Senaryo Nasıl Yazılır – 3

Büyük Okyanus’un ortasında, en yakın kara parçasına binlerce kilometre uzakta, hiç bir insan gözünün şahit olamayacağı bir mesafede içinde hiç insan olmayan devasa bir yük gemisi hayal edelim. Bu yük gemisinin varlığı ya da yokluğu yeryüzündeki hiç bir insanın hayatını doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkiliyor olmasın. Boş, etkisiz, hayalet bir gemi. Bu gemiyi düşünen, hatırlayan, hakkında dosya tutan bir kişi bile yok, ‘böyle bir gemi yok’ deseniz itiraz edecek bir insan, bir bilgi kırıntısı yok. Bu gemi batarsa ne olur? Gemiye ilişkin tanımlamamıza bakarak cevap verebilirsiniz: Hiçbir şey. Geminin varlığından bile kimsenin haberi yok; batsa ne olur, isterse havada dönüp taklalar attıktan sonra koca gemi suyun üstünde rumba dansı yapsın. Kimsenin böyle bir şeyi bilme şansı olmadığı için (nasıl olduysa casus uyduların da gözünden kaçmış bu gemi) anlatacak hiçbir şey yok. Öykü yok. Dünyanın en acayip gemisi bile olsa, -şimdilik- insan faktörü diyebileceğimiz şeyden yoksunsa bu gemi, bir öykünün varlığından bahsedemeyiz.

Bir salın üzerinde tek başına…

Öte yandan dünyanın en basit gemisi bile olsa, hatta bir tahta parçası bile olsa, bir insan ile ilişkilendirebiliyorsak bu gemiyi; bir öykünün, daha genel tanımıyla bir anlatının varlığından söz edebiliriz. Nitekim; Life of Pi tam da böyle bir hikayeyi anlatıyor. Pi Patel isimli çocuğun bir kayık üzerinde, okyanusun ortasında yaşadıkları, bir öyküdür…

Jack Dawson ve Rose DeWitt Bukater ilk ve son mutlu günlerinde

İçinde 2224 insanı taşıyan, ‘Tanrı bile batıramaz’ dedikleri geminin ilk seferinde batması en az 2224 öyküdür. Bu insanların birbirleriyle ilişkileri, hayalleri, sınıf farklılıkları, aşkları, hüzünleri, sevinçleri, umutları hesaba katılacak olursa bu boyutta bir geminin taşıdığı öykü sayısı arttıkça artar. Üstelik henüz kurmacanın efsunlu dünyasına girmedik, şu ana dek bir zamanlar yaşayan insanların gerçek Titanic‘teki gerçek hayat anlatılarından bahsettik. Bir de kurmaca yazarının hayal gücünü bu gemi için çalıştırdığını düşünün, karşımıza kim bilir daha ne Jack Dawson’lar, daha kaç tane Rose DeWitt Bukater’ler çıkacak… İnsanın olduğu yerde anlatı olur. Gerçek ya da kurmaca, seyirci ya da okuyucu anlatıdaki insanlarla adına empati diyebileceğimiz bir ilişki kurar.

Peki şuna ne demeli:

https://www.youtube.com/watch?v=D4NPQ8mfKU0

İçinde insan olmayan bu kısa çizgi film bir öykü anlatmıyor mu? Bu sebeple yukarıda insan faktörü demeyi tercih ettik. Artık daha teknik ve kapsayıcı bir terim kullanabiliriz: Karakter. Biri büyük biri küçük iki masa lambasının ‘hayatlarından’ küçük bir kesit alan bu kısa film, barındırdığı insansılık sebebiyle bir anlatıdır. Büyük masa lambası bir ‘anne’, belli ki küçük olan da bir ‘çocuktur’. Büyük masa lambasının ‘cinsiyeti’ hakkında bir bilgi olmamasına rağmen, izleyicilerin büyük çoğunluğu onu bir ‘anne’ olarak kodlayacaktır. Çünkü filmin öyküsü, dünyanın her yerinde her gün tekrar edegelen ‘gerçek’ bir anlatının izinden gitmektedir. Gördüklerimiz bir büyük bir küçük masa lambası olsa bile, bize anlatılan ‘anne ve oyuncu/yaramaz çocuk’ anlatısıdır. İyi yazılmış bir anlatı, genellikle bize bildiğimiz bir şeyi farklı bir gözle yeniden gösterir. İyi yazılmış bir anlatıda karakterler masa lambaları olsa bile yaşarlar. İnsandırlar. Bununla birlikte kötü yazılmış bir kurmacada ekranda kanlı canlı insanlar tarafından canlandırılsalar da, iyi yazılmış anlatıdaki masa lambalarından daha ölüdürler. Daha az insandırlar.

Bu sebeple yazarlar yazdıkları insanlardan bahsederken onlara ‘karakter’ olarak isim verirler. Anlatının temel unsuru insandır ama insan olmayan karakterlerin de (masa lambası örneğinde olduğu gibi) anlatıları olabileceği için, üzerinde düşünürken ve yazarken bu ana unsura ‘karakter’ adını vermek doğru olacaktır.

Psikopat, inatçı, acımasız, hızlı, kurnaz, birinci önceliği çoğalmak, yaşayan her şeyden adeta nefret eden bir karakter yazmak istersek, artık bunun bir insan olmak zorunda olmadığını da bu şekilde anlamış oluyoruz.

Psikopat, inatçı, acımasız, hızlı, kurnaz. Tabii ki soldaki. 🙂

Olay ve İnsan ikilisini Olay ve Karakter olarak yeniden isimlendirdikten sonra dikkatimizi bu kez Olay’a çevirelim. Olay dediğimiz şey nedir?

Bir şeyler her zaman olur. Evren, durmayan bir hareketlilik halindedir. Fizikçilere göre olay; (x,y,z) koordinatlarında (t² – t¹) zaman aralığında gerçekleşen fiziksel (maddesel) değişimdir. Kedinin süt kabını devirmesi olaydır. Güneşin doğması olaydır. Bir elmanın olgunlaşarak ağacın dalından yere düşmesi olaydır.

Bir elma dalından düşer ve Newton evrensel çekim yasalarını keşfeder.

İşin içine karakter de girmişse artık birlikte bir anlatı oluşturabilirler. Newton ve elma anlatısı doğru ya da yanlış, bilim tarihinin en meşhur anlatılarından biridir.

Bir kurmaca yazarı; yani hikaye, roman, senaryo ya da aklınıza ne geliyorsa, sadece olayı ya da sadece karakteri düşünerek bir anlatı oluşturamaz. Bu nokta son derece önemli çünkü; sadece olayı ya da sadece karakteri düşünerek bir öykü anlatmak için kolları sıvamak, acemi yazarların yaptığı hatalardan en yaygın olanıdır. Acemi yazar ‘İstanbul’un Fethi’ diyerek yola çıkar. Acemi yazar ‘Isaac Newton’ diyerek yola çıkar. İstanbul’un Fethi bir olay olarak kabul edilirse bu olaya en az bir karakter lazım ki bir anlatı oluşsun. Bu olayda aklınıza gelen yegane karakter Fatih Sultan Mehmet ise sınıfta kaldınız! Titanic filmini düşünün. Belki sıradan bir askerin, ya da Ermeni bir taş ustasının gözünden surların yıkılışı daha etkileyici bir anlatı verebilir. Ne dersiniz? Isaac Newton çok zekiydi, günde 18 saate varan sürelerde çalışırdı. Olmadı… Yeterli değil. Karakter var, iyi bir anlatı için gereken olay yok. Karaktere uygun, adeta karakteri yaratan bir olay hatta olaylar lazım…  Burada ilginizi çekecek bir şeyler bulabilirsiniz…

Kurmaca için (yani aynı zamanda senaryo yazarlığı için de) ilk önemli ilkemize bu şekilde ulaşmış olduk:

Karakter ve Olay birbirinden bağımsız düşünülemez. Karakter(ler) Olay(lar)ı, Olay(lar) Karakter(ler)i yaratırlar.

Olayları mantıksal anlamda kusursuz bir sıralamaya sokmaya çalışan iyi bir yazar, karakterleri olayların emrine veremez. Karakterler olaylar karşısında mutlak bir edilgenlik içinde bulunmamalıdırlar. Aynı şekilde; bir karakteri seyircisine anlatmaya çalışan iyi bir yazar, yazdığı bütün olayları karakterinin hizmetine veremez. Olaylar, karakter karşısında edilgen olamazlar. Gerçek bir karakter olaylarla ortaya çıkar, olaylar da gerçek karakterlerle var olurlar. Bu fikri daha teknik bir şekilde ifade edecek olursak:

Olaylar belli bir zaman aralığında gerçekleştikleri gibi Karakterler de belli bir zaman aralığında oluşurlar.

Başka bir deyişle anlatı yazarlığı süreç yazarlığıdır. Olaylar da karakterler de bir süreç içinde yazılmalıdırlar. Yeni bir altın ilkeyi daha keşfetmiş oluyoruz:

Değişim; senaryonun değişmez ilkesidir.

İyi bir senaryo, olaylarla birlikte değişerek var olan karakterleri anlatır. Söz gelimi toplumlara mal olmuş simge insanların hayatları ile ilgili senaryolar çoğunlukla kötü yazılırlar. Çünkü bu simge insanlar; toplumun gözünde doğdukları günden beri ‘büyük’ insan olmak zorundaymış gibi düşünülür. Kitleler çok sevdikleri büyük bir liderin bir zamanlar sümüklü bir çocuk olduğunu görmek istemez. O, ilk günden itibaren dünyaya çeki düzen vermek için gelmiş üstün bir varlık olarak davranmak zorundadır. İzleyenlerde ‘anlatı’ dışında bir mekanizmayı çalıştıran kötü hikayeler bu şekilde yazılır. Bir tür tatmin duygusunu ateşler. Böyle bir hikayede; her durum ve şartta kusursuz olan lideri gören seyirci, adeta bir heykele bakmaktadır. Gerçekte ise bir insanı ‘büyük’ yapan şey, düşmesine rağmen tekrar ayağa kalkmasını bilmesi ve çektiği acılardır. Tabii mitolojik bir figürden değil de bir insandan bahsediyorsak…

Büyük bir lider ya da sıradan bir insan… Bu ikisinin anlatı açısından hiç farkı yoktur. Çünkü anlatının altın ilkesini hatırlayacak olursak; karakter, kim olursa olsun bir süreç içinde yazılmak zorundadır. Gerçekte de böyle olur zaten. Bir insanın hayatı, yaşadığı süreçlerin toplamıdır. İnsan hayatı boyunca bir değişim ve dönüşüm içindedir. Bir karakterin bir kahramana dönüşmesini anlatan şey öyküdür.

İnsanların mutlu mesut yaşadıkları dünyanın en sakin ve huzurlu köyünde, herkes çiftçilikle ve günlük basit işlerle uğraşıyor olsun. Her gün birbirinin aynısı olarak devam ediyor olsun. Sabah erken kalkılacak, hayvanlar yemlenecek, tarla sürülecek, ekinler toplanacak, sütler sağılacak, akşam olunca eve yorgun gelinecek, yemek yenilip yatılıp uyunacak. Değişim yoksa öykü de yok. Karakter var; her köylü bir karakterdir. Ancak olaylar bir değişim yaratmıyorlar. Çünkü bir karakterin bir kahramana dönüşmesini sağlayacak büyüklükte bir olay gerçekleşmiyor. Değişim yoksa anlatı/öykü/senaryo da yok. Günlerden bir gün köyümüzün yakınlarındaki dağda bir ejderha bin yıllık uykusundan uyanıyor. Ağzından alevler saçarak köyün üstünde uçmaya başlıyor. Tarlaları, evleri ateşe veriyor. Değişimsizliğin sıkıcı cehenneminde yaşayan köy halkı bin yıl aradan sonra ölüm ve yıkımla yüzleşiyor. İşte şimdi gerçek bir anlatının oluşmasını sağlayacak şartlar oluşmaya başladı…

Bir ejderha bin yıllık uykusundan uyanıyor…

Devamı haftaya…

Senaryomu nasıl satabilirim?

Bir senaryo yazdım. Senaryomu mükemmel hale getirdim. Her haliyle çekime hazır. Peki bir yapımcıya nasıl ulaştırabilirim?

Oh! Senaryo nihayet bitti! Peki şimdi?

1- Senaryo bitmiş durumda mı?

Yapımcılar, yönetmenler, sinemacılar genellikle vakitleri kısıtlı, günlük hayat tempoları yoğun insanlardır. Sizin yarım senaryolarınızla ilgilenecek halde değillerdir. O sebeple senaryonuzu kendi bakış açınıza göre mükemmel hale getirmeden bir sinema profesyoneline okutmaya ya da tanıtmaya kalkışmayın. Sizin açınızdan senaryonuz kusursuz hale gelmiş olmalı. ‘Fikir çok iyi, fikrime bayılacaklar’ dediğiniz anda kaybettiniz. Bir senarist olacak kadar disiplinli ve iş insanı olamayacağınızı göstermiş oldunuz. Bitmemiş senaryo diye bir şey yoktur. İşi bitirin.

2- Senaryo kurallara uygun yazıldı mı?

Piyasada çok sayıda ‘senaryo’ dolaşıyor. Bilgisayarın başına geçip sayfalarca ‘döktüren’ ve bunların çıktılarını alıp kapı kapı dolaştıran çok sayıda girişken ve cesur insan var. Yapımcıların rafları senaryolarla doludur. Çoğu zaman dağ gibi birikir bu senaryolar. Peki kim okuyor bunları? Çoğu zaman hiç kimse. İşi çat kapı gelen senaryoları okumak olan insanları bünyesinde çalıştıracak kadar profesyonel ve yoğun yapım şirketleri Türkiye’de var mı bilemiyorum. Ortalık senaryodan geçilmeyince, ve bunların çoğu da amatörler tarafından yapımcılara ulaştırılmış olduğunda ne oluyor biliyor musunuz? Büyük ihtimalle hiç okunmuyorlar ya da senaryonun sayfalarına göz gezdiren bir ‘yetkili’, sadece sayfaların şekline şemailine bakarak işi bilen birinin o senaryoyu yazıp yazmadığını anlamaya çalışıyor. Sayfa düzeni yüzünden harika senaryonuzun bir kenara atılmasını istemezsiniz değil mi? Örneğin ünlü bir Hollywood senaryo hocasına göre senaryonun sayfaları arasında gezerek, hiç okumaya gerek kalmadan bir senaristi bir amatörden ayırmak mümkün. Örneğin senaryo yoğun diyalog içeriyor, aksiyon anlatımları neredeyse yoksa… Ya da tam tersi, senaryoda hiç diyalog yoksa… İçeriği önemli değil. Standart senaryo sayfa düzenini bilen biri, sayfalarda okumadan gezinirken, senaryonun unsurları arasındaki dengeyi şıp diye fark eder. Ne yapıp edin satır boşlukları, font, paragraf yapısı vs. gibi basit senaryo yazım kurallarını öğrenin.

3- Senaryonun size ait olduğuna dair gereken çalışmaları yaptınız mı?

Yani notere gidip ‘bu senaryoyu ben yazdım’ dediniz mi? Noter sizin yazdığınız senaryoyu okuyup ‘Hmm, evladım bunu sen yazmışsın, her halinden belli’ demez. Noter senaryoyu okumaz. Noter sadece, kendisine getirildiği tarihte sayfalarına imza atacağı ‘senaryoyu getiren şahıs budur’ diye bir belge hazırlar. Eğer senaryo ile ilgili bir dava söz konusu olacak olursa taraflardan kimin elindeki belge daha eski ise ona bakılır. Senaryonun gerçek yazarının belgesi daha geç tarihli ise yapılacak bir şey yok. Bir bardak soğuk su içebilir. Senaryonuz biter bitmez ilk iş olarak, özgün olduğuna ve size ait olduğuna dair bir belgeye sahip olmalısınız. Bunu kapalı bir zarfta kendinize posta yoluyla senaryonuzu göndererek de yapabilirsiniz. Ayrıntılı bilgileri bir avukattan öğrenmenizi tavsiye ederim. Son olarak eğer bir başka eserden uyarlama yaptıysanız ve bu eserin telifi bir başkasının elindeyse bu şahıstan bir muvafakatname almanız gerekiyor. Örneğin Orhan Pamuk gibi eserleri henüz telifli olan bir yazardan uyarlama yaptıysanız doğal olarak bu yazarın rızasını (resmi olarak) almalısınız. Sözlü izinler işe yaramaz.

Senaryonuzu koruyun.

4- Senaryo gerçekten iyi mi?

Senaryo bitti. Kurallara uygun yazıldı. Telif sorunları da yok. Bundan kimse emin olamaz. Dünyanın en iyi senaryosu bile dünyanın en iyi yapımcısından ret cevabı alabilir. Geri çevrilebilirsiniz. Göz ardı edilebilirsiniz. Elle tutulur gözle görülür somut bir ürünü satmaya çalışmıyorsunuz. Bir takım kağıtlar üzerindeki hayalleri satmaya çalışıyorsunuz. Sizin o hayallere ne kadar inandığınız hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Senaryo sanatında bir devrim niteliğindeki bir senaryo ile yapımcı kapılarını aşındırıyor olabilirsiniz. İnsanlar bir iş bir düzen tutturmuş gidiyorlar. Araya girmek, aralarında var olmak istiyorsunuz. Belirsizliklerle dolu bir dünya. Yapmanız gereken şey; enerjinizi kaybetmemek, işinize olan inancınızı kaybetmemek, kendinizi dev aynasında görmemek, sabırlı olmak ve odaklanmış olmak. Maymun iştahlı olmamak. Senaryonun iyi olduğunu kanıtlamak için bazı ‘güzellikler’ yapmanız da işinize yarayabilir:

A. Çarpıcı bir isim

Senaryonun kapak sayfasında isminizi iletişim bilgilerinizi yazdınız. Bir de çarpıcı bir isim yazdıysanız oraya, ‘beni oku’ diye adeta haykıran beyaz sayfalarınız oldu demektir. Font ve kapak sayfa düzeninde farklılığa gitmeyin. Adeta elişi derslerinden fırlamış bir senaryo profesyonel bir imaj uyandırmaz. Örneğin oraya ‘Kuzuların Sessizliği’ yazdıysanız, ve yapımcıya uzatırken ‘bu bir polisiye gerilim’ dediyseniz yapımcının o değerli on saniyesi içinde projeyi okumak için bir istek duyacağını hayal etmek yanlış olmaz. Merak uyandırıcı, okuduktan sonra da iz bırakacak bir isim.

B. İlk On Dakika

Senaryonuzun ilk sayfaları okuyan kişiyi senaryoya bağlamada etkili olduğu kadar seyirciyi de filminize bağlamada etkili olacağı için yapımcılar ilk on sayfaya azami dikkat ederler. Ilk on dakikada filmin neler vadettiğini göstermeniz gerek. Sıkıcı olmayın. Şaklabanlık da yapmayın. Dramatik açıdan güçlü bir giriş, büyük açmazların, engellerin habercileri ya da kendileri… Olacaklar hakkında çok iyi bir ipucu… Merak, merak, merak.

C. Sağlam bir final

Eğer senaryonuzu son sayfalara kadar okutmayı başardıysanız bu büyük bir başarıdır ve umut ışığı hala parıldamaktadır. Ama yeterli değil. Bir de ‘kuş kondurmanız’ gerekmektedir. Yapımcıların film işindeki temel öncelikleri paradır. Filmin izlenmesini, çok seyirciye ulaşmasını hedeflemişlerdir. Bu doğru ve gerekli bir şey. Bu sebeple seyircinizin filmden ayrılırken (acıklı son bile olsa) iyi duygularla ayrılmasını isterler. Yapımcıya göre ‘iyi duygu’ seyircinin verdiği zaman ve paranın hakkını almış olmasıdır. Çünkü filmin seyirciye son anda verdiği duygu genellikle en çok hatırlanan duygu olacaktır. Filmin finalinde bir kuş kondurulmuşsa, seyirci ağlamış, gülmüş, hayata dair bir farklılık hissetmişse filmi genellikle o şekilde hatırlar. Bunun ‘seyirciye istediğini vermek’ şeklinde algılanması her zaman doğru değildir. Bazen seyirciye istemediği şeyi vermek de seyircide iyi bir iz bırakabilir. Kabaca şu şekilde ifade edebiliriz: açtığınız bütün parantezleri kapatın. Ama iyi kapatın. Babam ve Oğlum’u hatırlayın. Film büyük reklam kampanyaları ile gösterime girmedi. Etkili final sahnesi, kondurulan kuş sayesinde filmi izleyen neredeyse her seyirci, filmin reklamını yaptı. Tanıdığı herkesi filmi izlemeye davet etti.

D. Dilbilgisi, imla her şeydir.

Bir senaryo yazarı kendi işine saygı göstermiyorsa, başkalarının o işe saygı göstermesini beklemeye hakkı yoktur. Filmin adında yapılan imla ve yazım hatalarının senaryoya nasıl bir etki yapacağını düşünürsünüz? Ayrı yazılması gereken yerde yazılmayan -de -da, kesme işaretleri, kelime bilgisizliği, iddia yerine iddaa yazmak, büyük harf küçük harf kullanımıdaki hatalar ve daha nicesi… Senaryo yazmak bir meslektir. Otobüsü iyi kullanmayan şoför, parayı yanlış sayan veznedar, göbekli kısa mesafe koşucusu, özensiz-bilgisiz-saygısız senarist. Bir yapımcı ya da bir yönetmen; dilbilgisi, imla ve yazım hatalarıyla dolu bir senaryoyu, dünyanın en güzel hikayesini anlatıyor olsa da okumayabilir. Haklı olur.

Dilbilgisi: Yazarın kendisine ve yazdıklarına saygısıdır.

5- Senaryo yarışmaları

Herkes iyi senaryo arıyor. Buna emin olabilirsiniz. İyi anlatılan iyi bir hikaye kadar müşterisi hazır bir ürün yoktur. Torpil, adam kayırma, rüşvet iddiaları bu tür yarışma ve festivaller için zannettiğiniz kadar yaygın değil. ‘Zaten vermezler’ deyip kendi kendinizi bu tür yarışmalardan ve ortamlardan uzaklaştırmayın. İnsanlar bu tür yarışmaları iyi hikayeleri ve yazarları avlamak için düzenliyorlar. Ciddi yarışma ve senaryo kabul eden festivaller isimsiz yazarlar için en önemli başlangıç noktasıdır. Senaryonuzu bir yapımcıya ulaştırdığınızda okunacağının garantisi yoktur. Ancak bir yarışmaya gönderdiğinizde -en azından jüri tarafından- okunacağına emin olabilirsiniz. İyi, gözünüze kestireceğiniz jüri üyelerinin katıldığı her türlü etkinlik bulunmaz birer fırsattır. Yarışmayı düzenleyenler kadar jüri üyeleri de kendilerine yaratıcı çalışma arkadaşları arıyor olabilirler. Bu sebeple yarışmaları ihmal etmeyin. Ancak çok önemli bir şartla!

Jüri ya da yarışma organizatörleri aptal değildir. İlan edilmiş duyuruya uygun olmayan, on yıl önce yazmış olduğunuz, ‘ne olacak, şansımı denemiş olurum’ dediğiniz senaryoları yutturmaya çalışmayın. Her yarışma senaryosu, söz konusu yarışmaya özel yazılmış olmalıdır. Başlığı değiştirmek yeterli değildir. Senaryonun finaline yada uygun yerlerine mevcut yarışma temasına uygun yamalar yapmak yeterli değildir. Unutmayın: tembel yazar diye bir şey yoktur. Oturup sıfırdan yazacak ve ilgili yarışmaya katılacaksınız. Boş ümitlere kapılmayın, kimseyi kandıramazsınız. Yarışma yönetmeliklerini iyice okuyun. ‘Bu yarışmayı düzenleyenler neden böyle bir yarışma düzenlemiş olabilirler’ diye iyice düşünün. Yarışmalar genellikle sosyal konuları merceğe almak (çözümüne katkıda bulunmak) isterler, örneğin ‘göç sorunu’ ile ilgili bir yarışma teması verilmişse senaryonuzda ‘göçmenleri neden sınır dışı etmeliyiz’ sonucuna varmaya çalışmanız doğru olmaz.

6- Film Festivalleri

Pek çok film festivali senaryo yazarları ile film yapımcılarının bir araya gelmesini sağlayacak etkinlikler düzenlerler. Etkinliğin başlığı ‘Yapımcılarla tanışmakta zorlanan senarist adaylarını sosyalleştirme toplantısı’ şeklinde olmaz tabii ki. Bir film festivalindeki herhangi bir etkinlik, halka açık katılımlı, soru-cevaplı söyleşiler, kokteyller, resepsiyonlar, galalar, film gösterimleri sinemacıların tanışması için önemli fırsatlar sunar. Bir yazar olarak eğer kendinizi pazarlamak durumundaysanız dışa dönük bir insan da olmak zorundasınız. Yazar ve sanatçılar genel olarak içe dönük insanlardır ve kendilerini anlatma konusunda çok istekli olmadıkları gibi bu konuda kabiliyetleri de sınırlıdır. Ama şartlar her insanı zorlar ve değişmek durumunda bırakabilir. Senaryonuzu ve sanatınızı ne kadar hayata geçirmek istiyorsunuz? Soru budur. Bazı konularda kendinizi aşmanız gerekiyorsa aşacaksınız. Yapamıyorsanız şikayet etmekten vaz geçin. Unutmayın, genellikle yazma konusunda yeteneksiz insanlar dışa dönüktür, kendilerini pazarlamayı iyi bilirler ve sosyal ortamlarda başarılıdırlar. Bazen yetenek ve sosyal beceriler bir insanda aynı anda bulunabilir. Her ne olursa olsun işlerini kolaylıkla tanıtabilen insanlar sosyal fobilerinden kurtulmayı başarabilmiş olanlardır.

İyi fikre herkes saygı duyar ve iyi senaryo her zaman kendini gösterir. Asıl iş, senaryonun iyi olduğunu anlamalarını sağlayacak kadar insanlara zaman verebilmek. Okutabilmek. Film festivallerindeki bütün etkinlikler, özellikle katılımcıların da söz alabildiği etkinlikler kendinizi gösterebileceğiniz yerlerdir. Kendinizi göstermekle yetinmeyip sinema profesyonelleriyle birebir iletişim de kurabilirsiniz.

Film festivalleri; senaristler için de çok önemli.

Eğer yeterince dolmuşsanız, artık kendinizi ve senaryonuzu ifade edemezseniz patlayacak hale gelmişseniz, dünyaya açılmanızın da vakti gelmiş demektir. Olsa da olur olmasa da deyip, ‘bir senaryo yazdım ama kimseye okutamadım’ diyor ve durumu kabulleniyorsanız zaten kimseyle tanışmaya çalışmayın, insanların vaktini boşa işgal etmeyin. Senaristlik ile hayal kırıklığı ve başka çaresi kalmamış olmak her zaman barışıktır. Tutkusuz, heyecansız senarist yoktur. Sizde bunlar yoksa boşuna uğraşmayın. Hasbelkader bir yerlere gelmiş insanların ‘sözde’ başarılarını konuşup duracağınıza doğru bildiğiniz şeyde ısrar edin ve bedellerini ödemeye de hazır olun. Başarı öyküleri hep anlatılır. Ne var ki başarısızlık öyküleri sayıca çok daha fazla olmasına rağmen pek konuşulmaz. Vaz geçmemek başarının birinci şartıdır. Vaz geçenlerin başarılı olma şansı yoktur. Ayrıca kendinize şunu da sormayı ihmal etmeyin: ‘Başarı’ nedir? İşlerini büyük paralara satan bir senarist olamasanız da iyi bir insan olma seçeneği hala önünüzde durmaktadır.

7- Yapımcılar

Senaryolarınızı yapımcılara ya da yapım şirketlerine posta yolu ile ya da elden göndermeyin. Nereden geldiği belli olmayan muhatabı ve göndereni belirsiz zarflar kaybolmaya, görmezden gelinmeye mahkumdur. Kişisel olarak senaryonuzu pazarlamanız en sağlıklı yoldur. Peki bu nasıl olacak?

A. Sosyal Ortamlar:

Diğer bütün meslek grupları gibi sinemacılar da, yeme içme ve tatil mekanları dışında, genellikle ortak mekanlarda bulunurlar. Aktör ve aktrislerle -hele tanınmış kişilerse- bulmak, konuşmak; zor ve çoğu zaman tatsız sonuçlar verebilecek türden eylemlerdir. Ama sinemacılar böyle değildir. Kameranın arkasındaki insanlar önyargılarınızdakinden daha mütevazi ve alçak gönüllüdür. Kendileriyle sağlıklı ilişkiler kurabilirsiniz. Önemli olan ‘uygun bir vakitte bizim ofiste görüşelim’ dedirtmektir. Bu çok zor değildir. Dengeli ve mesafeli bir tanışma mizanseni yazabilir ve oynayabilirisiniz. Bunu sizden iyi kimse yapamaz. Neden mi? Çünkü siz senaristsiniz.

B. Ofis ziyaretleri:

Sahne: Bir yapım şirketinin giriş katı. Elindeki sarı zarfın içindeki senaryosuyla bekleyen bir senarist. Kapıdaki görevli kıza Yapımcı X Bey ya da Y Hanım’la görüşmek istediğini söylemiş. Görevli kız kibarca ‘randevunuz var mıydı?’ diye sormuş, cevap olumsuz. ‘Konu neydi?’ diye sorup sormayacağı ise belirsiz. Sorsa bir türlü sormasa bir türlü. Ümitsizlik ve hayal kırıklığı potansiyeli çok yüksek bir sahne değil mi? Bu sahne ve devamındaki bütün olasılıklar içerdiği ümit ve güzellikler kadar gerçek olabilir. İnsani ilişkilerdeki mesafede, istekli ve ısrarcı olmak ile küstahlık ve kabalık arasındaki belirsizlikte ortada bir yerdesiniz. Bilmeniz gereken şey şu; insanlara ulaşmak ve iletişim kurmak sanıldığı kadar zor değil. Zor olan dengeli olabilmek.

C. Tanıdıklar, tanıdıkların tanıdıkları:

Türkiye’de -ve belki dünyada da- senaryonuzu satabilmek için başvurabileceğiniz en etkili yoldur. Insanlar bildikleri ve tanıdıkları insanların görüşlerine ve yönlendirmelerine güvenirler. Bir selam, bir tanıştırma ihtiyacınız olan toplantıyı size sağlayabilir. Tanıdıklık illa ki hemşehrilik ya da yakın bir bağlantı aracılığıyla olmak zorunda değil.

D. Sürpriz faktörleri:

Ne zaman nerede karşınıza bir film yapımcısının, yönetmenin çıkacağı belli olmaz. Böyle sürpriz bir şansınız olduğunda siz hazır mısınız? Filminizi, projenizi, senaryonuzu hemen başından sonuna kadar anlatmaya çalışıp insanları bunaltmayın. İlk hedefiniz, sağlıklı bir ortamda senaryonuzu anlatabileceğiniz bir görüşme koparabilmek.

E. Sosyal Medya:

Bugün sosyal medya hesabı olmayan bir kimse hemen hemen hiç kalmadı. Yapımcılar da sosyal medyayı kullanıyorlar. Asıl iş aslında yapımcılara hangi yoldan ulaşacağınız değil, nasıl ulaşacağınız. Sosyal medya hesabınız, bir senaristin sosyal medya hesabı gibi görünmüyorsa, bir yapımcıyla sosyal medya üzerinden iletişim kurduğunuzda nasıl bir sonuç beklersiniz? Sizinle iletişim kurmaya çalışan bir senarist adayının sosyal medya hesabı (profili), işine odaklanmış bir senaristin hesabı gibi değil de dengesiz, tutarsız, her konuda fikir beyan eden, içeriksiz, kişisel iç dökmelerle dolu bir hesap olsa, siz yapımcı olsanız, ne düşünürdünüz? İnsanların ilgisini çekmek istiyorsunuz ama ilgi çektiğinizde ortaya çıkacak sonuçtan çok da emin değilsiniz.

8- Hepsi bir yana

Senaryo yazarlığında elle tutulur pek bir işi olmamış pek çok senarist adayının hem kendisi hem de girmek istedikleri dünya ile ilgili çok sayıda önyargısı var. Sanatçıların kendi yaptıkları işi beğenmeleri doğaldır. Ama bu, beğeni seviyesinde kalmalıdır. Yazdığı senaryoya aşk seviyesinde bir bağlılık senaristler arasında karşılaşılan çok yaygın bir hastalıktır. Heykeltıraş Pygmalion, bütün sanatçılar için olduğu gibi senaristler için de kötü bir örnektir. Senaryo; şiir-öykü ve roman’dan farklı olarak, daha az bireysel bir sanattır. Yani şiiri yazarsınız ve okuyucusuna ulaştırırsınız. Ama senaryonun seyircisine ulaşması için üzerinde daha çok sayıda insanın çalışması gerekir. Sinema kolektif bir sanattır. Bu sebeple senarist esnek olmalıdır. Hele ki kariyerinin başında bir senaristin tabir caizse hamur gibi olmasında fayda vardır. Kendisini dev aynasında görmek, kendisini suçlamak yerine bütün dünyaya çamur atmak, genç/yaşlı senarist adayları arasında yaygın alışkanlıklar. Hayatında doğru dürüst film izlememiş, anlatı türünün klasiklerinden habersiz, kısıtlı bir genel kültür ile senarist olmaya soyunmuş kalabalıklar arasındasınız, unutmayın. Fark yaratmak kolay değil. Hem işinizin hem de karakterinizin kalitesi ortaya çıkacak sonuçla çok yakından ilişkili. Aile çevresinden sinema camiasında değilseniz, argo deyişle tuzunuz da kuru değilse, işiniz çok daha zor. Bu sebeple senaryo yazmak isteyen, sinemacı olmak isteyen sanatçı adaylarının başarıdan çok, verecekleri emeğe odaklanmaları gerekmektedir. Doğru olan budur.

Senaryo Nasıl Yazılır – 2

BİR ŞEMPANZE ŞEKSPİR OLABİLİR Mİ?

Bir şempanze, üzerinde 50 tuşu olan bir daktilo ile bir odada baş başa kalsa ve tabii ki daktilonun tuşlarına rastgele dokunmaya başlasa; söz gelimi Şekspir’in Hamlet’ini yazma ihtimali ne olur? Pek muhtemel gibi görünmüyor değil mi? Düşünce deneyimizi şöyle değiştirelim o halde: Sonsuz bir ömre sahip bir şempanzeye aynı işlem için sonsuz bir zaman versek ortaya bir Hamlet çıkarması mümkün olur mu? Evet ise, bunun için ne kadar zaman gerekir?

Shall I compare thee to a summer’s day?

Sonsuz ömre ve bir daktiloya sahip şempanze kurmacası aslında ne kadar büyük olursa olsun sonlu bir sayı ile sonsuzluk kavramı arasındaki farkı anlamak niyetiyle oluşturulmuş istatistik ve olasılık teorileri üzerine matematiksel bir düşünce deneyi. Deney sonucunda şempanzenin bir Hamlet (ya da başka herhangi bir klasik eseri) oluşturabilme ihtimalinin mümkün olduğu matematiksel olarak ispatlanıyor. Biraz uzun zaman gerekiyor tabii. Örneğin bilgisayarla yapılan bir simülasyonda sanal bir şempanzenin

VALENTINE. Cease toIdor:eFLP0FRjWK78aXzVOwm)-‘;8.t

yazısını üretebilmek için 42.162.500.000 milyar milyar maymun yılı boyunca çalışması gerekmiş. Bu yazının ilk 19 karakteri Şekspir’in Veronalı İki Centilmen oyununda yer alıyor. Tek bir cümle için durum böyle. Bütün bir Hamlet için ise evrendeki bütün parçacıkların sayısından çok çok daha fazla seneler geçmesi gerekeceği ortaya çıkıyor.

Sonsuz maymun teoremi adı verilen bu düşünce deneyi sonsuzluk ve olasılıklar konulu pek çok tartışmanın bir parçası… Daktilosu olan bir şempanzenin bir Şekspir olabilme ihtimali pek makul bir olasılık olmasa da sıfır değil. Ne var ki göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta var:

Söz konusu şempanze ortaya bir Hamlet çıkarsa da, bunu bilinçli olarak yani bir anlam ya da duygu oluşturmak gayesiyle yapmıyor. Tuşlara rastgele dokunmasının sonucu kazara bir eser ortaya çıkarmış oluyor. Örneğin:

Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Ve sık sık kararı da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.
(18. Sone – Çeviri: Talat Sait Halman)

Gereken tuşlara gereken sırayla basabilse ve 18.sone’yi yazabilse de ne içerdiği duygudan bir nasibi olacak ne de okuyucusunda böyle bir duygu oluşturma niyeti olacak.

Demek istediğim o ki, basit iki kelimeyi bile bir araya getirebilen bir yazar, sonsuzluklar evreni içinde çok değerli bir eylemde bulunmaktadır. Bazı duygu ve düşüncelerin kuşaklar boyunca hissedilmesi böylesi değerli çabaların sonucudur. Hissetmek ve düşünmek insana özgü çok değerli yetenekler olduğu gibi bunları aktarabilmek de yine insana özgüdür ve çok değerlidir. Her yazarın, özellikle de yazar adaylarının hatırlamasında fayda var. O tuşlara dokunun ve güzel kelimeler dökülsün klavyenizden. Gerçek ortaya çıksın. Duygular paylaşılsın.

ANLATI NEDİR?

Senaryo’nun bir anlatı türü ve biçimi olduğunu tekrar hatırlayalım ve anlatı için genel bir tanımlama vermeye çalışalım.

Anlatı: Her ne biçimde olursa olsun (sözel, yazılı, görsel), ister gerçek ister hayali, birbirleriyle ilişkili olayların belirli bir düzen içinde aktarılmasına, rapor edilmesine, anlatılmasına anlatı denir. Biz anlatı kelimesini latin dilleri kökenli narrare, narrativus, narratif, narrative kelimelerinin karşılığı olarak kullanacağız. Anlatı, yapısal ve tematik kategorilere ayrılabilir;

  • Yaratıcı kurmaca dışı, biyografi, gazetecilik, şiir ve tarih yazımı gibi kurmaca olmayan anlatılar.
  • Anekdot, mit, efsane ve tarihsel kurmaca gibi kurmacalaştırılmış tarihsel olaylar;
  • Düzyazı edebiyat, azı şiirler, kısa hikayeler, romanlar ve anlatısal şiir ve şarkılar, kimi oyunlar ve kayıtlı ya da kaydedilmeyen performanslar gibi kurmaca anlatılar.

Anlatı pek çok biçimde de olabilir, mesela konuşma, edebiyat, tiyatro, müzik ve şarkı, çizgi roman, gazetecilik, film, televizyon, video (internet üzerindeki videolar da dahil), radyo, oyunlar (çocukların oynadıkları saklambaç vs, yetişkinlerin oynadıkları satranç, iskambil ya da konusu olan herhangi bir oyun) ve değişik performanslar. Ve aynı şekilde resim sanatı örnekleri, heykel, çizimler, fotoğrafçılık modern görsel sanatlar bir şekilde anlatı özellikleri taşıyor olabilirler. Öte yandan sözel anlatılar da hayatın içinde önemli yer kaplar. Masallar, dedikodu ve dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan halkaların sözel kültürlerinin parçası olan anlatılar.

ANLATININ ÖNEMİ

Neden bunları bu yazıya dahil ediyorum? Çünkü konumuz yazmak ise asıl iş anlatıyı anlamaktır. Anlatı insansız olamayacağı gibi insan da anlatısız olamaz. Belki bu son cümlenin ilk yarısı için bazı denemeler yapabiliriz ama ikinci yarısı için peşin hükümlü olabiliriz. Klavyenin tuşlarına rastgele dokunan bir şempanze olmadığımıza göre, anlatı, insanı anlamak için (kendimizi anlamak için) elimizdeki en büyük araçtır. Bu kadar açık ve net. Lütfen yazma işini hafife almayın. Çok emek vermeyi hak edecek kadar önemlidir. Matematik kadar, bilim kadar (belki daha da fazla), insanlık tarihini şekillendiren bir insanlık durumudur. Örneğin Aydınlanma, batı dünyası için bir tanım ve aidiyet oluşturan, aklın hakimiyetini temsil eden, büyük bir anlatıdır. Galileo’nun dünya yine de dönüyor demesi bu büyük anlatıyı oluşturan nispeten minör anlatılardan biridir. Bu büyük anlatı kitleler tarafından kabul görür, bir çeşit aidiyet yaratır ve yaygınlaştırılmaya çalışılır. Örneğin Cengiz Han anlatısı Moğolistan’da farklıdır, yakıp yıktığı topraklarda farklı… Cengiz Han ile ilgili bütün tarihsel yazım eylemleri de farklı farklı da olsalar bir büyük anlatı ailesine dahil olmak zorundadırlar. Böylece anlatı, toplumları/milletleri yaratan unsurlardan en önemlisi oluverir. Kurtuluş Savaşı, teması düşmanı denize dökmek olan bir Türkiye Cumhuriyeti anlatısıdır. Buna karşın Megali Idea da bir başka anlatıdır. Her anlatı, olaylar kadar kahramanlara da ihtiyaç duyar. Daha doğru ifadesi ise şöyledir:

Bir anlatının var olması için iki ana unsur var olmalıdır. İnsan ve olay(lar).

Demek oluyor ki insanın doğasını ve olayların doğasını anlamak kalıcı ve etkili bir anlatı kurabilmenin en temel gerekliliğidir. Kalıcı, başarılı ve etkili bir anlatı kurabilmek için anlatıdaki insanların ve olayların düzenlenişi hakkında eksiksiz bir bakış açısı geliştirebilmeliyiz. Bir şempanze uzun yıllar uğraşsa da sizin gibi yazamaz. Eh, boşuna demiyoruz: İyi bir yazar olma yolculuğu ile iyi bir insan olma yolculuğu aslında aynı şeydir.

Devamı haftaya.
Görüş ve önerileriniz için yorum seçeneğini kullanınız. Yorumlar yayınlanmadan önce yazar tarafından denetlenmektedir.

Senaryo nasıl yazılır – 1

Bir senaryo yazmak için önce senaryonun ne olduğu konusunda uzlaşalım. Senaryo; sinema filmi, kısa film, video klip, TV filmi, TV dizisi, web serisi, belgesel, sunum, vb. gibi görsel içerikli eserlerin içeriğinin yazılı halidir. Senaryo sadece ‘kurmaca’ türler için yazılmaz. Kurmaca olmayan (belgesel, sunum gibi) görsel içerikli eserler için de senaryo yazılır.

Stephen King – Yazar

Kurmaca: temel olarak gerçeklerden ya da tarihten beslenmeyen, yazarının hayal gücünden beslenen anlatı türlerine verilen genel isimdir. Yazar bazen gerçek/yaşanmış bir hayattan beslenebilir ya da kesitler alabilir, ancak olayları ve karakterleri anlatırken bakış açısı ve kronoloji gibi bazı temel tercihleri yaparken esas aldığı şey kendi hayal gücüdür. Kurmaca türünü ayırt etmek için olayların ve karakterlerin anlatı içindeki düzenine bakmak faydalı olabilir. Örneğin yazar, bir karakterin, başka hiç bir canlının görmediği bir zaman dilimindeki davranışlarını anlatıyorsa bu kurmacadır. Genellikle bütün kurmacalar, karakterlerin iç dünyasıyla ve başka insanların görmediği davranışlarıyla da ilgilenirler. Bir haber metni kurmaca değildir. Bir belgesel senaryosu (içinde kurmaca bölümler içerebilir) kurmaca değildir.

Bugün genel kullanımda senaryo dendiğinde kurmaca senaryo anlaşılır. Hatta günlük dilimizde ‘senaryo’ kelimesi ‘yalan dolan’ anlamında da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Hayal gücü ile gerçeğin arasında gri ve sorunlu bir alan vardır. Yazar’ın varlığı bu sorunu oluşturmaktadır. Çünkü çoğu zaman (bir tercih olarak) kurmaca yazarı, ‘her şeyi bilen adam’ konumunda bulunur.

Billy Wilder – Senarist

Yazar’ın yazdığı eser ile ilişkisi gibi, kurmaca türünün gerçek dünya/yaşam ile ilişkisi gibi konular tarih dönemlerine, kültürel ve sosyal arka plana ve felsefi yaklaşım ve inançlara göre farklılıklar gösterebilir. Bütün bu farklılıkları inceleyen, ayrıntılı ve karmaşık konu başlıklarıyla dolu disiplinler mevcuttur. Genel bir uzlaşı da yoktur. Ne var ki insanlık kadar eski anlatı geleneği bir şekilde var olmaya devam edegelmektedir. Anlatı, şekil değiştirebilir, ortam değiştirebilir ama var olmaya devam eden/edecek olan tanımlayıcı bir insan fonksiyonudur. Dünyadaki bütün kültürler, bütün dinler ve mitolojiler, inanç ve hatta düşünce sistemleri, toplumlar, futbol takımları bile bir anlatıya ihtiyaç duyarlar. Bireyler de anlatısız yaşayamazlar. Herkesin bireysel bir hikayesi/anlatısı vardır. Bu sebeple çoğu insan laf arasında ‘hayatım roman’ deyiverir.

Bu sebeple bir senaryo yazmak demek bir öykü anlatıcısı olma iddiasını gerektirir. Öykü anlatmak ve öykü dinlemek vazgeçemeyeceğimiz özelliklerimizdir. Tanımadığımız insanlar kendi aralarında konuşurlarken bile kulak kabartırız, bir öykü yakalamaya çalışırız. Evet, dedikodu bir anlatı türüdür.

Uzun lafın kısası, bir senaryo yazmak istiyorsanız olayları ve karakterlerinizi hangi sırada ve hangi dozda yazacağınızı tasarlayabilecek kadar ‘anlatı’ ustası olmak zorundasınız. Senaryo yazarlığı, sadece senaryo sayfa düzenini bilmek değildir. Bir senaryo yazmak istiyorsanız anlatmak istediğiniz öyküyü seyircisi üzerinde oluşturmak istediğiniz etkiye göre de yazmanız gerekir. Görüldüğü üzere derinlemesine düşünce ve emek gerektiren pek çok temel sorunla karşı karşıyayız. Bu sebeple çoğu insan ‘hayatım roman’ der ama oturup roman yazmayı başarabilen, yazdıktan sonra da kabul gören çok az insan vardır. Bir film ya da bir dizi film izleyip, ‘ben de yazmak istiyorum’ demiş olmanız son derece doğaldır. Bunu dediğiniz anda ‘hayatım roman’ diyen kişiler arasında yerinizi almışsınız demektir. Geriye önemli bir mesele kalmıştır artık: oturup yazmak.

David Peoples – Senarist

Yazar her şeyden önce bir seyirci/okuyucudur. Bir filmin ya da kitabın kendisi üzerindeki etkisini başkaları üzerinde oluşturmak isteğiyle yanıp tutuşan bir insandır. İyi yazarlar iyi birer okuyucu, iyi senaristler de iyi birer seyircidirler. Kaderiyle pazarlık yapmaya çalışan bir insanın düştüğü durum kadar trajik bir durumdur; bir yazar adayı için okumaya ve izlemeye direnmek…

Devamı haftaya…

Çare Yazmak

Bizi biz yapan nedir?

‟Biz” dediğimizde gerçekten ne kastediyoruz? Hangi sosyal, ırksal, coğrafi, politik ya da herhangi başka hangi gruba mensubiyetimizi ima ediyoruz? ‟Biz” herhangi bir dilde en çok kullanılan kelimelerden biri. Her birimiz vatandaşlar, müşteriler, taraftarlar, aile üyeleri vs. olarak bir grup insanla mutlaka bir şekilde bağlantılıyız. Ancak sanıyorum ki bugün dahil olduğumuz en büyük ve en önemli mensubiyetlerden biri -belki de birincisi- içinde yaşadığımız zamanla olan bağlantımız sebebiyle dahil olduğumuz… Hepimiz yaşadığımız zamanın birer ürünüyüz. Zamanımız bizi bir heykeltraş gibi yontarak şekillendiriyor. Pekala… Zamanımızı nasıl tanımlayabilir, nasıl anlayabiliriz? Zamanın ruhu denilen şey nedir ki?

Vikipedi’ye göre zamanın ruhu, belli bir zaman diliminde toplumların üyelerini yönlendiren ve yöneten bir takım inançlar ve fikirler topluluğu. Zamanın ruhu aynı zamanda almancasıyla da anılan (Zeitgeist) ilk kez Aydınlanma Çağı filozofları tarafından kullanılan bir kelime. Ki bu filozofların bir çoğu da almandı. Tamam… Bizim yaşadığımız zamanda da toplumlara ait bireyleri yöneten ve yönlendiren inançlar ve fikirler topluluğu olduğunu gözlemleyebiliyor muyuz? Muhtemelen evet. Belki de postmodernizm adı verilen şey yaşadığımız zamanın ruhunu tanımlamamıza yarayacak bir şeydir.

Aynı şekilde Zamanın Ruhu tanımlamasını ilk ortaya atıldığı dönem için de kullanabiliyoruz. Aydınlanma Çağı ismi verilen çağın bir ruhu vardı, evet. Ve yine mesela İngiltere Kraliçesi Victoria’nın tahta kaldığı süreye nisbetle Viktorya Çağı adı verilen zaman diliminin de bir ruhu vardı. Tamam. Bugünün baskın ve belirgin inanç ve fikirleri nelerdir diye düşünsek aklımıza neler gelir? Sanıyorum filozof Alvin Toffler’in ortaya attığı kavram silsilesi zamanımızın en elverişli ve biraz da karamsar bir tasviriydi: Gelecek Şoku. (Future Shock). İşte bu zamanımızın ruhudur.

Çok az zaman çok fazla bilgi

‟Dünyanın değişik köşelerinde bulunmamı sağlayan çalışmalarım sırasında değişik biçimlerini gördüğüm bir olguyu yeni yeni anlamaya başlıyorum. Modern teknoloji rüyada bile göremeyeceğimiz bir debdebeyle değişmekte. Fakat bu teknolojinin kaçınılmaz ve ağır bir bedeli de var. Endişe ve stres çağında yaşıyoruz. Bütün bu debdebeye rağmen kendi teknolojik gücümüzün kurbanları olduk. Bir şok içideyiz. Gelecek şokunun…

Gelecek şoku, çok kısa bir zaman içinde çok fazla değişimin getirdiği bir hastalık. Bu artık hiç bir şeyi kalıcı olmayışının getirdiği bir duygu. Bilgisayarlar şeyleri bir araya getirerek yeni bilgiler üretirken o kadar hızlılar ki bunu sindiremiyoruz.”

Orson Welles

Bu sözler Orson Welles’in sunduğu 1972 tarihli Gelecek Şoku adlı belgeselden… Evlerimizdeki ya da ceplerimizdeki kişisel bilgisayarları boş verin internetin bile olmadığı bir dönemde yazılmıştı yukarıdaki sözler. Kendi zamanımızın ruhunun gerekliliği olarak mozaik bir kültür içinde yaşıyoruz, çok fazla şey biliyoruz ama bilgelik ve içgörüden mahrumuz. Mobil teknolojilerin ortasında kendimizi tanıyabilme ihtimalimiz çok çok zor. Peki ne olacak halimiz?

Çare yazmak. Kurmaca hem de.

Bir hikaye anlatın. Bir kurmaca yazarı düşünür, hisseder ve karakterlerinin yerine yazar/konuşur. Yazma eylemi için gerçek duygunun adı empatidir. Bir yazar bir başkasıymış gibi düşünür ve hisseder. Bu anlamda empati kendimizi anlayabilmek için sahip olduğumuz en iyi yollardan biridir. Empati tecrübe etmek sizi iyi bir insan yapar ve okumak gibi yazmak da empatiyi geliştirir.

Robert Sanchez ve Robert Stolorow’un bir terapi olarak felsefeyi önerdiği gibi Adrian Furnham da Psychology Today dergisindeki bir makalesinde yazmanın bir terapi olabildiğini söylüyor. Yazma terapisi konusunda ayrıca vikipedi makalesine de göz atabilirsiniz. Dünyadaki açlık ve fakirliğin gerçekten ne olduğunu ve ne boyutlarda olduğunu anlamaya ihtiyacımız var. Küresel iklim değişikliğinin gerçekte ne olduğunu anlamaya ihtiyacımız var. Demokrasi, aşk, tarih… Her şey hakkında çok şey biliyoruz ama bu şeyleri gerçekten biliyor muyuz orası şüpheli. Bilgelik? Malesef. Parçalanmış zihinler. Bütün sahip olduğumuz bu.

Neden kurmaca? Anlatı desek daha doğru olur. Anlatının, zeitgeist’ımızın bize getirdiği bütün dertlere çare olabileceğini neden düşünüyoruz ki? Cevap başka bir sorunun arkasında gizli: Anlatı nedir? Bir hikaye nedir? Ufak bir araştırmayla soruya çok fazla cevap olduğunu görebilirsiniz (her zamanki gibi). Robert Fulford’un Anlatının Gücü: Kitle İletişim Çağında Hikaye Anlatıcılığı isimli muhteşem kitabını hararetle tavsiye ediyorum. Aynı zamanda konuyla ilgili olarak Jonathan Gottschall’ın The Storytelling Animal isimli kitabına da göz gezdirmek isteyebilirsiniz. Her iki yazar da gazeteci. Bu demektir ki her iki yazar da işlevsel bir bakış açısına sahipler. Bu parçalanmış zihinlerimiz için iyi bir şey.

Anlatı insanoğlunun ayrılmaz bir parçası. Anlatının olmadığı bir insanlık durumu ve dönemi yok. Anlatı bizi biz yapan şeylerden biri. Anlatıya ve tarihe, ve hatta anlatı tarihine bütünsel bir bakış açısı geliştirmek bir yazar için, empatiye ihtiyacı olan herkes için oldukça gerekli… Kurmaca yazarlığı, insan olma yolculuğumuzdaki en önemli kazanımlardan biri olabilecek güçte…

İyi diyalog – Kötü diyalog

Col. Nathan R. Jessup.

Karakterle ilgili seyircinin bilmesi gereken bilgileri seyirciye vermek bazen sizi zor durumda bırakabilir. Karakterlerinizin açıklayıcı konuşmalar yapmak zorunda kalması hiç hoş değildir. Karakterler birbirlerini ilk defa görmüyorlar, seyirci ilk defa görüyor. Yani karakterler birbirleriyle konuşurken birbirlerini yeni tanıyormuş gibi sorular soramazlar, sormamalılar. Şu örneği inceleyin:

Kötü yazılmış diyalog:

– KADIN: Bir hafta içinde şehirden ayrılıyorsun. Bunun işinle ilgili olduğunu bana söyleme lütfen.

İyi yazılmış diyalog:

– KADIN: Bunun işinle ilgili olduğunu bana söyleme lütfen.
– ADAM: Neyin?
– KADIN: Bir hafta içinde şehirden ayrılıyorsun!

İlk durumda kadın durduk yere kendinin de Adam’ın da bildiği bir gerçeği söylüyor. Günlük hayatımızda ilk durumdaki gibi konuşmalar yapmayız. Çünkü genellikle bu tür konuşmaları yaptığımız kişileri tanıyor ve hayatlarında neler olup bittiğini biliyoruzdur. Alttaki diyaloğa baktığınızda neredeyse hiç bir şeyi değiştirmeden, sadece diyaloğun söyleniş sırasını değiştirerek iki karakter arasındaki konuşmanın çok daha doğal bir hale geldiğini görebilirsiniz. Kadın karakter Adam’ın şehirden ayrılması ile ilgili kafasında bir şeyler kurmaktadır besbelli. Bu sebeple ulaştığı sonucu ilk önce söylemeyi tercih eder. Adam da o an muhtemelen başka bir şey düşündüğü için konuyu tam anlayamaz. Ve sorar. Böylece filmin seyircisinin, karakteriyle ilgili öğrenmesi gereken bilginin kadın karakter tarafından verilmesini sağlar. Kadın açıklama yaptığında hem kendisinin ne hakkında konuştuğunu Adam’a (görünürde) açıklamakta, hem de filmin seyircisine (aslında) Adam’ın bir hafta içinde şehirden ayrılacağı bilgisini vermektedir. Ufak bir değişiklikle kötü yazılmış diyalog iyi / makul / iş görür hale dönüşmüş olur.

İki farklı diyalog yazımı, karakterleri içine soktuğu durum açısından da çok farklıdır. İlk durumda karakterler bir yazar tarafından yazılmış olduğu bariz bir durumda, zoraki davranmakta, ikinci durumda ise karakterler adeta yazardan bağımsız kendi başlarına düşünüp hareket etmektedirler.

Yazarlığın Geni Yoktur.

Asıl yolculuk insanın içine doğru yaptığıdır.
Reiner Maria Rilke

Hemen hemen iki yıl önce evde oturmuş bir sinema filmi için senaryo yazıyordum. Huzur dolu bir andı. Arkama yaslandım ve hayatım hakkında düşünmeye başladım. Var olmak için ne yapmıştım? Aile gibi en temel şeylere sahip olabilmek için nasıl bir çaba göstermiştim? Dini ya da ruhsal bir an değildi. Tam anlamıyla mantıksal bağlamda soruyordum bunları. Cevap da son derece mantıksaldı: Hiçbir şey.

Bir bebek gözlerini açar açmaz anne-babasını görür. (Genellikle) Sevgi dolu bir aile… İşin aslı hiç birimiz dünyanın kuruluşunda burada değildik. Demek istediğim gözlerimizi dünyaya açtığımızda dünyayı hazır ve kurulmuş olarak bulduk. İyi ya da kötü… Ve doğar doğmaz dışımızdaki dünyayı olduğu kadar içimizdeki dünyayı da keşfetmeye başladık. Bu aynı zamanda yazar olmaya niyetlenmiş bir kimsenin unutmaması gereken ilk şeydir. Bir yazar her daim öğrenme sürecindedir. Bu süreç asla bitmez. Bütün kurallar, yazarlık kursları, kitaplar, öğretiler, biçimler bu gerçek karşısında sönük kalırlar. Carl Sagan’ın şu sözlerini hatırlamakta fayda var: ‘Dünyanın yüzeyi kozmik okyanusun kıyısıdır. Ne öğrendiysek bu kıyıda öğrendik. Son zamanlarda bu davetkar okyanusun kıyısında belki ayak bileklerimize kadar suya daldık. Ancak okyanus bizi hala davet ediyor.’ İşte bu davet, yazarları yazmaya iten şeydir. Tıpkı astronomlar ya da astrofizikçiler gibi yazarlar olarak bizler de bir çeşit kaşifleriz.

Carl Sagan

Latince uni kelimesi sayı olarak bir anlamına geliyor. Versus ise dönüşmüş demek. Bu iki kelimenin birleşmesinden oluşmuş universus kelimesi ise ‘bir’e dönüşmüş, bütünleşmiş’ gibi bir anlam taşıyor. Batı dillerinde latince universus kelimesinden türemiş önemli bir kelime daha var: Universe. Evren demek… Eğer bir yazar iç dünyasını ve dış dünyayı bir bütün haline getirebiliyorsa ölümsüz kelimeler yaratabilir. Gerçek yazar, kelimelerinin sahibidir onlarla birlikte yaşama yolunu seçmiştir. Bir yazar sadece kendi dışındaki dünyayla, doğayla ya da başka insanları gözlemlemekle ilgilenmez. Tıpkı dışımızdaki dünyayı gözlemlemek için teleskop ya da mikroskop gibi özel aletler geliştirdiğimize göre, kendi iç dünyamızı gözlemlemek içinde özel yöntemler geliştirmeliyiz. İnsanoğlu kendi ruhunu ‘enfüsi bir mikroskobun’ lameline koyabilmelidir.

Maceraların en güzeli, en büyüğü ‘insana dönüşme’ yolculuğudur. Yaşadığımız her saniye nasıl insan olacağımızı öğreniyoruz. Başlangıçta bir çeşit yarı insan olarak -buna çocuk da denebilir- potansiyellerle doğuyoruz. Olgunlaşmamış, henüz yarım ruhlarımızdan bahsediyorum! Biyolojik olarak doğduğumuz andan itibaren insanoğlu ailesinin bir ferdiyiz evet, insan genlerine, insan DNA’sına ve kromozomlarına sahibiz. Bilimsel bir tartışmanın içine dalmak istemem ama aşk, nefret ya da sözgelimi kıskançlık için ayrılmış birer gen yok. Çok sevdiğim bir filmde de geçtiği gibi: İnsan ruhunun geni yoktur. (GATTACA 1997)

Gnothi Seaton’, Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın kapısının üstüne kazınmış yunanca bir aforizma. Kendini bil demek. Kendimizi bilmek, antik zamanlardan bugüne kadar her alanda bilgelik edebilmek için anahtar vazifesi görüyor. Neden? Dışımızdaki dünyayı araştırmak için üniversiteler çeşitli kurumlar açıyoruz, bolca da vakit ayırıyoruz. Ama bilmeliyiz ki bu evreni ‘bir bütün olarak’ anlayabilmek için yeterli değil. Evreni içimize doğru da gözlemlemeliyiz. Mevlana, bir insanın kendini bilmeden başka şeyleri öğrenmeye çalışmasını bir kuşun uçmaktan vazgeçip kafesinde otururken kanatlarını yolmasına benzetiyor. İşte bu sebeplerle ‘kendini bilmek’ evreni anlamak için hayati bir öneme sahiptir, aynı zamanda bir yazar olabilmek için de…

İşin aslı kendini bilmek hiç de kolay değildir. İnsanın kendisi hakkında bir durugörü kazanması gerçekten zordur. Eğer bu konuda ilerleyebilmiş bir insan görürseniz o gerçekten de önemli ve büyük bir insandır.

Ivan Karamazov: Akılcı, huzursuz, duygusuz, nihilist, yüksek seviyede entelektüel.
Alyoşa Karamazov: Sevimli, inançlı, iyimser, kahraman.
Dimitri Karamazov: Şehvet düşkünü, duygusal, hırslı, mirasyedi.

Ne görüyorsunuz burada?

Dostoyevski

Bütün zamanların -en azından benim için- en büyük romancısının en büyük ve son romanının ana karakterlerine dair kısa tanımlamalar… Bu üç karakter hiç şüphesiz romanın yazıldığı dönemin ve toplumun bir fotoğrafını veriyor okuyucularına. Ancak gözden kaçırmamak gerekir ki Dostoyevski aynı zamanda kendisi hakkında da yazıyordu. Bu üç önemli karakterin kişisel olarak da Dostoyevski için bir anlamı vardı. Çünkü hiç şüphe yok ki Dostoyevski bütün hayatı boyunca ‘kendini bil’ adındaki korkunç soru/gerçek ile yüzyüze gelmişti. Bu karşılaşma ve çabaları bütün zamanların en iyi romanları olarak meyve verdi. Resme bakın: Dostoyevski Ivan olmaktan ölesiye korkuyordu. Hep Alyoşa olmak istemişti. Ne var ki olabildiği sadece Dimitri idi. Muhteşem değil mi?

İşte, iyi bir yazar olma yolculuğu kendini tanıma yolculuğundan hiç de farklı değildir. Bu bizi aynı zamanda daha iyi bir insan yapmaya da yarar. İşte bu tam olarak kozmik okyanusun bizlere yaptığı çağrıdır.

Senaryonuzu Kimseye Okutmayın

Bana da senaryo göndermeyin. Bugüne dek senaryo gönderen hemen herkese dönüş yapmaya çalıştım, fikir vermeye çalıştım. Ancak artık tanıdık-tanımadık hiç kimseden “okunmak ve değerlendirmek üzere” senaryo kabul etmeyeceğimi duyurmak isterim. Bunun pek çok sebebi var, hızlıca sıralayayım:

  • Günlük iş temposu içinde zaten elimde okunmak üzere bekleyen çok sayıda senaryo-kitap-makale oluyor. Okuma programımın dolu olmadığı bir zaman dilimi yok. Bana ulaştırılan kısa-uzun senaryoların hepsini istesem de okumam mümkün değil. Hayat kısa, zaman kısıtlı.
  • Ders verdiğim kurumlardaki arkadaşlarım; derslerimizi verimli geçirmeye çalışmak, senaryolarınızı okutup yorumlatarak elde edeceklerinizden çok daha fazladır. Derslerde bildiğim her şeyi anlatıyorum zaten. Sonrası size kalmış.
  • Telif sorunları: Arkadaşlar; senaryolarınızı kimseye okutmayın. Senaryoların telifi vardır ama fikirlerin yoktur. Yazdığı bir tretmanı, -tabi ki başkalarının yazdığı/çektiği- sekiz,on sezon boyunca bir dizi olarak TV’de izlemiş biri olarak söylüyorum bunu. Sizin bana ve birilerine okutmaya çalıştığınız gibi ben de zamanında  o tretmanı birilerine okutmaya çalışıyordum…
  • Telif sorunları 2: Senaryonuzu okuttuğunuz kişi, örneğin yirmi yıl sonra bir gün sizin kendisine okuttuğunuz senaryodaki bir sahneye benzer bir şey yazabilir. Böyle bir şeyin kötü niyetli olmasına gerek yok. İnsan bilinci çoğu zaman alttan altta çalışmaya ve hatırlamaya devam edebilir. Size iyilik olsun diye senaryonuzu okuyan kişiye yirmi yıl sonra “vay hırsız” demeniz hiç hoş olmaz. Hayatını yazarak geçiren biri çok şey yazar. Yazdığı onca şeyden bir tanesi, okuduğu binlerce senaryodaki bir sahneye, bir mizansene bir fikre benzeyebilir. Çoğu zaman da bilinçsiz olarak… Ben kendi adıma kimsenin fikrini çalmak gibi bir niyete sahip değilim, hiç de olmadım. Bende yeterince iyi fikir var 🙂 Ancak birileriyle benzer şeyler düşünmeyeceğimi de iddia edemem. Anlatabiliyor muyum? Her okuduğum senaryo bu bağlamda benim için kısıtlayıcı ve hafızamda rahatsız edici bir çentik açmak demektir. Normal şartlarda bana senaryo gönderen herkesle yazılı bir anlaşma yapmam gerekir. “İleride doğabilecek herhangi bir benzerlik durumunda hak talep etmeyeceğim” deyip altına imza atanların senaryolarını okumam gerekir demek istiyorum. Ancak malesef bu kapıyı da kapatmak istiyorum.
  • Sinema, senaryo yazarlığı; işinizle ortaya çıkmanızı gerektirir. Hobi olsun diye senaryo yazılmaz. Yani, yazıyorsanız yazın ve profesyonel anlamda değerlendirin. En iyi yorumu yapımcılar, oyuncular yani projenize dahil etmek istediğiniz kişiler zaten yapacaktır. Onların yazdıklarınızı kötü bulmasından utanacağınızı düşünüyorsanız, size tavsiyem başka bir alana yönelin.
  • Senaryonuz kötüyse eleştiremiyorum kardeşim! Heves kırıcı olmak istemiyorum. Kibar ve mesafeli bir ilişki bunu gerektirir. İçimden geçen şey, bana gelen senaryoların yüzde doksanında şu şekilde oluyor: “Berbat” “Ne anlatıyor bu?” “Hiçbir şey anlamadım!” “Al bir Tarkovski bozuntusu daha!” “Kendini dev aynasında görmekten vaz geçip bana neden bir öykü anlatmıyorsun?” Buna rağmen sarfettiğim kelimeler ise şuna benzer şeyler oluyor: “Gayet iyi ama biraz daha çalışmalısın” “Bunu seyirci anlayacak mı sence?” Okuduğum çoğu senaryoya okurken bile konsantre olamıyorum, film olduğunda ortaya ne çıkar Allah bilir!

Özetle söylemek gerekirse, hayatım okumak ve yazmakla geçiyor. Senaryo okumak; kısa olsun uzun olsun emek isteyen bir iş. Senaryo doktorluğu yaptırmak istiyorsanız, bu işi yapıp para kazanan insanlar var, duymuşsunuzdur. Bugüne dek yaptığım senaryo doktorluğu için kimseden para istemedim. Ama bundan sonra isteyeceğim haberiniz olsun. Lütfen ne bana ne de bir başka profesyonele senaryolarınızı göndermeyin.

Senaryonuzun Reddedilmesinin 23 Sebebi

Screencraft'tan bir yazı.

Screencraft’tan bir yazı.

 

  1. Senaryonuzu büyük bir ajansa, yapımcıya ya da yapım şirketine istenmeden gönderdiniz.

    Yapımcılar, menajerler, yapım şirketleri ya da TV kanalları size senaryonuzu okumak istediklerini söylemedikçe okumak istemezler, okumazlar. Tanımadığınız insanların sayfalarca senaryoyu okuyup içindeki hazineye aşık olmalarını bekliyorsunuz. Oysa sadece acemiler arada bir talep isteği olmaksızın senaryo gönderir ve okutmaya çalışırlar.

  2. Yaratıcı fikriniz, senaryonuzun kendisinden çok daha iyi.

    Senaryonun konsepti iyi ama senaryonun kendisi, işçliği o kadar değil. Bu çok yaygın, emin olun.

  3. İlk on sayfanızı karakterlerinizin tanıtımına ayırdınız. Hem de bunu hiç bir vaatte bulunmadan ve çatışma kurgulamadan yaptınız.

    İlk on sayfa senaryonuzu okuyan kişiyi etkilemeli. Sıkıcı tanıtımlar, uzun uzun açılımlar buna engel olur. Hemen açılışta, yani filmin ilk dakikalarında seyircinizi koltuğa bağlamalısınız. Senaryonuzu okuyan kişiler acemi değiller, acemiliği çok kolay tespit edebilirler.

  4. Sahne tasvirleriniz fazlasıyla uzun.

    Senaryonuzun acemi işi olduğunu bas bas bağıran bir durum. Bu bir roman değil. Mekanı ya da karakterleri fotoğraf ya da roman sanatı gerçekliğinde tasvir edemezsiniz. Ederseniz reddedilirsiniz. Sinemanın nasıl işlediğini bilmeniz lazım. O tasvirlere ihtiyaç yok çünkü işi bu tasvirleri yapıp uygulamak olan sinema profesyonelleri zaten projede yer alacaklar. Siz dramatik yapıyı, gerilimi, merakı, çatışmayı iyi kurun. Sizin işiniz bu.

  5. Ya bütün senaryo ya da büyük kısmı diyaloglarla dolu.

    Radyo tiyatrosu değil ki bu? derdinizi sadece konuşan insanlarla anlatabileceğinizi sanıyorsanız acemisiniz demektir. Bir senaryo, sinemanın doğasına uygun, yani görüntünün ana unsur olduğunu unutmadan yazılmalı.

  6. Senaryonuza, senaryo dışında sinopsis, oyuncu önerileri, konsept çizimleri ya da başka materyal koydunuz.

    Bu konu ABD’de geçerli olabilir ama ülkemizde senaryonuzun reddedilmesinin tek sebebi bu olmayacaktır. Hatta çoğu zaman sinopsis iliştirmeniz işinize bile yarayabilir.

  7. Senaryonuzda sahne numaraları vardı.

    Bu konu da ülkemizde senaryonuzun reddedilme sebebi olmayacaktır. Türk sinema geleneğinde sahne numaraları her aşamada kullanılagelmiştir.

  8. BÜYÜK HARF KULLANIMI vs. aracılığıyla önemli(!) bulduğunuz yerleri fazlaca vurguladınız!!!

    Başlığın kendisinde de yapmaya çalıştığımız gibi, anlattığı şeyi fazlaca önemseyen, dikkat çekmek için adeta takla atan satırlar gerçekten de şık durmaz. Acemi duygularınızı temsil etmektedirler. Soğukkanlı olun, iyi yazılmış bir metnin anlaşılmama sorunu diye bir şey olmaz.

  9. Kamera açısı ve insert gibi ögeleri sayfa formatına çok fazla sıkıştırdınız.

    Yönetmen koltuğuna oturmuş gibi kurgu incelikleri ve kamera açılarını tasarlayıp senaryonuza yerleştirmeyin. Senaristler, filmi kendileri yönetecekmiş gibi yazma lüksüne sahip değildirler. Herkes işini yapsın.

  10. Senaryonuz çok uzun (ya da çok kısa).

    Bir sinema filminden bahsediyorsak 80 sayfanın altı ve 120 sayfanın üstü reddedilmenize sebep olabilir. Senaryonuzun içeriği gereği özel bir durumla karşı karşıya değilsek bu böyle. Az ya da çok sayfa sayısında takılıp kaldıysanız bir yerlerde bir hata yapmış olabilirsiniz.

  11. Senaryonuzda çok fazla imla, yazım ve dilbilgisi hatası var.

    Bu kabul edilemez. Yaptığınız işe kendiniz saygı duymuyorsunuz demektir. Şahsen Senaryonun başlığında (yani filmin adında) bile yapılan hatalarla karşılaşmış biri olarak, ne kadar iyi senaryo olursa olsun yazım ve dilbilgisi hataları barındıran senaryolarınız için ‟niye beğenilmiyor” diye daha çok kafa yorarsınız diye düşünüyorum.

  12. Senaryonuz 10 kadar önemli karakterle açılıyor.

    Çok sayıda karakter, çok sayıda karakter ismi demek. Bu da okuyan kişinin kafasının daha senaryonun başında karmakarışık olması demek. Açılışta az sayıda karakter yazın.

  13. Çok sayıda teknik terim ya da sofisitike kelimeler kullandınız.

    Senaryonuzu okuyanlar bir sözlükle okumak zorunda kalmasınlar. Ne kadar kültürlü olduğunuzu göstermenin başka bir yolu olmalı, bu değil.

  14. Çok yumuşak bir giriş yaptınız.

    Ağır aksak başlayan, çatışmadan yoksun başlangıçlar kaybetmenize sebebiyet verebilir. Tamam bir aksiyon filmi yazmıyorsunuz, ancak duygular da önemlidir. Filmin açılışında vaatler, sorunlar, engeller, istekler, güçlü ve çarpıcı özellikleri ile karakterler görmek çok işe yarar.

  15. Senaryonuzda yeteri kadar çatışma yok.

    Lajos Egri’nin deyimiyle mutlu insanların yaşadığı huzurlu bir köydeki sakin bir günü anlatan bir filmi kimse izlemez.

  16. Hangi türde yazdığınızın farkında değilsiniz.

    Bu da ülkemizde çok yaygın bir sorun. Senaryo yazarlığına yeni başlayanlar ya da başlamak isteyenler, genellikle ne sinemaya ne de yazdıkları türe hakim değiller. Fantastik bir film belli bir üslup ister. Polisiye de öyle. Romantik komedi de öyle. Polisiye anlatır gibi romantik komedi üslubu olmaz.

  17. Klasik senaryo formüllere %100 bağımlı olarak yazdınız.

    Senaryo yazarlığını öğreten materyallerin her geçen gün arttığı bir ortamda, bu yazının kendisi gibi maddelerle verilen formüllerden oluşan bilgilerle donanmış acemi ya da kötü bir yazar, bu formülleri senaryosuna kopyalayıp yapıştırır. Kimsenin bunu anlamayacağını zannedebilirsiniz. Ama emin olun anlaşılıyor.

  18. Ana karakterinizin sevilecek bir tarafı yok.

    Bir anti-kahraman bile olsa ana karakterinizin sevilebilir olması zorunludur. Kötü adamlar bile sevilir unutmayın. (Örn. Darth Vader) Burada sevilebilir olmaktan söz ediyoruz. Bu farklı bir şeydir.

  19. Senaryonuzun ortasında hiçbir şey olmuyor.

    Bu senaryonuzun ikinci perdesi, yani asıl hareketin olduğu yer. Karakterlerinizin iç dünyalarında, ya da dış dünyada pek çok şeyin olması gerekiyor. Büyük bir savaşla sonuçlanacak dönüşüm çoktan başlamış olmalı…

  20. Final berbat.

    Başlangıçta ortaya koyduğunuz istekler, çatışmalar, vaatler şık bir finale götürmeli. Aksi takdirde hayal kırıklığı yaratır. Her şey iyi olsa bile final kötüyse film kötü olarak hatırlanır, bunu unutmayın.

  21. Sahneleriniz birbirini takip etmiyor, kopukluk var.

    Bir senaryo yazarı olarak usta satranç oyuncusu gibi olmalısınız. Her hamleniz bir amaca hizmet etmeli ve bu hamleler birbirini destekleyerek gücünüzü artırmalı. Bu da senaryonuz üzerinde, süreklilik-takip edilebilir, bütünsel bir vizyonunuz olması gerektiği anlamına gelir.

  22. Senaryonuz klişe olaylar ve karakterlerle dolu.

    Sinemaya hakim değilseniz, izlediğiniz az sayıdaki filmin size çok orijinal gelmesi normaldir. Daha önce kimsenin yazmadığı şeyler yazdığınızı zannedebilirsiniz. Oysa çok bilindik olabilirler. Klişelerden kaçınmanın en iyi yolu kafanızın içindeki evreni genişletmekten geçer. Çok okuyun çok izleyin. Başka yolu yok.

  23. Finalde bir sürpriziniz var ama sandığınız kadar tahmin edilemez değil.

    6.His gibi final sürprizi üzerine bir senaryonuz varsa sürprizinizin bir sürpriz olarak kalabilmesi çok önemlidir. Unutmayın ki seyircilerin büyük bir çoğunluğu ‟filmin sonunu tahmin etme” oyunu oynarlar.

Bu yazı Screencraft sitesindeki aynı başlıklı yazıdan faydalanılarak ülkemize uyarlanmıştır.

Arketipal bir tarih (ve gelecek) denemesi

Platon, bizdeki adıyla Eflâtun savaşların bilek gücüyle kazanıldığı bir dönemde yaşıyordu. Daha teknik bir ifadeyle; fiziksel gücün siyasi güçle neredeyse eşanlamlı olduğu bir dünyaydı antik dünya. Bu sebeple Platon’un ideal devlet yöneticisinin filozoflar arasından seçilmesi gerektiği fikrine şaşırmamak gerek. Kaba kuvvetin doğurduğu kötü sonuçları bizzat gözlemlemiş olduğunu varsayarsak hata etmiş olmayız. Fiziksel gücün yerini bir başka güce bırakması Platon’dan sonra gerçek oldu. Ama hemen değil…

Raphael'in yorumuyla Platon

Raphael’in yorumuyla Platon

Derin bir sorgulamaya gerek yok; bugün bile sıklıkla duyduğumuz “Bilgi güçtür” deyişi Francis Bacon tarafından 16.yy’da söylendi. Bu söz Platon’un yaşadığı çağın kapandığını ilan eden bir söz olarak düşünülebilir. Güç artık bilginin kontrolündeydi. Kılıç ve kas gücü yerini bilgi sayesinde kullanılan başka araçlara bırakıyordu. Mesela barutun savaş meydanlarında kullanımının yaygınlaşması bütün dünyadaki savaşların niteliğini geri dönülmez bir biçimde değiştirecekti. Sadece savaş meydanları değildi değişen. İnsanların yaşadığı hayat, iyi-kötü, erdemler değişen dengelere göre

1989 Sovyetler pulunda Azerbaycan'lı Köroğlu efsanesi

1989 Sovyetler pulunda Azerbaycan’lı Köroğlu efsanesi

yeniden tanımlanacaktı. Artık ailenin en çelimsiz çocuğu doğuştan, “en değersiz” olmayacaktı. Çelimsiz çocuğun kafasının nasıl çalıştığı da artık büyük önem arzediyordu. Yiğitlik, cesaret ve daha pek çok erdem, farklı anlamlara gelmeye başladı. Yine 16.yy’da yaşadığına inanılan halk şairi Köroğlu’nun “Tüfek icad oldu mertlik bozuldu” deyişi çok çarpıcıdır. Eskiden iki yiğit arasındaki mücadele kol kuvvetiyle yapılırken Köroğlu’nun zamanında, görme şansına bile sahip olamadığınız bir “düşman” tarafından öldürülebilirdiniz. 16.yy. ateşli silahların, bir çeşit büyü olarak insanoğlunun hayatına yaygın bir şekilde girdiği dönemdir. Köroğlu’nun isyanı aslında doğulu büyük devletlerin siyasi ve askeri gücü ne şekilde batılı devletlere bıraktığını da anlatıyor. Son derece yalın bir o kadar da derin bir görüşle ifade edilmiş bir söz…

Francis Bacon ve René Descartes

Francis Bacon ve René Descartes

René Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” dediğinde Platon; eğer görebilseydi, en büyük hayalinin gerçekleşmekte olduğunu düşünür müydü acaba? Ancak her şey Platon’un öngördüğü gibi gerçekleşmedi. 16.yy.’dan bugüne devletlerin yöneticilerinin eğitim seviyeleri, bilgi ve görgülerine dair istatistiksel bir çalışma yapılsa, dünyanın Platon’un görmek istediği türden filozoflar tarafından yönetildiğini söyleyebilir miyiz acaba? Descartes, düşünmeyi varoluşsal bir düzlemde gördüğünü ifade ettiği sözüyle rasyonel devrimi ilan ediyordu. Rasyonel devrim insanlığın dertlerine çare oldu mu, yoksa bugünün Platon’ları yarının dünyasını başka türlü mü hayal ediyorlar?

Mesela rasyonel devrimden bağımsız düşünülemeyecek bir kolonyalizm, Platon’u memnun eder miydi acaba? Teknoloji. Bilim. Sınıfsal toplum yapıları. Aydınlanma bütün otoriteyi aklın güdümüne verdi. Dünya gezegeni sakinleri olarak sonuç olarak halimizden memnun muyuz? Bütün batılı olmayan toplumlar rasyonel devrimi ne kadar gerçekleştirebildiklerini tartarak gelişmiş oldup olmadıklarını anlamaya çalışadursun, batılı toplumlar ne alemde? Postmodernizm de neyin nesi? Baudrillard gibi “eleştirel” düşünürler Platonvari bir çağrı yapıyor olabilirler mi?

Rasyonel devrimin sonuçları ne oldu? Mesela mertlik gerçekten bozuldu mu? Evet ise, bu önemli mi önemsiz mi? Mesela rasyonel devrimin küresel bir sonucu olarak Şark’ta ipler kurnaz insanların eline mi geçti? Garp ise singularity’nin eşiğinde belki de bütün insanlığın kıyametini hazırlıyor olabilir mi?

Platon’un bir zamanlar yaptığı “ideal devlet yöneticisi filozof olmalı” görüşünün fiziksel erk çağının kapanışını davet etmesi gibi, son yüz yılda sayılarında ve niteliklerinde ciddi bir patlama yaşanan distopik ve post-apokaliptik sanat eserleri de bir başka çağı davet ediyor olabilirler mi? Dünya gerçekten nereye gidiyor?

Eski çağların tipik bir bireyi, fiziksel güç çağının ebediyen devam edeceğini düşünmüş müdür bilinmez ama rasyonel çağın tipik bireyleri olarak bizler, rasyonel devrimin sonsuza kadar süreceğini zannediyoruz. Adının devrim olduğuna aldanılmamalı, rasyonel devrim fiziksel gücü yok saymadı. Fiziksel gücün önemini yeryüzünden silip aklı ikame etmedi. Rasyonel devrimin yaptığı şey fiziksel gücü aklın hizmetine sokmaktı.

Çok uzak olmayan bir gelecekte, kim bilir, akıl arketipi bir başka insan arketipinin etki alanına girer… Bugünün dünyasında olan bitene bakarak geleceğe dair projeksiyonlar yapılabilir. Bilim ve teknolojinin gelecekte neye hizmet edecekmiş gibi göründüğüne, ne tür yönelimler içinde olduğuna iyi dikkat etmek gerek. Yeryüzünde adaleti ve huzuru tesis etmek için fiziksel güce ihtiyaç olduğu kadar akla da ihtiyaç var. Ne var ki her iki arketipal gücün karanlık ve ölümcül bir karakteri de var. Asıl iş orta yolu tutturabilmekte. İnsan bunu ne kadar başarabilir, bugüne dek ne kadar başardı? Tablo karamsar görünebilir, sonuçlarını kestirmek zor. Söylenebilecek şey ise değişimin kaçınılmaz olduğu. Platon, Savaşçı arketipini baskılayıp Büyücü’yü göreve çağırırken Köroğlu, Büyücü’den şikayet etmekte. Aklın zaferleri karşısında büyülenmiş, şaşkın ve belki de acılar içindeki insanoğlu da, tıpkı Platon gibi sıradaki arketipi göreve davet etmeye başlamış olabilir mi?

Post-apokaliptik popüler filmlerde söz konusu davetin izlerini bulabilir miyiz?
Mad Max
Matrix
Maymunlar Cehennemi
28 Gün Sonra
Ben Efsaneyim
12 Maymun
Su Dünyası
Gattaca

Distopik romanlarda/filmlerde böyle bir davet söz konusu olabilir mi?
Biz – Yevgeni Zamyatin
1984 – George Orwell
Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley
Fahrenheit 451 – Ray Bradbury
Gelecekbilim Kongresi – Stanislaw Lem
Otomatik Portakal – Anthony Burgess
Androidler Elektronik Koyun Düşler Mi? – P.K. Dick

Aklın kıyameti nasıl bir şey olacak?

Aklın kıyameti nasıl bir şey olacak?

İnsanın arketipal gücünün yakıcı ve karanlık tarafları kabakuvvet, kurnazlık ve bohemlik olarak basitleştirilirse; gelecekte insanlığın karşılaşacağı en büyük tehdidin, gen teknolojisi, beynin kimyasal işleyişinin çözülmesi, sanal gerçekliğin yaygınlaşması vs. gibi bugünden kendisini göstermekte olduğu anlaşılacaktır.

« Older Entries   Newer Entries »