5 ay veya 2-5 yıl da, başlar biterse bu değerli midir?

CEVAP: Zamanın ileri ya da geriye doğru kesintiye uğraması (Flashforward ya da Flashback) bir filmi kendi başına değerli ya da değersiz yapmaz. Nasıl kullandığınız önemlidir. Her iki şeklin pespaye kullanımları olabileceği gibi son derece estetik (yani değerli) kullanımları olabilir.

SORU 11: Doruk noktası birden fazla olabilir mi? En son da olabilir mi?

CEVAP: Olabilir, şöyle ki: Senaryonuzda birden fazla öykü ekseni varsa her eksen için ayrı bir doruk notası olabilir. Bazı eksenlerin ucu açık da kalabilir. Doruk noktasının yeri değişkendir en sonda da olabilir. Bu, öyküyü nasıl kurguladığınıza bağlıdır.

SORU 12: Anlamının, herkes tarafından bilinmeyeceğini düşündüğümüz, kelimeleri ve nesne isimlerini kullanmak risk midir? Mesele: Kelik, azık vb.

CEVAP: Karakterlerin diyaloglarında, gerekiyorsa kullanmanızda hiç bir sakınca yoktur. Ancak sadece yapımcı yönetmen ve oyuncular gibi, film insanlarının okuyacağı, aksiyon yazdığınız kısımlarda kullanırsanız, herkes anlamayacağı için sakıncalı olabilir.

SORU 13: Olaylar eğer bir köy veya yörede geçiyorsa, karakterleri o yörenin ağzı ile konuşturmak, daha gerçekçi olur mu? Her karakterin İstanbul Türkçesi ile konuşması gerçekçi olur mu? Eğer yöre ağzı tercih edilecekse bu senaryoya nasıl yansır. Nasıl telaffuz edilecekse öyle mi yazılır?

CEVAP: Bu konuda bir uzlaşı yok. Piyasada her iki türlü senaryoya da rastlayabiliyoruz. Ancak doğrusu senaryo metninde karakterlerin diyaloglarının düzgün bir dille yazılmasıdır. Aksiyon, açıklama kısımlarında ise sözgelimi şöyle bilgiler yazılmalıdır: “Hasan Adana yöresine has bir aksanla konuşmaktadır.” Bunu okuyan oyuncu, canlandıracağı karakterin aksanının hangi yöreye ait olduğunu öğrenecektir. Konuyla ilgili gerekli bilgiye sahip değilse araştırır ve öğrenir. Aksanlı konuşan bir karakterin diyalogları düzgün bir dille yazılırken karakterin olmadığı bir karaktere dönüşmesi de önemli bir risktir. Sözgelimi eğitimsiz bir karakter eğitimli bir karakter gibi görünmemelidir. Bunun için diyalogların düzgün bir türkçeyle ama karaktere uygun bir tarzda yazılmaları gerekir.

SORU 14: Figüranlara nasıl yer verilir? Mesela: Sınıfta başka öğrenciler de vardır, olayı çok sayıda meraklısı izlemektedir, düğünde çok sayıda davetli vardır gibi mi olmalıdır?

CEVAP: Sahne başlığına FGR harflerini ilave etmeniz durumunda sahnede arkaplanda sorudaki gibi yardımcı oyuncuların var olduğunu belirtmiş olursunuz. Aksiyon yazdığınız yerlerde de bu FGR’nin kim olabileceğine dair bilgi olmalıdır. Dolayısıyla sahne başlığına yazacağınız FGR sadece kolaylık sağlamak içindir. Yazmasanız da yapımcı sahneyi okuyunca sahnede FGR olduğunu anlayabilmelidir.

SORU 15: Jeneriğin detayları yazılır mı? Yazı karakteri, akış şekli gibi.

CEVAP: Yazabilirsiniz ama riskini göze alıyorsanız. Çokbilmiş bir senarist gibi görülebilirsiniz. Jenerik yazıları başka uzman kişilerin sorumluluğundadır. Ancak özel bir font seçtiyseniz ve bunun öykü için bir anlamı varsa bir öneri olarak bunu belirtmenizde sakınca yoktur.

SORU 16: Önemsediğimiz bir sözümüzü, örneğin kendi sinema tanımımızı, nereye yazabiliriz, senaryonun başına, sonuna…

CEVAP: Sinema hakkındaki görüşlerinizi filminizin başında sonunda bir özdeyiş olarak sunmanız doğru olmaz. Bunun yeri filminiz değildir. Ancak alıntı sözleri istediğiniz her yerde kullanabilirsiniz.

SORU 17: İntihara teşebbüs eden bir karakteri anlatırken, bir, (Irmağın – denizin- oto yolunun …)  kenarında düşünceli bir şekilde bekler. Diyebilir miyiz, yani; ırmak, nehir, yol vb. seçenekleri yazarsak çekimin duruma göre kolay olması açısından iyi olur mu?

CEVAP: Senarist olarak karakterin nasıl intihar edeceği tercihini siz yapmalısınız. Aksi takdirde en ucuz intihar yöntemi tercih edilir ve bu da doğal olarak iyi sonuç vermez.

Sorular İbrahim Özer’e cevaplar bana ait. Güzel şeyler yazın!

Yazmanın yöntemi olur mu?

Olmaz olur mu?

Öncelikle yazmak, yazar olmak, senaryo yazarı olmak dışarıdan (ya da henüz başlamamış olanlar tarafından) pek doğru anlaşılmıyor sanki…

Salvador Dali gibi çılgın saç, bıyık artık her neyse, öyle bir görüntüye sahipsiniz, bohemsiniz, o kadar hassas ve duyarlısınız ki -erkekseniz tabii- bu sizi feminen kılmakta, ilham yağmuru altındasınız, ilham geldikçe kelimeler, satırlar, sayfalar yağmur gibi yağıyor, derin nefes alıp veriyor, kalbiniz pır pır atıyor, müthiş gözlemci bir insansınız, çevrenizdeki herkes bir malzeme sizin için, kuşlar böcekler falan arkadaşlarınız.

Yazar dediğin böyle olur değil mi? Hiç de değil!

Evet ilham diye bir şey var, evet duygularınız var, belki gerçekten pek çok kişinin düşünmediği ve hissetmediği şeyleri düşünüyor ve hissediyorsunuz ama yukarıdaki paragrafta resmettiğim kadar lirik, tozpembe bir manzara yok, kolay kolay olmaz da…

Nietzsche sanatçının sanat eserini üretme sürecini de kapsayacak şekilde Apollon ve Dionysos etkisi altında olduğunu söylemişti. Yunan tanrılarını işin içine karıştırmak istemiyor olabilirsiniz ama müthiş bir saptama bu! Yukarıdaki tozpembe paragraf dışarıdan bakınca sanat eserinin ortaya çıkma sürecinin sadece Dionizik olduğu yanılgısını resmediyor. Oysa sanatçılar gerçekte Dionysos gibi bohem, hassas falan oldukları kadar Apollon kadar mühendis ve hesapçı da olmak zorundalar. Şiirindeki tek bir kelime için yıllarca okumalar yapan, kafa patlatan şairlerin varlığını başka türlü açıklayamazsınız. Çünkü ilham denilen şey “geldiğinde” işe yarar halde değildir. İfade etmek demek, ilhamı yazılı-görsel, herhangi bir dile dönüştürmek demektir. İfade edilemeyen ilham/duygu var olmuş kabul edilemez. Dil dediğinizde ise mecburen beyninizin analitik gücüne başvurmak zorunda kalırsınız. Hesabı, hendesesi olmayan sanat eseri yoktur.

Sanatçı Leonardo! Ne tür hesapların peşindesin! (*)

Sanatçı Leonardo! Ne tür hesapların peşindesin! (*)

Heykeltraş; önünde duran mermer bloğun fiziksel özelliklerini tartıp biçmeden, çekicinin vuruş açısını, yontmak için kullandığı kazığın şeklini hesaplamadan Düşünen Adam’ı oradan çıkartabilir mi? İmkansız. Öykücü, romancı, senarist balık avına çıkar gibi sayfa bir deyip aklına estiği gibi yazmaya başlayabilir mi? Balıkçı da hangi balığın hangi havada, denizin neresinde olacağına dair hesap yapar. Bir öyküde karakterleri, olayları hesaplamadan “Mevla ne verirse” yazmaya oturulur mu? Bu kadar mı bohemdir sanatçı? Hayatının her anını aşk sarhoşu yaşayan, ilham yağmurlarında sırılsıklam olmuş bir insan mı olmalıdır? Hayır. Zaten böyle biri -varsa eğer- yazı falan yazamaz. Yazı yazmak değersiz hatta iğrenç bir şeydir. Duygular ifade edilince ölürler bu insana göre.

Hesap, hendese dediğimizde ise karşımıza bir yığın aşama çıkar. “Bilgi” adındadki kaçınılmaz bir şeyin varlığı ile karşılaşırsınız. Artık ifade etme süreci, sanatsal yaratım sürecidir ve bu bağlamda bir yöntemden bağımsız olamaz. Mazeretleri sadece vakit darlığı olan ve bu sebeple şiir yaz(a)mayan şairlerle dolu bir toplumda yaşıyoruz. Vakti olsa “hayatı romandır” böylelerinin. Zaten şiir, sanat falan bunlar hep vakti bol, tuzu kuru insanların işidir, değil mi?

Oysa gerçekte sanatçının vakti genellikle dardır. Çünkü genellikle sanatçı fakirdir. Açlıktan ölmemek için vaktini genellikle sanat dışı faaliyetlerle para kazanmaya ayırmak zorundadır. O halde yönteme ihtiyacı olan kişidir sanatçı. Tıpkı bir heykeltraşın çok iyi malzeme bilgisine, insan-hayvan ya da nesnelere ait anatomik, morfolojik bilgilere sahip olması gerektiği gibi öykü-roman-senaryo yazarı da yazma işinin tekniklerine vakıf olmalıdır. Bir yazar adayı, az bir çabayla bu konuda ne çok yaklaşım ve teknik bilgi olduğunu görebilir. Bir sanat eseri (bilgi + yöntem) sayesinde ortaya çıkar.

Malesef yöntem, mühendislik bir konudur, şairane değildir. İlhama her an açık olup da bir mühendis gibi yöntem üzere davranış ve tutum içinde olmayı başarabilen sanatçılar, ilhamlarının ve yöntemlerinin gücü yeterse ortaya gerçek ve “bir şekilde” takdir edilecek sanat eserleri ortaya koyabilirler.

Yönteme ihtiyacınız olmadığını, kendinize has bir yoğurt yiyişiniz olduğunu düşünüyorsanız “yiğit” olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.

(*) Leonardo Da Vinci, sanatçı, mühendis, girişimci

Meddah dediğin

Meddah olmak için...

Meddah olmak için…

Meddahların geniş kültür birikimine sahip olmaları gerekirdi. Bu birikime sahip olmayan meddahlar gösterilerini kenar semtlerdeki kahvelerde veya pazarlarda yaparlardı. Anlattıkları hikayelerle toplumu alabildiğine etkileyen meddahlar usta çırak ilişkisiyle yetişirler, hikayelerini genellikle birbirlerinden öğrenirlerdi. Ustalar çıraklarına yalnızca meddahlığı kavratmakla kalmazlar aynı zamanda genel kültürlerini artıracak bilgiler verirlerdi. Bu bilgiler verilirken meddahlarda olması ve olmaması gereken özellikler de kavratılırdı.

Kaşifi‘ye göre meddahlarda olması gerken özellikler şunlardır:
Doğruluk, sabır, şükretme, boyun eğme, yetinme, hesap görme, denetim, alçak gönüllü olma, kendini Tanrı’ya bırakma, açık yüreklilik, akıllı söz söyleme ve hareket etme, eli açıklık, çalışkanlık, düşünceli hareket etme, tedbirli olma, her şeyi Tanrı’ya bırakma (tevekkül), az yemek, az uyumak, sevecenlik.

Olmaması gereken özellikler de:
Gaflet, kendini beğenmişlik, şaşkınlık, iki yüzlülük, içki, faiz, zina, huysuzluk, azarlayıcı olmak, çok yemek, uygunsuz sözler söylemek, sözünde durmamak, alay etmek, yersiz çıkışmak, yalan söylemek, yalan yere yemin etmek, müslüman kardeşinin dedikodusunu yapmak, iftira etmek, söz getirip götürmek, gammazlık etmek, insanları yalan yere övmek, yersiz öfkelenmek, kıskanmak, hile yapmak, pintilik yapmak, kıyımda ve eziyette bulunmak, pisboğazlık ve çok uyumaktır.

Mevlüt Özhan, Geleneksel Türk Tiyatrosunda Ahilik, Türk Folklorü Araştırmaları Dergisi, 1988/1 sf. 45-47

Pelikül Yaşıyor! Kodak ve stüdyolar anlaştı! (*)

Pelikül yaşamaya devam edecek galiba?

Geçen yaz Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Christopher Nolan, J.J. Abrams ve Judd Apatow gibi bazı Hollywood yönetmenleri, stüdyoları, pelikül kullanımına devam etmeleri için Kodak’ı desteklemeye çağırmıştı.

Kodak yöneticisi Jeff Clarke; Pelikül uzun zamandır kültürümüzün hayati bir parçası ve öyle de kalacak diyor. Stüdyoların desteği sayesinde müthiş zenginliği ve eşsiz dokularıyla sinema için pelikül üretmeye devam edeceğiz. Bu sayede film yapanlar hikayelerini anlatıp, sanatlarını gözler önüne serebilecekler.

Yakın zamanlarda “Boyhood,” “The Grand Budapest Hotel,” “Interstellar,” “Foxcatcher” ve “Into the Woods” gibi bazı Oscar adayı üst düzey filmler Kodak pelikül kullanılarak çekildiler. “Star Wars: Episode VII – The Force Awakens,” “Batman v. Superman – Dawn of Justice” ve “Ant-Man,” gibi 2015’in önemli filmler ve başkaları Kodak pelikül kullanılarak çekilmeye başladı. The Wall Street Journal’a konuşan Apatow, pelikül ve dijital halen geçerli iki seçenek. Fakat filmlerini peliküle çekmek isteyen yönetmenlerin bu seçenekten aniden mahrum kalmaları tam bir trajedi olurdu dedi. Apatow son filmi “Trainwreck”i pelikül kullanarak çekti. Pelikülün grenlerinde ve renk kalitesinde sizi filmin içine sokan bir büyü var diyor.

Dijital teknolojilerin gelişmesiyle sinema salonları dijital projeksiyona dönüştü. Kodak’ın satışları son on yılda yüzde 96 kadar düştü. Ayrıca Kodak, pelikül üretimine devam etmek için akıllı telefonlar ve tabletlerin dokunmatik ekranları gibi yeni alanlarda pelikül üretim teknolojileri adına fırsat kovaladıklarını söylüyor.

Kodak’ın Entertainment & Commercial Films başkanı Andrew Evenski bir ifadesinde; büyük stüdyoların desteğiyle kreatif ekipler projelerinde güvenle pelikül kullanmaya devam edebilecekler diyor. Film yapımcılarına neden pelikül diye sorduğumuzda aldığımız cevaplar istisnai derinlik, kendine has gren yapısına duyulan ihtiyaç gibi farklılıklar gösteriyordu. Ne var ki hepsinin üstünde ise pelikülün öyküye yaptığı katkı vardı. Sinemacıların hayallerinde canlandırdıkları öyküleri anlatmak için ve görsel dillerinin önemli bir parçası olarak peliküle ihtiyaçları var. Sanatçıların pelikül kullanmasına imkan tanımak, sinema tarihini oluşturacak yeni anların ortaya çıkmasına yardım edecek. Bugün ilan edilen anlaşmalar pelikülün gücünün ve bunu savunan sanatçıların vizyonlarının bir kanıtıdır.

(*) Paula Bernstein imzalı Indiewire yazısından tercüme edilmiştir.

İstanbul – New York

New York

New York

Bugün New York şehrinin kurulu olduğu Manhattan Adası üzerindeki ilk yerleşim; Avrupa’dan göç eden koloniciler tarafından 17.yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştiriliyor. Yani New York Şehri’nin tarihi topu topu dört yüz yıl öncesine gidiyor. Daha önceki tarihlerde şehir diyebileceğimiz bir şey yok. Çevre kara parçaları ve yaşanabilir bölgelerde yerli nüfusun varlığından söz ediliyor ama bu yerleşimler için şehir nitelemesi yapılamaz. Dört yüz yıl.

Bugünkü İstanbul şehri sınırları içindeki bölgenin, yani yaşayan sokakların, evlerin olduğu alanın şehirleşme tarihi, milattan önce dört bininci yıla kadar gidiyor. Bu bilgiyi esas kabul ederseniz, İstanbul’un tarihi altı bin yıl olarak bir kenara not edilebilir. Haydi diyelim bu bilgiyi spekülatif buldunuz veyahut tarihi yarımada dışındaki bir alanın altı bin yıllık tarihinin, bu hesaba dahil edilmemesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Bu takdirde de İstanbul’un tarihi kaba bir hesapla üç bin yıl oluyor. Üç bin yıl…

İstanbul

İlk soru şu: Bir kenti üstün kılan nedir? Cevap yukarıda yaptığımız gibi sadece tarihsel kıyaslama olsaydı her iki şehirden de eski bazı şehirler saygınlıkta bu ikisine fark atarlardı. Demek ki tarih tek parametre olamaz. Dünyanın stratejik merkezi olma özelliği diye bir şey uyduralım ve şehirlere bir de bu gözle bakalım. Bu; siyasi anlamda, kültürel anlamda bir kentin, bilinen dünyanın ilgi odağı olma durumu göz önüne alınarak oluşturulan bir kriter olsun. Bu takdirde İstanbul’un da New York’un da böyle bir tanımlama içinde üst sıralara aday şehirlerden biri olacağı kesindir.

İlk isimlerinden biri Yeni Amsterdam olan New York şehrinin günümüz dünyasının ilgi odağı olduğu bakış açısına göre kabul edilebilir bir şeydir. Yani birileri çıkıp dese ki New York bugün dünyanın başkentidir, bu doğru ya da yanlış, en azından anlaşılabilir bir şeydir. Bir zamanlar İstanbul için de böyle denirdi. Ancak İstanbul’un adı hiç bir zaman bir başka şehirden devşirilmemişti. İstanbul, Konstantin’in şehriydi, Yeni Atina, Yeni Efesos, Yeni Miletos, Yeni Troya vs. olarak hiç anılmadı. Euclides’in kenti Megara’lılar belki böyle bir iddiada bulunabilirler ama New York – New Amsterdam örneği ile birebir örtüşen bir konu değil.

Gel gör ki bugün İstanbul; acımasız ellerde, trajik bir şekilde New York’a öykünüyor, özeniyor. Dünyanın kalbi olmuş altı bin yıllık bir kenti, dört yüz yıllık bir kente özendirerek paçavra edenler utansın! My New Work, Newada, Mashattan… Yeni İstanbul’dan yaşam alanı isimleri… Daha bir ton benzer isim bulabilirsiniz. İsimleri özenmek konunun görünürdeki, belki de en önemsiz tarafı… Yaşam tarzı özentisini açıklayacak tek haklı gerekçe olamaz. Açgözlülük, cahillik, sonradan görmüşük, hoyratlık, … birer gerekçe olarak kabul edilecekse ayrı tabii… Burada konu New York yaşam tarzını satmak. Alıcısı olmasa böyle düşünen satıcılar da olmazdı heralde? Klasik konu, arz-talep gündemin birinci sırasını işgal edince ortaya Yeni bir İstanbul çıkması da kaçınılmaz oluyor.

Ataşehir

Ataşehir

Sonuç görüntü Ataşehir gibi Yeni İstanbul’un ucubeleri… Tarihi Yarımada’ya da benzeri bir New York özentisinin bulaşması yakındır. Bir depreme bakar… Ayasofya ile Sultanahmet’in tam ortasına altmış katlı bir rezidans ya da AVM fena olmazdı hani. Adı da, eee,  New History gibi bir şey olsun. Ya da Sultan’s Terrace nasıl?

İstanbul’un New York’a özendirilmesi, insanın annesinden Lady Gaga’ya benzemesini istemesinden farksız. Bir kent anaya benzetilecekse o İstanbul’dur. Yeni İstanbul, iğrenç yaşam tarzıyla isteyenlerin olsun. Eski İstanbul muhitlerinin kıyısında köşesinde, ıslak ahşap cumbalarıyla adeta birer gözyaşı müzesi gibi ayakta kalmak için direnen, mecali kalmamış mahzun konaklar, evler Yeni İstanbul’a bakıp bakıp iç geçiriyorlar. Ahşap İmparatorluğu’ndan artakalan huzurevi sakinleri onlar. Ama birbirlerine yaslanarak yaşamıyorlar artık. Beton blokların arasında sıkışmış, bir kepçe darbesinin gelip yerle bir etmesini tek başlarına bekliyorlar. Gençler, Yeni İstanbul’da sevgililerinin ismini, beş yüz yıllık çeşmenin üzerine sprey boyayla yazıyor. Bir başkası o yazıyı, belki de aynı anda çeşmenin kitabesini, Edep Ya Hu yazan bir çıkartmayla kapatıyor. İronik.

Yeni İstanbul

Yeni İstanbul

Yeni İstanbul’un New York’a özenmesinin hikayesi sadece müteahhitlik, mimari ve yaşam tarzı ile ilgili değil hiç şüphesiz. Sanatı da böyle algılıyoruz. Her şeyi böyle algılıyoruz. Zannediyoruz ki Trier gibi olursak, Haneke gibi olursak, Tarantino gibi olursak, Spielberg, Coppola, Tarkovski, hiç farketmez herhangi bir başka sinemacı gibi olursak sinemanın New York’u biz olacağız. İlgi odağı olacağız. Ama ortaya çıkan şey New York değil sadece Yeni İstanbul gibi dejenere bir şey oluyor. Zannediyoruz Kandinsky gibi olursak resim sanatının New York’u olacağız. Altı bin yıllık İstanbul gibi olmak dururken, niye diye sormak bile gelmiyor içimizden…

Mekanik Bir İman

Penny Dreadful

Penny Dreadful

Penny Dreadful, Amerikan kablo kanalı Showtime’ın yeni dizilerinden birisi. Dizinin adı bir kadın adı soyadı gibi duruyor olsa da bir penny’lik ucuz tefrika roman gibi bir anlamı var. Dizi; yazıldıkları tarihlerden itibaren özellikle anglo-sakson dünyasını derinden etkileyen pek çok korku öyküsünün bir karışımı gibi; biraz Bram Stoker’ın meşhur Dracula’sından biraz Mary Shelley’in Frankenstein’ından, Karındeşen Jack’ten, kurtadamlardan, antik mısır ezoterizminden eklektik bir üslupla toparlanmış bir senaryoya sahip. Ancak çok çalışılmış bir yapım olduğunu söylememiz gerek. Dekor ve kostüm tasarımlarına şapka çıkartıyoruz. Mesela dizinin kostümlerini; aynı zamanda Jean Jacques Annaud’un müthiş filmi Gülün Adı’ndaki olağanüstü işi çıkaran oscarlı Gabriella Pescucci hazırlamış. Pescucci Oscar ödülünü Scorsese’nin Age of Innocence filminde kazanmıştı.

Dizi, Victoria dönemi Londra’sında geçiyor. Filmin gotik atmosferi sisli, yağmurlu ve kirli bir Londra tasarımıyla oluşturuluyor. Ana karakter, Sir Malcolm, dönemin maceraperest burjuvazisinde moda olduğu üzere bir Afrika kaşifi. Bütün öykü ise, sömürgeciliğin altın çağında, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun başkentinde, sömürgeciliğin bir nevi yan etkisi olarak kötülüğün hakim olmaması için savaşan bir grup “sahip” hakkında. Dünyanın dört bir yanına “medeniyet” götürmüşsünüz, “ilkel” halklarını köleleştirerek özgürlük kavramını da götürdüğünüz topraklar bu iyiliğe teşekkür etmek bir yana kötülüğü sizin başkentinize transfer etmek istiyorlar. Kipling’in şiirindeki beyaz adamın yükü bu olsa gerek!

Vampirler, bin bir türlü büyü, kurtadamlar hep “dışarıdan” geliyor. Sadece bununla kalsa iyi, bir başka “Victorian” bakış açısı da Frankenstein Canavarı’nın ağzından itiraf ediliyor: Malumunuz, mekanik ve makineleşme, adı geçen dönemde öylesine bir çılgınlığa dönüşmüştü ki doğadaki her şey gibi insana dair her şey de bir makine gibi görülüyordu. Örneğin farklı insanlardan alınan makine parçaları hükmündeki farklı farklı organlar, bilimin ışığında bir laboratuvar ortamında bir araya getirilirse yepyeni bir insan oluşturulabilirdi. Öyle ya, organları toparlar, damarları ve sinirleri bağlarsınız, kan da pompalayıp bir elektrik akımı vererek kalbi çalıştırırsınız. Hop! Makine çalışmaya başlayıverirdi! İşte Frankenstein Canavarı böyle doğdu.

Sebep sonuç ilişkilerine bu denli “mekanik” bir iman hala yaygın dünya görüşü.

İnsan mekanik yasalarına tabi midir?

İnsan mekanik yasalarına tabi midir?

Sanatçılar, gidişatı ilk önce görmekle kalmıyor aynı zamanda tehlikeyi herkesten önce söyleyecek cesarete de sahip oluyorlar. Tıpkı bugünleri herkesten önce gören Aldous Huxley, Yevgeni Zamyatin, George Orwell, Ray Bradbury gibi. Tıpkı bu yazarların romanlarındaki karakterler gibi sistemi gönüllü olarak kutsayan kalabalıklar olmadık mı? Sistem dışı her şey, tıpkı onlar için olduğu gibi bizim için de tabu değil mi?

Bakın Penny Dreadful’daki mekanize dünya görüşünü, teknolojiyi, nedenselliği temsil eden Frankenstein Canavarı; “yaratıcısı” Victor Frankenstein’a neler söylüyor:

Modern çağ'ın ürünü mekanik insan "yaratıcısı" ile hesaplaşıyor.

Modern çağ’ın ürünü mekanik insan, “yaratıcısı” ile hesaplaşıyor.

İlk çocuğun döndü…baba. Seni bulamayacağımı mı sandın? Öldüğümü mü zannettin? Ölebileceğimi? Sen daha akıllısındır…Frankenstein. Seni en karanlık gecenin en korkunç fırtınasının girdabında bile arardım. Ayağa kalk ve yüzleş benimle! Bu surata bir daha bak. Pek biçimli değil mi? Münasip şekilde ifade edebilmen için kelimeler kifayetsiz mi kalıyor? Gözlerde bir tehlike mi var? Bu gözler, bir zamanlar içine baktığın gözler değil mi? Nasıl kan ağladığımı dinle şimdi. Hiç şüphesiz, zor bir doğumdu. Katıksız ve dehşetli bir ızdırapla doğmuştum. Elbette tahayyül ettiğin değişim bu değildi. Shelley’nin yazdığı Adonais şiirindeki gibi… faniliğe karşı kazanılmış üstün bir galibiyet değildi bu. Bu menfur bir şeydi. Hayır! Sonra kaçtın. Maruz kaldığım ilk insan davranışı reddedilişti. Senin türüne karşı olan tiksintime şaşmamalı. Bekledim. Ama sen dönmedin. Bu denli yalnız ve biçare bir varlık daha olmuş mudur acaba? Yeni doğan tüm varlıklar doğdukları an terk mi edilmiştir? Hayat böyle bir şey miydi? Yukarı kattaki pencere kurtuluşum ve eğitmenim olmuştu. İnsanların nasıl olduğunu öğrendim. Köy halkının nelere değer verdiğini ve neleri hakir gördüğünü. Hayvanlara nasıl muamele edildiğini. Kafamda, hayvan olduğuma dair hiçbir şüphe yoktu. Nasıl şüphe olabilirdi ki? Yırtıcı bir varlığın çehresi değil miydi bu? Zamanla kelimeleri öğrendim. Çok değerli şiir kitapların, ilk okuma kitaplarım olmuştu. Kalemle çizdiğin yerlerden en ehemmiyet verdiklerinin Wordsworth ve romantizm akımındakiler olduğunu anladım. Benden kaçmana şaşmamalı. Ben, eski pastoral dünyanın oluşumu değildim. Ben modernliğin canlı bir örneğiydim. Yarattığın şeyin bu olduğunu bilmiyor muydun? Modern çağ. Modern oluşumunun, Keats ve Wordsworth’ün değerlerine sahip olacağını mı zannettin sahiden? Demirin ve makineleşmenin hâkimiyetindeyiz artık. Buhar makineleri ve türbinlerden ibaretiz. Bir nergis çiçeğindeki ebediyeti görebileceğimizi tasavvur edecek kadar toy muydun sahi? Çocuk olan kim, Frankenstein? Sen mi ben mi? Bir kere benden kaçtın. Bir daha asla olmayacak. Biz Janus maskesi gibiyiz. Ayrılamayız. Bunu nasıl yapabildin? Çocuğunu, acının ne demek olduğunu öğrenmeden öldürerek merhamet ettim. Sense beni sadece acıya gark ettin! (Çeviri Divxplanet’ten)

Benzeri bir hesaplaşmayı Philip K. Dick’in romanından uyarlanan Blade Runner’da da görmüştük. Varoluşsal problemlerle boğuşan Nexus serisi savaşçı robotu Roy Batty,
Dr. Eldon Tyrell kendisine “Henüz vaktin varken git eğlen” dediğinde “Eminim biyomekaniğin tanrısı nasıl eğleneceğimi de biliyordur” diyerek efendisinin hayatına son vermişti.

İnsan, biyomekaniğin "tanrısı" mı? Bizler Tyrell miyiz yoksa Roy Batty mi?

İnsan, biyomekaniğin “tanrısı” mı? Bizler Tyrell miyiz yoksa Roy Batty mi?

Öncesinde Genrikh Nikolaevich Volkov 1975 yılında ne yazmış:

Peru’da bulunmuş 4. yüzyıla ait çömleklerde bir efsane dile getirilir Bu efsaneye göre insan eliyle yapılmış her şey (çömlekler, tavalar, değirmenler…) ve tüm evcil hayvanlar insanlara karşı ayaklanacak ve bunun sonucu roller değişecek. O zaman değirmenler kendilerini icat etmiş olanları öğütecek, çömlekler insanları kaynatacak, tavuklar insanları öldürüp tavalarda kızartacak. Bir kez olmuş bu şey bir daha olacak. Modern sosyoloji kitaplarında “endüstri uygarlığı” bölümünü okuyan herkes bu kehanetin doğruluğuna inanacaktır. Çünkü bu sayfalarda dizgin ve kontrol tanımaz “bilim ve teknoloji şeytanı” resmedilmektedir. İnsan bilim ve tekniğin kendi yarattığı bir şey olduğunu unutmaya itilmekte, bilim ve teknik kendini yaratan insana egemen olmakta, onun dışında ve üstünde bir güç haline gelmekte, bu durum insanın hem fizik, hem de moral çehresini değiştirmektedir. Canlılar arasındaki ilişkiler cansızlar arasındaki ilişkiler halini almakta, çalışan insan karşısında muhatap olarak yalnız para, teknoloji ve robot görmektedir. “Mantıkdışı insan” mantıklı bilimle karşı karşıya kalmış gibidir. Acımasız ve insan yüzüne benzemeyen güçler onu işsizlik ve ekonomik krizlerle tehdit etmekte, insanın dimağında bu güçler bilim ve teknolojideki ilerlemelerle bütünleşmektedir. Teknoloji ürettiği mallar gibi bağımsız, başına buyruk ve insanın üstünde bir karakter kazanmıştır. Böylece “ölü iş” bir vampir gibi yaşayan işin kanını emmekte, onu köle yapmakta ve kurutmaktadır. Çalışan insan ekonomik zorlamaların değil robotların esiriymiş gibi bir hava doğmuştur. (Çeviren Dr.Selçuk Alsan,  Bilim ve Teknik Dergisi, Mayıs-Haziran 1977)

Colin Hay’dan Justin Bieber’a açık mektup

Colin Hay’in kim olduğunu 80’li yıllarda ilk gençlik çağlarını yaşayanlar iyi bilirler. Down Under, Overkill, It’s A Mistake gibi şarkılarıyla uzun süre kendinden söz ettirmiş Men At Work grubunun solisti. Şöhret basamaklarının (kendi kategorisinde) en tepesine çıkmış bir kişi Hay. Geçtiğimiz günlerde trajik bir şekilde hayatına son veren Robin Williams gibi şöhretin en tepesine çıkmış insanların bile mutsuzluk içinde olduğuna dair ibretli haberleri hep okuyoruz. Michael Jackson’un ölmeden önceki hali ve ölüm şekli, keza daha eskilere gidersek Elvis Presley’in hayatının son demleri parlak olmaktan çok acıklı bir film gibi duruyor. Bu işin içinde olup, en tepeye çıkıp da hala işleri tıkırında ve psikolojisi iyi olan Paul McCartney gibi figürlerin iç dünyalarını bilemiyoruz. Belki de öngörüsü daha iyi psikiyatrlarla çalışıyorlardır. Colin Hay’in, pop müziğin tepedeki isimlerden Justin Bieber’e yazdığı açık mektubu tercüme etmeye çalıştım. Bir sonraki Bieber olmak isteyeceklere sunuyorum:

Sevgili Bay Bieber,
Sizi oyalanmak için kullanıyorum; bu akşam bir gösterim var ve benim pentatoniklerime çalışıyor olmam lazım. Bir dakika sonra da öyle yapacağım. Son maskaralıklarınız üzerine çok sayıda yorum yapılmış görünüyor. Çoğu yorum yeteneksizce ve en sert dille yapılmış. Olur böyle şeyler. Sizinki gibi şöhret yolculukları tekinsizdir. 80’lerin ilk yarısında eski grubum Men At Work ile birlikte inanılmaz bir ticari başarı yakalamıştım. Zamanın ve şartların değişmesine rağmen bugüne paralel çıkarımlar yapılabilir; İlk albümümüz “Business As Usual” 10 milyondan fazla sattı, Billboard listelerinde 16 hafta bir numarada kaldı, ta ki Michael Jackson’un Thriller’ı bizi tepeleyene dek. Arkadaşlar da süperdi. Bir kaç yıllığına hepimiz kraldık. Bomba gibi bir şeydi. Toz duman dağılınca ise ben yapayalnızdım. Etrafıma baktım, herkes partiyi terketmişti. Şansıma akustik gitarım köşede duruyor ve onu tekrar elime alacağım ana dek sakince bekliyordu. Kurtuluşumuz; bilindiği üzere yaratıcı çaba ve başkalarına hizmet etmekten geçer. Bunun dışındaki her şey önemsizdir, oyalanmadır, tıpkı bu mektup gibi. Fakat yine de, dolaylı da olsa size yazmak zorunda hissettim. Sizi tanımıyorum ama sizi önemsiyorum. Siz küçüksünüz, hepimiz gibi, ağlasak sesimizi sadece annemiz duyar. Diyet kolanızı tutan ve size pizza dilimini uzatan biri olması onun arkadaşınız olduğu anlamına gelmiyor. Bir plan neticesinde ya da kendiliğinden başarınız sönükleşmeye başladığında, mutlu olun ve sadece derin derin nefes alın. Şarkı söyleyebildiğinizi, dans edebildiğinizi ve bir spreyle ne kadar maharetli olabildiğinizi biliyoruz. Fakat henüz “gerçekten” konuştuğunuzu duymadık. Zamanla, sadece zamanla söyleyecek sözünüz olup olmadığını öğreneceğiz.

Colin
Men At Work – Overkill

« Older Entries   Newer Entries »