Kadınlar: 2 Erkekler: 0

İnsanlığın o en eski zamanlarında, mesela bir kamp ateşinin etrafında toplanan meraklılara kim bilir ne öyküler anlatıldı. Hayal gücü tıpkı mide gibi… Boş kalmayı pek sevmiyor. Mesela o dönemlerde kuzey yarıkürede yaşayan eski insanlar, geceleri gökyüzünde parlak yedi nokta gördü, hayal gücüyle o noktaları nasıl birleştirdi nasıl olduysa ışıklı noktalar değil de bir ayı gördü. Bana sorsalar buna cezve derdim. Mesela bu noktalar bir yengece benziyor mu sizce? Ya da bu bir koç gibi mi görünüyor? Üstelik sadece bu kadar benzetmekle yetinmedi insanlar. Gökyüzündeki bu takımyıldızların doğum tarihimize göre karakterlerimizi hatta kaderimizi etkilediğine inandılar. Belki de bu sadece yaşadığımız evrenle aramızda bir bağ olduğunu hissetmemizle ilgiliydi. Kendimizi bir yabancı gibi hissetmeyi sevmiyorduk belki de. Her ne kadar bugün her yerde bulabileceğiniz zırva astrolojik yorumlar çok bir anlam ifade etmiyorsa da evrenin derinliklerine bakıp da kendimizi görme isteği, çok basit bir şey olmasa gerek. Bu isteğin altında yatan neydi?

Yazının olmadığı dönemlerde kim bilir ne hikayeler anlatıldı. Bir hikayeyi bir şekilde kaydetmek bir tür devrim olmalıydı. Belki yaşlılar itiraz ettiler o işe. Çünkü kaydedince her anlatılışında farklı dinleyicilerle elde edilecek o farklı tecrübe kaybolacak yerine daha mekanik belki de daha ruhsuz bir şey elde kalacaktı. Bugün mesela çok sevdiğiniz bir müzik grubunun konserine gittiğinizde hissettiklerinizle aynı konserin video kaydını izlemek arasında nasıl bir fark varsa belki öykülerin yazıya dökülmesi de böyle bir tür değer kaybı anlamına geliyordu. Öykülerin kolektif deneyim tarafı kayboluyordu. 

Toprak altından bugüne dek çıkanlar içinde yani bilebildiğimiz kadarıyla kayda geçirilmiş en eski öykü Gılgamış Destanı. Kil tabletlere çivi yazısıyla kaydedilmişti Gılgamış Destanı. Gılgamış adında yarı tanrı yarı insan bir kahramanın dostluk ve ölümsüzlük arayışı üzerine bir öykü. İçinde başka pek çok küçük öykü de var. Tahmin edebileceğiniz gibi bir kahramanın, yaşadığı sıradan ve rutin köyünden çıkıp o öyküye has “ejderhayı” öldürme hikayesi. Ama ölümsüzlük arayışı sonuçsuz kalıyor Gılgamış’ın. Yani kahramanımız öyküdeki her ejderhayı öldüremiyor. Bir trajedi yani. İnsanın trajedisi. İnsanlık hala ölümsüzlük arayışında. Şimdilerde bir insanın bilincini tamamen dijital bir ortama aktarıp ölümsüzlüğe nihayet kavuşabileceğine inanan çok insan var. Elektrikler kesilene ya da pil tükenene kadar!

Dünyanın bilinen ilk yazarı ise hemen hemen Gılgamış Destanı’nın kayda geçirildiği -belki biraz daha eski- tarihlerde yaşamış olan bir kadın. Enheduanna. Akkad kralı Sargon’un kızı olduğu söyleniyor ama bu biyolojik bir bağ mı yoksa onursal bir paye mi tam bilemiyoruz. Şiirler, dualar ve biraz da devlet işleriyle ilgili şiir formunda şeyler yazmış Enheduanna.

Yine bugünkü bulgulara göre tarihsel olarak, Hint metinlerini görüyoruz. Mezopotamya’daki antik öykülerde, tarih ile anlatı iç içe girmiş durumda. Mesela bir kralın hayat öyküsünü mü okuyoruz yoksa bir söylenceyi mi, anlamak güç. İç içe. Hindistan kökenli Vedalar da şiirle, dinsel metinlerle anlatının bir karışımı şeklinde. Yazılı anlatı örnekleri olarak daha sonraları karşımıza Homeros ve Hesiodos çıkıyor. Yani Antik Yunan. Antik Yunan’ı özel kılan şey, batı düşüncesinin analiz ve yöntem açısından temellerini atıyor oluşu -ya da en azından bugün öyle inanılıyor-. Örneğin Mezopotamya’da her şey tek bir anlatı içinde iç içeyken Antik Yunan’da felsefe ayrı, tarih metinleri ayrı, şiir ayrı ve tiyatro ayrı. Tabii unutmamak gerek, Gılgamış ile Homeros arasında neredeyse bin beş yüz yıl zaman farkı var. Buna rağmen Gılgamış ile Homeros’un meşhur Odysseus’u arasında şaşırtıcı benzerlikler mevcut.

Antik Yunan ile başlayan bu anlatı çağı, diğer sanatlarla birlikte klasik dönem olarak adlandırılıyor. Antik Yunan’ın ardından Roma İmparatorluğu ile birlikte bir süre daha devam eden klasik dönem, Roma’nın tarih sahnesinden silinişi ile son buluyor. Tabii bugün “klasik” terimini bu bahsettiğim dönemdeki eserlerle ortak özelliklere sahip çok daha yeni eserler için de kullanıyoruz. Aslında klasik anlatı derken daha çok tarihsel bir şeyden bahsediyormuş gibi olduk ama işin aslı öyle değil. Klasik anlatıyı aslında basit bir çerçeve içine alabiliriz, şöyle;

Klasik anlatıda; 

  1. Nedensellik yasalarına uygunluk
  2. Kapalı son
  3. Doğrusal, yani hep ileri doğru akan bir zaman
  4. Tek kahraman
  5. Dış çatışma
  6. Öykünün gerçekliği ile karakterlerin ilişkisinde tutarlılık
  7. Etken kahraman

    vardır.

Anlatıya bu şekilde bakarsak klasik anlatı dediğimiz şeyin tarihsel bir süreçten ziyade, bugün de var olduğunu, hatta zamandan bağımsız olduğunu bile söyleyebiliriz. Ayrıca yine bu şekilde düşünerek bu işin batısının, doğusunun da olmadığını söyleyebiliriz. Yani klasik anlatıyı tanımlayan bu çerçeveye baktığımızda dünyadaki bütün kültürlere ait anlatıları kapsadığını, bütün mitolojilerle ve dinlerle de “bu bağlamda” barışık olduğunu iddia edebiliriz. Nitekim Gılgamış ya da Kitab-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da da geçen öykülerin çoğu klasik öyküdür.

Roma İmparatorluğu’ndan sonra ne oldu? İnsanlar öykü anlatmaktan vaz mı geçtiler? Elbette hayır, hiç öyle şey olur mu? İnsanlar yaşamaktan vaz geçmemişse öykü anlatmaktan ve dinlemekten de vazgeçmezler, telaşa gerek yok. Roma İmparatorluğu’ndan sonra Batı anlatı geleneğinin hristiyanlıkla birlikte ilerlediğini görüyoruz. Milattan sonra 1000 ile 1400 yılları arasında da İslam Dünyası’nda, anlatı geleneğinde bir yükseliş görüyoruz. Bu dönemin belli başlı şair ve yazarları şunlar;

Firdevsi (940-1020)
Ibn Tufeyl (1105-1185)
Attar (1145-1220)
Arabi (1165-1240)
Rumi (1207-1273)
Yunus Emre (1238-1321)
Şirazi (1315-1390)

Derken yazılı anlatı kültüründe zenginlik belki Endülüs’ün de etkisiyle tekrar Batı dünyasına geçiyor. 

Pek çokları için tarihteki ilk roman Cervantes’in Don Quijote’u ya da Daniel Defoe’nun  Robinson Crusoe’su olsa da, bu iki romandan neredeyse 7 yüzyıl önce, Murasaki Shikibu tarafından yazılan Genji’nin Hikayesi isimli 1300 sayfalık destansı eser bilinen ilk romandır. Bu arada bilinen bu ilk romanı yazan Murasaki Shikibu (MS 978 – MS 1014) tıpkı Akkad kralı Büyük Sargon’un kızı Enheduanna gibi bir kadındı. Kadınların anlatı sanatına yaptıkları devrim niteliğindeki bu katkıları vurgulamamak yanlış olur. 

Anlatı sanatında bayrak Don Quijote ile -tabii matbaanın icadının katkısıyla- hem nicelik hem de nitelik bağlamında batı dünyasına geçti diyebiliriz. Rönesans adı verilen dönem (yaklaşık 1300 – 1600) Batı dünyasında 1500’lü yıllardan sonra, her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da hristiyanlığın alanı daraldı. Hristiyanlığın alanı daralırken, pagan Yunan ve Roma kültürlerinin alanı genişledi, Batı’da yazarlar, entelektüeller antik Yunan ve Roma’yı artık tanımlayıcı bir değerler bütünü olarak görmeye başladı. Rönesans sanatlarında paganlık ve hristiyanlık iç içedir. Örneğin meleklerin beyaz kanatları bu iç içeliği en iyi gösteren örneklerden bir tanesi.

Hristiyanlık, paganizm ya da genel olarak büyük büyük Batı vesaire gibi kelimeleri, kavramları kullanmaya başlarsak işler basitleşmekten ziyade çetrefilli bir hal alıyor. Bu yüzden biz alanımızdan çok çıkmadan şöyle ifade edelim; Anlatı sanatının etik ile birlikteliği sona ermedi ama hristiyan etiği ile arasındaki bağ zayıfladı. Çünkü uzunca bir süredir etik deyince, Thomas Aquinas’ın başı çektiği hristiyan etikçileri ve öğretileri akla geliyordu. Rönesans’ın sonlarına doğru Kopernik’in bilimsel devrimi sonucunda dünyanın evrenin merkezinde olmadığı kabul edildi, öte yanda uzun ve kanlı mücadeleler sonucunda protestanlık doğdu. Vatikan ve meşhur engizisyon; kralları ve halkı bezdirmişti. Bütün bunlar olurken anlatı sanatı da daha hristiyan etiğinden bağımsız, daha dünyevi konulara da eğilmeye başladı. Shakespeare böyle bir dünyada doğdu ve eserlerini yazdı.

Rasyonel devrim gerçekleşmişti. Aydınlanma Çağı adı verilen dönem bilginin ve sanatın kaynağını ilahi olmaktan çıkması demekti. Aydınlanma Çağı aydınına göre insan yeryüzünde yalnızdı, sahibi -yani insandan yüce bir otorite- yoktu. Tanrısal otorite; devlet yönetiminden ve bilgiye ait evrenden uzaklaştırıldı. Bu durum sanatı da derinden etkiledi tabii. Dönemin avrupalı sanatçıları tarihsel bağlamda hristiyanlığı aradan çıkararak -yani bir tür by-pass ameliyatıyla- Antik Yunan’a yöneldi. Ünlü ingiliz şair Byron o zamanlar Osmanlı toprağı olan Yunanistan’ı karış karış gezdi. Çünkü O “muhteşem medeniyetin” yaşadığı toprakları dünya gözüyle görmek en büyük tutkusuydu. İşte rönesansla başlayıp da yaklaşık olarak 1850’ye kadar uzanan bu döneme, bu sanat dönemine, yeni-klasik anlamında Neo-Klasik dönem adı verilir. Sadece anlatı sanatı değil, resim, heykel, müzik, bütün Avrupa sanatı bir şekilde Helen ve Roma sanatı ile bağlantı kurdu bu dönemde.

Mimesis, Avrupalı sanatçı tarafından yeniden keşfedildi. Müzikte, resimde, sanatta bir mükemmellik, kusursuzluk tutkusu aldı başını gitti. Fakat bu mükemmeli yaratabilme arzusu da uzun süre hayatta kalamadı.  Örneğin Mozart’ın meşhur Figaro’nun Düğünü adlı operası son derece dünyevi bir konuyu anlatır. İçinde tanrıların ya da soyluların olmadığı, büyük büyük lafların konuşulmadığı, onun yerine gündelik hayatın, küçük ama ince duyguların yer aldığı bir öyküsü vardır. 

Ondokuzuncu yüzyıl ise klasik ya da neo-klasik için peşi sıra gelen yenilgilerle doludur. Fotoğraf diye bir şey çıktı, doğayı, belki bir kadını, kusursuz ve mükemmel resmedebilen bir ressamdan daha kusursuz tasvir edebiliyordu. Doğayı mümkün olan en kusursuz haliyle kopyalamak anlamına gelen mimesis masaya yatırılmaya başlandı. Sanatçılar müzikte, edebiyatta, tiyatroda, resimde; klasik sanat prensipleri yüzünden, üstlendikleri “kopyacı” rolüne burun kıvırmaya başladılar. İşte modern sanat bu şekilde doğdu.

Modern sanatla birlikte işler sarpa sardı. Çok sayıda akım, çok sayıda görüş, bitmek bilmeyen tartışmalar çıktı. Sonraları konuya Marksizm dahil oldu. Marksist sanat dahil, modern sanat akımlarının hangi savunucusunu dinleseniz, Nasreddin Hoca misali “sen de haklısın” diyorsunuz.

İsterseniz bir sonraki videoda modern sanata ve mimesis kavramına biraz daha eğilelim. Yazarlık sanatı ve öykülerin sanattaki bu değişimlerden nasıl etkilendiğini tartışalım.

Dünyada Kaç Türlü Hikaye Var?

Dünyada kaç çeşit öykü vardır dersiniz? 

Hani biz “zengin kız – fakir oğlan” hikayesi ya da “seri katil – polis filmi”, “Yarışma-rekabet filmi” falan deriz ya… kaç çeşit öykü olabilir böyle?

Öyküleri bu şekilde tasnif ederek mümkün olan öykü tiplerini belirleme gayreti, bildiğimiz kadarıyla 16. Yüzyıla kadar gidiyor ama, en bilineni yirminci yüzyılın başında Georges Polti’nin “36 dramatik durum” isimli çalışması. Polti ulaşabildiği sayıda masalı, klasik ve modern öyküyü inceleyip bir sınıflandırma yapıyor böyle bir sonuca ulaşıyor. Polti’ye göre dünyada sadece 36 çeşit öykü var. Gördüğümüz bütün filmler, okuduğumuz bütün romanlar, öyküler hep bu 36 öykünün tekrarı. Belki karakterlerin isimleri, yaşları ya da cinsiyetleri değişiyor, mekanlar başkalaşıyor ama öykünün aslı değişmiyor. Ne dersiniz, ilginç değil mi?

Bu 36 çeşit öykü; neler mesela? Hepsini şimdi saymayalım ama örnekler verelim:

1- Yalvarma öyküleri. Bir zalim, bir tür yakarış haline gelen bir güçsüz ve bir de otorite sahibi güçlü biri ama nasıl karar vereceği şüpheli olan kişiyle kurulan öyküler. Hayalimizde hemen bir şeyler canlandırdı değil mi?

2- Kurtuluş, azad oluş öyküleri. Bir talihsiz, bir tehdit eden, bir de kurtarıcı karakter içeren öyküler.

3- İşlenen bir suçun suçlusunun, intikam duygusuyla takip edildiği öyküler. Bir suçlu ve bir de intikam almak isteyen kişiyle oluşturulur…

Liste böyle devam ediyor, ama ben size dünyada 36 çeşit değil de aslında sadece bir öykü olduğunu söylesem, ne dersiniz? 

Bunu konuşmadan önce isterseniz bir gezginle tanışalım:

Normal şartlarda burada viking falan demeyip bizim Ahmed İbn Fadlan’ın bu adamı bir güzel marizlemesi gerekiyordu ama o zaman film olmazdı. Ayrıca hızı ve çevikliğiyle meşhur bir arap atını ilk defa görüp de “savaşa köpek getirmiş” falan diyen kaba saba adama ne demeli? Filmin sonunu söylemek gibi olmasın ama o arap atı neler yapabildiğini hepsine gösterecek, inanıyorum buna. Ve ayrıca gerçek bir olgunlaşma öyküsünün nasıl olması gerektiğine dair çerçeveletilecek bir söz: “yerin kapılmadan ölümle tanış”

İçlerinden biri bizim Ahmed İbn Fadlan olan 13 savaşçı, -bu arada Ahmed İbn Fadlan, 10. Yüzyılda yaşamış gerçek bir insan, gerçek bir gezgin- bir iskandinav köyüne musallat olan garip ve korkunç bir yaratığı öldürmek üzere bir araya geliyorlar. Filmin adı 13.savaşçı. Az önce, aslında bir tane öykü var demiştim ya, bu filmin öyküsü işte o öykünün, ünlü amerikalı yazar Michael Crichton tarafından yorumlanmış hali. Michael Crichton bilinen en evrensel öykülerden birini, 10.yüzyıl gezgini Ahmed İbn Fadlan’ın hikayesiyle birleştirdiği nefis bir yorumla karşımıza çıkıyor. Buraya da geri döneceğiz.

Nedir bu tek öykü? Anlatayım;

Mutlu, mesut, çiftçilikle uğraşan insanların yaşadığı, neredeyse hiçbir şeyin değişmediği bir köy hayal edin. Her gün bir önceki günün aynısı. Ne bir skandal, ne kavga gürültü, ne de bir felaket olarak adlandırabileceğimiz bir doğa olayı olmuyor. Sabah tarlaya, bahçeye git, akşam yorgun argın eve dön. Yat uyu, bilin bakalım yarın ne olacak? Aynısı. Kadınlar, erkekler, aileler, çocuklar her şey aynı rutinlik içinde günlerin haftaların ayların birbirini kovaladığı bir köy. Ne bir olay var ne de kendisini bir olayın ortasında bulan bir insan var. Bu insanlar mutlu mu yani şimdi? İşte bu denli sıkıcı bir köyde, insanların sıkıntıdan patladığı bir gün… Yakınlardaki bir dağdaki mağarada, yuvasında bin yıldır uyumakta olan ejderha uyanıveriyor. 

Ejderha uyanır uyanmaz bütün ejderhaların hep yaptığı gibi ağzından alevler saçarak yakınlarda bir köy var mı, “kebap yapabileceğim mutlu mesut ve tombul köylüler var mı” diye aranmaya başlıyor. Sürpriz! Tam da böyle bir köy olduğunu öğrenince bizim ejderha başlıyor köyü ve köylüleri ısıtmaya. 

Rutin ve tekdüze hayatlarının böyle ısınması köylüleri hoşnut etmiyor tabii… “Neden biz tanrım!” diye vaveyla etmeye başlıyorlar. Oysa bilmiyorlar ki rutin ve tekdüze bir hayat yaşadıkları sürece olgunlaşmaları mümkün değil. Bilmiyorlar ki insanı olgunlaştıran, yani gerçek bir insan yapan, yani varoluşsal bütün potansiyellerini kullanabilecek hale gelmesini sağlayan şey, karşısına çıkan engellerle, dertlerle belki de travmalarla savaşmaktır. Çabalamaktır. Ter dökmektir. Gerekirse bedel ödemektir. Konfor dolu ve bütün tehditlerden uzak tekdüze bir dünya, insana hiçbir şey kazandıramaz.

O ejderha eğer hiç uyanmasaydı, belki de obur ve bencil bir çiftçi olarak yaşayıp ölecek olan genç bir insan “ben bu ejderhayı öldürürüm” diyor ve yola çıkıyor. Yola çıkarken ejderhayı öldürmek için kendince gerekli gördüğü, işine yarayacağını düşündüğü bütün silahları kuşanıyor. Binbir güçlükle karşılaşıyor tabii yolda. Belki yolda kendine bir arkadaş ediniyor ve yine belki yolda daha önce varlığından bile haberdar olmadığı acayip yaratıklarla, cinlerle, perilerle karşılaşıyor. Belki hiç bilmediği şeyler öğreniyor belki de o güne kadar doğru bildiği bazı şeylerin doğru olmadığını öğreniyor. Hem içine doğru hem de dış dünyada hiç ummadığı deneyimler yaşıyor. Ve nihayet ejderhanın mağarasına geliyor. Ejderha aleviyle kavrulmadan, ejderhayı öldürmenin bir yolunu aramaya başlıyor. Ama bilmediği bir şey var. Hatta belki bilmediği çok fazla şey olduğunu öğreniyor. Ejderhanın dışarıdan göründüğü gibi devasa pulları olan, ağzından alevler saçan bir canavardan ibaret olmadığını öğreniyor. Kesin olan bir şey var: Ejderha ile yüzleşmek kahramanımıza iyi gelmiyor. Çünkü bu yüzleşme bir şekilde mutlaka kendi içinde bir şeylerin değişmesine bir şeylerin ölmesine neden oluyor. Bu sayede bir daha artık o eski insan olma ihtimali kalmıyor. Ejderha ile kapışmak demek bir anlamda ölmek demek. O eski çiftçinin ölmesi ve yerine o güne dek kimsenin tanımadığı bir kahramanın doğması demek. Çünkü o çiftçi çocuk ölmezse ejderha da ölmeyecek. İşte sonra ejderha için ana kucağı olan bu mekanda, kör kuyuların en karanlık olduğu yerde bir tür ölümsüzlük iksiri buluyor kahramanımız. O iksiri içerek yeni bir insan oluyor ve her hikayede olmasa da çoğu hikayede zafer kazanmış, ama kazandığı zafer yüzünden başkalaşmış, dönüşmüş, olgunlaşmış, hem eksilmiş hem de çoğalmış olarak köyüne, o rutin cennetine geri dönüyor. Kahramanın gözünde her şeyin anlamı ve değeri altüst olduğu için artık köyün bir daha o eski köy olması da mümkün değil. Ve kolları sıvıyor, -ejderhanın ininde bulduğu o iksir neyse eğer- o iksir sayesinde köyün yeni rutinini kuruyor. Yepyeni bir dünya bu sayede kuruluyor. 

İşte size bahsettiğim tek öykü budur. Bütün öyküler, bir şekilde, anlattığım bu öykü gibi yorumlanabilir. Bir öykünün ihtiyacı olan her şey burada mevcut. Nedir bunlar?

1- Tekdüze bir dünya
2- Olayları başlatan tetikleyici bir olay
3- Bir kahraman
4- Kahramanı bekleyen bolca iç ve dış çatışma. Tercihler ve bedelleri.
5- Kahraman için bilinçlenme
6- Kahramanın taraflardan biri olduğu bir hesaplaşma
7- Ölüm (muhtemelen mecazi) ve yeniden diriliş
8- Yeni tekdüze dünyanın kuruluşu

Ortaokul kompozisyon derslerinden hatırladığımız giriş-gelişme-sonuç da burada görülebilir:

1-2-3 GİRİŞ
4-5-6-7 GELİŞME
8 SONUÇ

Michael Crichton’un yazdığı Eaters of the Dead (türkçesi Ölü Yiyiciler) isimli roman, film haliyle de 13. Savaşçı; Ahmed İbn Fadlan’ın Viking ülkesine yaptığı gezi hakkında bilinenlerle, kuzey avrupa ülkelerinde rastlanan Beowulf adlı halk öyküsünü yaratıcı bir şekilde buluşturan bir öykü. Ejderha var mı, var. Kahraman var mı, var. Tekdüzeliği bozulan bir köy var mı, var. Öykü için gereken her şey var.

Bir öykü her zaman böyle fantastik bir dünyada geçecek diye bir kural tabii kiyok. Yani mesela ejderha her zaman sözlükteki anlamıyla bir ejderha olmak zorunda değil. Kahramanın hem dışında hem de içinde yaşayabilir. Mesela bazen dış ejderha, şampiyon bir boksör olur ama ondan daha güçlüsü içindeki var olma tutkusudur. Bazen bütün hukuk sistemini avucunda tutan ve derdi kazanmaktan başka bir şey olmayan bir avukatlar ordusu, dev bir hukuk firması olur. Bazen kahramanın boynundan aşağısının felçli olmasıdır dış ejderha. Ya da bazen bir baltaya sap olamamaktır. Söz gelimi Othello’nun dışındaki ejderha Iago, içindeki ejderha ise güvensizlik ve kıskançlıktı. Belki de gururuydu. Kahraman her zaman ejderhayı öldüremez. Tragedya böyle doğar. Bazen dıştaki ejderha, içteki ejderhanın yanında kedi yavrusu gibi masum kalır. Öte yandan bu “tek öykü” gözünüze fazlaca maskülen bir şeymiş gibi görünmesin. Ejderha kılıktan kılığa girebildiği gibi kahraman da herhangi bir kimlikte, cinsiyette ya da yaşta olabilir, yeter ki yazar ne anlatmak istediğini biliyor olsun.

Öykülerdeki ejderhalar bir yana yaşadığımız hayatlarımızdaki ejderhaları görebiliyor muyuz? Görüyor ve tanıyorsak savaşmaya gücümüz, inancımız var mı? Mesela küçücük bir yalan ya da doğru bildiğimiz şeylere karşı küçük bir yalpalama bile bizi kendi ejderhamıza yem ediyor olabilir mi?. İnsan çoğu zaman neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir. İnsanın asıl sorunu aslında bilmemek değildir. Ama insan ejderhasıyla pazarlık yapabileceğini zanneder. Oysa ejderhanın asıl gücü, en yiğit kahramanı bile dönüştürebilmesidir. Ve bu dönüşüm öyle pat diye bir anda gerçekleşmez. Her şey adım adım olur. Sözgelimi küçücük bir taviz bir başka tavizi doğurur ve böylece her şey çorap söküğü gibi gelir. 

Hop! İşte ejderha kazandı. Sıradaki kahraman adayı gelsin! 

Kimse sabah uyandığında “bugün insanlara ne kötülük yapsam acaba” diye düşünmez. Kötülük yapan kötü insanlar, bir zamanlar kendi rutin ve mutlu köylerinde yaşayan o çiftçilerden biriydi. Kahraman ejderhayı öldürmek için ejderhanın mağaradaki yuvasına geldiğinde önünde sadece iki seçenek vardır; ölmek ve yeni bir insan, bir kahraman olarak doğmak ya da uzlaşmak ve bilerek ya da bilmeyerek saf değiştirmek.

Sizce şu an o tek öykü hakkında mı konuşuyorum, yoksa hayat hakkında mı? Şu an anlatı ve öykü sanatı üzerine size Joseph Campbell, Vladimir Propp gibi yapısalcıların, folkloristlerin çalışmalarını mı anlatıyorum? Konumuz hayat mı yoksa anlatı mı?

Bilmem. Siz söyleyin.

O Sahnede Neler Oluyor?

Bir oyun sırasında, bir tiyatro sahnesinde konuşan bağıran çağıran insanların birer aktör olduğunu biliriz. Dekor vesaire, tiyatrodaki hiçbir şeyin gerçek olmadığını da biliriz. Yani izlediğimiz bir oyunda aktörlerden biri çıkıp diğer bir aktörü silahıyla vursa, ne vuran gerçek bir katildir ne de vurulan gerçekten ölmüştür. Buraya kadar bir karışıklık yok. Peki sahnedeki iki aktör öpüşürse ne olur? Bir öpücük ne kadar sahte olabilir? 

Ya da şöyle düşünelim; bir tiyatro sahnesinde sahnelenmekte olan oyun, bir yazar tarafından belli bir takım duyguları belki bazen düşünceleri ortaya çıkarabilmek için yazılmıştır. Romeo ve Juliet oyununu izliyorsanız sahnede aşk üzerine bazı duygular oluşur, oyuncular sahnede bir şeyler yaşar, seyirciler de buna şahit olur. Hayatında hiç aşık olmamış bir seyirci bile, o akşam Romeo ve Juliet’i izledikten sonra, eve giderken “aşk” üzerine duygular taşır. 

Bununla birlikte bir tiyatro oyununu iki kez izleyen bir seyirci çok azdır. “Ben o oyunu izlemiştim”, ya da “ben o filmi seyretmiştim” deyip ikinci kez izlemeye çoğunlukla direniriz. Peki bir oyunu belki bin defa sahneye koyan oyuncuların durumu ne? Her sahnelenişinde oyunu ilk kez izleyen bir seyircinin heyecanını paylaşabilir mi oyuncular? 

Böyle bir şeyi ölçmek mümkün değil tabi teorik olarak düşünüyoruz; mesela, bir oyun sahnelenip bittikten sonra; seyircilerden biri, ne oyuncuların ne de yazarın aklının ucundan bile geçmemiş bir duygu ya da düşünce edinebilir mi? Olur mu olur.

İyi ama orası bir sahne. Orada her şey yapay. Yani sahnede bir koltuk görürseniz eğer, o koltuk, dünyadaki diğer bütün koltuklardan farklı bir amaç taşır. Oturan kişi yorulduğu için oturmaz ona. Bir yazar bir oyuncunun oturmasını istediği için oturur. Koltuk bu durumun ayırdında değildir -muhtemelen- tabii… Tıpkı yükünü çektiği şeyin kupkuru ya da kocaman oluşunun ayırdında olamayacağı gibi… Her neyse… Bilet alıp oyunu izleyenler baştan sona bir kurmaca bir şeye baktığını biliyor olsa da “mış gibi” kabul eder ve olaylar gelişir. 

İşin sırrı bu “mış gibi” kısmında, yani marifet aslında seyircide. Mış gibi yani o aşk gerçek bir aşkmış gibi. Koltuk da gerçek bir koltukmuş gibi. Yazarlar ve oyuncular, sahnelenen o oyunu izlerken seyircinin kendini kaptıracağı varsayımıyla çalışırlar. Sahnede gördüğümüz beden Ahmet’in, Serkan’ın ya da Hüsnü’nün bedenidir ama biz bakarken Hüsnü’yü görmeyiz.  

Bu konuşan Markus Antonyus mu yani şimdi? Yoo bizim Marlon bu konuşan. Marlon Brando’nun bedeni, Hakan Vanlı’nın sesi, William Shakespeare’in yazdıkları. Gerçek Markus Antonyus’un konuyla belki hiç ilgisi yok.

Bakın durum şu: Sahnede ya da beyazperdede bir karakter, başına gelen travmatik olayları yenmeye çalıştıkça ahlaki olarak olgunlaşır, hem kendisi hem de bütün evren hakkındaki bilinç düzeyi yükselir, daha üst düzey bir hale gelir. İşte böyle bir durumda seyirci gördüğü çabaya kendisini kaptırır.

Sahnede acılar ve sevinçler yaşanırken, maddi manevi fırtınalar koparken, son derece güvenli bir ortamda, başına bir felaket gelme ihtimali sıfıra yakın seyirciler, karakterlerin duygu ve düşünceleriyle empati kurarak yaşadıkları maceraya katılır, kazanımlarına ortak olur. Seyirci olarak ne kadar güçlü bir empati kurmuşsak, edindiğimiz kazanım da o denli güçlü olur. Gözlerimizle gördüğümüz o sahte şeyin, bir yerlerde yaşandığını ya da yaşanacağını hayal ederiz. Böylece sahtelik, sahte olmaktan çıkar, yazarın kelimeleri gerçeğin temsilcisi olur.

Bu durumu ilk fark eden felsefenin kurucu babalarından Platon olmuştu. Çünkü Platon’un yaşadığı dönemde tiyatro vardı. Sahne vardı. Aktörler ve tabii ki yazarlar vardı. Aristo da hocası Platon gibi, seyirci ile sahne arasındaki ilişkiyi çözmeye çalıştı ve konuya hocasından daha olumlu yaklaştı. Çünkü Platon yaşadığımız evrenin, gerçeğin bir gölgesi olduğuna inanıyor bu sebeple sanatın da, bu gölgenin gölgesi olarak, bizi gerçekten bir adım daha uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadığını söylüyordu.

İki düşünür de; temsile dayanan her sanatın, gerçeğin, bir kopyası olduğunu düşünüyordu ve bu durumu mimesis diye bir kavramla tanımlıyorlardı. Mimesis; türkçeye en yakın tercümesi “taklit”. Yani “mış gibi” yapmak. 

Eğer sahnedeki bir karakter, öykünün sonunda iyi bir insan haline geliyorsa, seyircinin de -oturduğu yerde- bu iyiye doğru gidişten bir pay edinmesi, antik çağ yazarlarına çok cazip gelmişti. Bugün de, hala bir çok insana cazip geliyor. Filmler, öyküler, hatta bütün sanat eserleri, bu bakış açısıyla bir indoktrinasyon silahı. Yani sanat yoluyla insanların nasıl düşünmesi nasıl hissetmesi gerektiğini onlara öğretebiliyor musunuz? Sanatın bu mantıkla, adeta bir copa dönüşme konusunu şimdilik bir kenara bırakalım. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz; bir sanatçı herhangi bir şeyi kabul ettirmeye çalışmasa bile, o eseri yaratırken, olduğu gibi olabilirse, sadece kendisi gibi olabilirse, o sanat eseri, sanatçısının evreni gördüğü gibi seyircisine gösterir. Maviyi çok seven bir yönetmen, filmini mavinin değişik tonlarıyla donatabilir. 

Sanatın bu mesaj taşıma gücünün ideolojilerle tanışmasından önce, yazarların, sanatçıların tek bir bakış açısı vardı. Etik. Yaşadıkları dönem ve toplumun etiği. Yani bağlı bulundukları ahlak sistemi ne söylüyorsa o. Mesela iyilik, güzellik ve erdem etiğin kavramlarıdır. Öyküler; karakterlerde ve doğal olarak seyircide, ahlaki bir değişim hedefler. Yazara göre, doğru ve ahlaki olan neyse bize gösterir. Karakter iyi ve doğrudan yana tercih yaparak, bir gün biz seyirciler de benzeri bir tercih yapmak zorunda kalırsak, iyi ve doğrudan yana tercih yapma şansımız, bu sayede -umulur ki- yükselir.

Tabii yanlış anlaşılmasın, öykülerin bu mantıkla birer söyleve dönüşmesi gerekmiyor. Çok bilmiş bir yazarın karşımıza çıkıp, bize nutuk çekerek bunları yapmasına gerek yok. Bazen bir öykünün taşıdığı ahlaki mesaja ait bir tek kelime bile, o öykünün metni içinde geçmez. Öykülerin böyle bir zorlamaya ihtiyacı yoktur çünkü. Olaylar ve karakterler, yazar tarafından öyle düzenlenmiştir ki ilave bir kelime daha söylemek bütün büyüyü bozabilir. İnce bir denge. 

Modern insanın egosu, garip bir şekilde öğüt işitmek istemiyor, işitirse de hemen reddediyor. Ama ironiye bakın ki modern çağlarda olduğu kadar insanların kitlesel olarak manipüle edildiği bir başka zaman dilimi de yok. Eski çağlarda dünyanın her yerinde yazılan söylenen öyküler modern okuyucu için bu yüzden fazlasıyla didaktik. Klasik çağlarda öyküyü anlatan kişi, öykünün sonuna illa ki bir de “kıssadan hisse” ilave ederdi. Klasik yazar; mesajın dinleyiciyi-okuyucuyu ıskalama ihtimalini bir risk olarak görüyor ve bunu göze alamıyor olsa gerek.

Öykülerin bir söyleve dönüşmeden etik bir görev üstlenmesi mümkün olduğuna göre, acaba bunun tersi de mümkün olabilir mi? Yani bir öykü okuyucusunu, bir film seyircisini kötülüğe ikna edebilir mi?

Klasik görüşe göre sahnede, ekranda iyiye, doğruya ve güzele doğru bir gidiş varsa seyirci de bu yönde bir pay alır. Kötüye gidiş varsa da aynı şekilde. Kendi halinde bir kimya öğretmeniyken kanser olduğunu öğrenen, ek gelir olsun diye çalıştığı işyerinin patronu, hikayenin belki de en Bogdan karakteri, kapkalın kaşları olan adama kızıp yavaş yavaş kendisine milyon dolarlık bir uyuşturucu krallığı kuran bir adamın hikayesini duymuş muydunuz? Bir insanın adım adım, kötünün kötüsü olmasını izlerken neler hissettik? Walter White’ın, düpedüz kötülük tarafına verdiği her tavizde; seyirci olarak biz nasıl bir dönüşüm geçirdik? Walter White’ın başarılı olmasını, polisten, hukuktan kaçmasını istedik mi istemedik mi? Fıçılara sığmayan dolarlarla, ailesine mutlu bir gelecek sağlamasını istedik mi istemedik mi? 

Tony Montana ya da Michael Corleone, içinde yaşadıkları öykünün gerçekliğinde, başarılı olurlarsa, bizim yaşadığımız dünyanın en kötü insanlarına dönüşeceklerdi. Biz onların öykülerini izlerken başarılı olmalarını istedik mi istemedik mi?

Modern çağlarda yazılmış modern öykülerde, ahlaki olarak olgunlaşan, aşama aşama iyiye ve doğruya doğru giden karakterlerden çok kötüye ve karanlığa giden karakterlerin seyirci tarafından sevilmesi bize ne anlatıyor? Kötüyü göre göre, kötülük üzerine adeta mikroskopla bu denli odaklanarak, “ibret” alıp daha iyi insanlar mı oluyoruz? 

Yoksa… 

Öylesine bir öykü yoktur. Öyküler sadece eğlendirmez. Hayat ile öykü arasındaki mimetik sınır, o kadar incedir ki; bu sınır kötülük için de, iyilik için de son derece geçişkendir.

Gerçeği Anlat

Bir zamanlar görkemli sarayında, ailesiyle varlık içinde ve mutlu mesut yaşarken uğradığı ihanetin sonucunda karısına ve hatta sonrasında bütün kadınlara düşman olan bir padişah varmış. Adı Şehriyar… Bu padişah öylesine kadın düşmanı olmuş ki karısını idam ettirdikten sonra ülkesindeki evlenme çağına gelen genç kızlarla evlenip bir gece geçirdikten sonra sabaha karşı hepsini idam ettirmeye başlamış. Ülkesinde bir kadın katliamı yürütmüş artık nasıl bir öfkeyse bu… Başta Vezir olmak üzere bütün saray erkânı ülkede ne kadar evlenecek yaşta genç kadın varsa saptayıp zorla Şah Şehriyar ile evlendirmişler. Hiçbiri aynı acı sondan kaçamamış. Şehriyar en ufak bir sevgi ya da merhamet belirtisi göstermiyormuş. Böyle zalim bir padişahtan korkan vezir kendi kızlarını konudan uzak tutabildiği kadar tutmuş ama ülkede artık kız kalmayınca onun da kaçacak yeri ya da uyduracak bahanesi kalmamış. Büyük kızı Şehrazat’a konuyu açmış. Şehrazat ülkenin başına çöken bu kabustan habersiz değil elbette. Çaresiz babasını teselli etmiş. Şah Şehriyar ile evlenmeye gönüllü olmuş. Kendinden birkaç yaş küçük kız kardeşiyle hem kendilerini hem de ülkede sağ kalan bekar ne kadar kadın kaldıysa kurtarmak için birlikte bir plan yapmışlar. Nitekim evlendikleri gecenin sonunda Şehrazat bir kaç saatlik kocası Şehriyar’a bir masal anlatmaya başlamış. Normal şartlarda günün ilk ışıkları ile idam edilmesi gereken taze gelin, masalını bitirememiş. Şehriyar merak içinde, peki ya sonra diye sorup durmaya başlamış, masalın sonunda ne oluyor? Fakat herkesin uykusu da geldiği için masala ertesi gece devam etmeye karar vermişler. İşte böylece Şehrazat idam edilmekten paçayı kurtaran ilk gelin olmuş. Ertesi gece ne olmuş, biliyor musunuz? Tesadüfe bakın ki masal yine yarım kalmış. Bu böyle kaç gece devam etmiş dersiniz?

Anlattığım bu öykü; kökeni Hindistan’a, İran’a, bütün Orta Doğu’ya ve kim bilir başka nerelere kadar uzanan binlerce yıllık sözlü masal anlatma geleneğinin bir ürünü. Kadınların ve öykülerin gücünü gösteren uzun yüzyıllardan süzülüp gelmiş kolektif rüyaların muhteşem bir anıtı. Şehrazat, öykülerin gücünü kullanarak sadece canını kurtarmakla kalmıyor aynı zamanda ülkesindeki bütün kadınların da hayatını zalim bir padişahın gazabından kurtarıyor. Öylesine öykü diye bir şey olmadığını hep söylüyoruz ya Binbir Gece Masalları adı verilen bu anıt eser de öylesine öykülerden oluşmuyor. Öykülerin kendisi bir yana bu öyküleri anlatanlar ve hatta dinleyenler bile öyküye bir katkıda bulunuyorlar. Belki binlerce yıl dünyanın büyük bir bölümünün kolektif anlatısıyken, modern çağla birlikte batı edebiyatını ve genel olarak bütün dünya sanatını derinden etkileyen bir kaynaktan bahsediyoruz. Bir öykü, hayat ile ölüm arasındaki ayrım kadar keskin olabilir.

Bin beş yüzlü yıllarda Venedik’te yaşayan, askeri yeteneklerini, fiziki gücünü, savaşçı ruhunu kimsenin reddedemeyeceği bir adam hayal edin. Öyle ki bu adam aynı safta olduğu müttefiklerini bile bu özellikleriyle korkutuyor olsun. O yıllarda Türkler ile savaş halindeki Venedikliler, kendilerinden olmayan bu adama muhtaç olsunlar. Ve bu adam Venedik’teki soylu adamlardan birinin kızıyla bir gece ansızın evlenmiş olsun. Herkes, başta kızın babası; nasıl oldu da kızım bu “canavarımsı yaratığa” gönlünü kaptırdı diye sormaya başlasın. 

Shakespeare tıpkı binbir gece masallarını başlatan Şehrazat gibi öykülerin gücüne işte böyle dikkat çekiyor meşhur Othello’sunda. Desdemona gibi bir kız nasıl olur da Othello gibi bir adama gönlünü kaptırır? Bu empati yoksunu, sefil ırkçı görüşü yerle bir etmek için öykülerin gücünü anlatan bir öykü anlatır bize Shakespeare. Othello, öylesine bir öykü değildir anlayacağınız…

Othello gururuna düşkün bir adam olarak bir dedikodunun -yani bir başka anlatının- kurbanı olur Shakespeare’in öyküsünde. Dedikodu da aslında bir öyküdür ve insanları harekete geçirebilir. Çünkü kelimeler güçlüdür.

Öykülerin deneyimlerden önemli bir farkı vardır. Öykü deneyimlerimizdeki gereksiz ayrıntıları ayıklar ve bir sınır, bir çerçeve çizer. Yeri gelmişken neden bunları anlatıyorum, onu da açıklamak isterim. Senaryo nasıl yazılır, yaratıcı yazarlık, bir roman nasıl yazılır gibi tıkır tıkır hazır lokma cevaplar arayanların başlaması gereken yer burasıdır çünkü. Unutmayın hiçbir başarı kolay, hazır lokmalarla, emeksiz gelmez. Burada size senaryo yazarlığı ya da yazarlıkla ilgili son derece konsantre hazır lokma bilgiler verebilirim. Ama sizi temin ederim bunlar sizi yazar yapmaz. Önce ne yapmak istediğinizi bilmeniz gerekiyor. Yazma veya öykü anlatma işinin gerçekten ne olduğunu görüyor olmalısınız. Nasıl heyecan verici bir dünyaya adım attığınızı hissetmelisiniz. Bütün hayatınıza yayılacak o enerji burada, bu noktada gizli çünkü.

Öykü çerçeve çizer. Deneyimden farkı budur. Bir müzik parçası sonsuz sayıda notadan oluşmaz. Mırıldandığınız bir melodide sınırlı sayıda nota vardır. Bir ressam bütün doğayı tuvaline aktaramaz, bir sinemacı bir insanın bütün hayatını anlatamaz. Gereksiz ayrıntıları ayıklayıp bir çerçeve çizmek zorundadır. Hangimiz izlediğimiz bir filmde kahramanımızın arabasına bir park yeri bulabilmek için uzun uzun dolandığını görmek isteriz? Haha! Umarım sanat sineması yapıyor olduğunu kanıtlamak için bizi böyle sıkıcı sahnelere maruz bırakan sinemacılar da okuyordur bu bölümü.

Öykü demek değişim demektir. Değişim kolay bir şey değildir. İnsanlar değişmeye direnirler. Değişmek için zaman gerekir. İki saatlik bir sinema filmine bir insanın değişimini göstermek için ayıklama ve çerçeve çizme mecburiyeti bu noktadan kaynaklanır. Kimse güvenlik kameraları tarafından çekilmiş saatlerce görüntüyü izlemek istemez. Güvenlik kameraları uzay-zaman adını verdiğimiz o geometrik yapının bir bölgesini kesintisiz ve ayıklanmadan bize gösterirler. Kendi hayatımı kesintiye uğratıp, böyle bir uzay-zaman kesintisi yaşamak istiyor muyum? Hayır! Hayat kısa ve benim çalabilmek için sonlu sayıda tuşları olan bir piyanoya ihtiyacım var. 

Öykü insanın davranış­larını aklama ihtiyacının bir dışavurumudur. Yani şikayet edip, mızmızlanmak bile öykünün gücüyle bir sanat eserine dönüşebilir.

Öykü ahlaki bir durum ortaya koyar. Karakterlerin, okuyucunun ya da yazarın yapması gereken ahlaki tercihler vardır.

Hikayeler bizim açıklama, öğretme ve kendimizi eğlendirme yöntemimizdir. Çoğunlukla bu üçü bir aradadır.

Hikaye yarattığımızda, yani olayları kişisel efsanelere, kıssa­lara, destanlara ve; anekdotlara dönüştürdüğümüzde, varlığın zor­lu ve kafa kanştırıcı gerçeklerinden birini kabullenmeye başlarız. Hikaye anlatmak yaşamın korkutucu rastlantısallığının üstesin­den gelebilme, en azından onu kısmen kontrol altına alma çabası­dır. Yaşamın büyük kısmı, bazen de en önemli bölümü, gelişigü­zel mutluluklara ve tesadüflere bağlıdır. Bir kadın köşeyi döner, bir yabancıyla karşılaşır, iki yıl sonra evlenirler, çocukları olur ve yir­miyıl sonra dünyada, o kadın o gün o köşeyi dönmeseydi hiçbir za­man var olamayacak yetişkinler bulunmaktadır. Tesadüfi görünen bu olayın insani sonuçlan yüzlerce, hatta binlerce yıl devam edebi­lir; tek bir saniye, hayal edilemeyecek kadar uzun bir geleceğe etki edebilir. Hayretle karşılayacağımız bu gerçeği düşündükçe rahat­sız da olabiliriz, çünkü bu, hayatlarımızın gidişatı üzerinde ne ka­dar az kontrol sahibi olduğumuzu gösterir. Başarı anlatı yaratır, ama başarısızlık da öyle. Hayat etrafa hikayeler saçarken, hi­kayeler hayatlar yaratır. 

Bazen de hikaye anlatma işi bir saplantıya dönüşebilir. Hieronymus Karl Friedrich von Münchhausen 1720 yılında Almanya’nın küçük bir kasabası Bodenwerder’de doğdu. Profesyonel bir niyetle Osmanlı’ya karşı Avusturya-Rus Savaşı’nda görev aldı. Savaşta ne yaptı nasıl bir rolü oldu bilemiyorum ama savaştan dönünce yaşadıklarını öyle güzel, öyle ballandıra ballandıra, öyle abartarak anlattı ki; soylular arasında akşam yemeği sonrası anlattığı öyküleriyle bir fenomene dönüştü. Doğal bir öykü anlatıcısıydı, Baron Munchausen. Rudolf Erich Raspe adındaki bir yazar henüz daha orijinal Baron yaşarken Baron’un ağzından anlattığı hikayeleri bir roman haline getirdi. Raspe’nin romanında Baron kendisini bir süper kahraman gibi resmediyordu. Mesela bir top güllesine at gibi binerek Ay’a gidiyor, Akdeniz’de büyük bir balık tarafından yutuluyor, kendini saçından tutup yukarı doğru çekiştirerek denizde boğulmaktan kurtarıyor, kazara ikiye bölünmüş bir ata binmek gibi acayip işler yapıyor… Baron Munchausen bu haliyle, söylediği yalan yanlış şeylerle başkalarının sevgisini kazanmaya çalışan ilgi delisi insanların temsilcisi oldu. Bugün Munchausen Sendromu adıyla bilinen bir psikolojik rahatsızlık var. Munchausen Sendromu; hasta olmadığını bildikleri halde doktor ve hemşirelerden ilgi görmek için uydurdukları hastalıkları bahane edip hastaneleri klinikleri aşındıran insanlar için kullanılıyor. Hastalık hastaları kendisini hasta zannetmesine rağmen Munchausen Sendromu sahipleri her şeyi gayet iyi biliyorlar.

Genlerimizdeki öykü anlatma özelliklerini, sevgi görebilmek için yalanlarla süslemek… Öykünün ve öykü anlatıcılığının yalanla bir ilişkisi olduğu muhakkak. Türkçenin günlük kullanımında “bize ne hikayeler anlatacaksın bakalım” diye bir söz duyduğunuzda yalan ve yalancılık vurgusu maalesef öykü anlatıcılığıyla bir tutuluyor demektir. Aldırmayın. Bu demek değildir ki öykü anlatıcılığı yalancılıktır ya da ahlaksızlıktır. Fransız Yeni Dalga Sineması’nın öncülerinden Jean Luc Godard “Bazen gerçekler çok karmaşıktır, öyküler sayesinde şekil alırlar” demişti. Bugün dünyanın en bilinen senaryo hocalarından Robert McKee İstanbul’a geldiğinde kendi kitabının ilk sayfasını benim için imzalayıp şöyle yazdı: “Tell the truth” yani “gerçeği anlat”. Ancak şunu da unutmayın; bir öykü anlatmak sadece para kazanmak için yapılacak iş değildir. Olayı böyle gördüğünüz anda sizde de Munchausen Sendromu var demektir.

“Sometimes reality is too complex. Stories give it form.” – Jean Luc Godard.

“The art of storytelling is reaching its end because the epic slice of truth, wisdom, is dying out.”  – Walter Benjamin

Anlatının Doğuşu

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cep telefonları icat edilmeden çok önce… Kitap adı verilen, içinde yaprak yaprak yazılarla, bilgilerle dolu bir şey varmış. Bu kitapların binlercesinin bir araya getirildiği kütüphane adı verilen mekanlar varmış.

İşte bu kütüphanelerden birinin antropoloji raflarında kaybolmaya yüz tutmuş, gözlerden uzak bir kitapta yazdığına göre bir grup avcı insan, bundan tam 100 bin yıl önce avlanmak için karanlık ormanın bittiği yerdeki sarp yamaçlarda barınan kabilelerini arkada bırakmış. Tabii avlanıp bolca et ile geri dönmek üzere. Kabilenin güçlü kadınlarından ava gelenler olduğu gibi, bir kısmı da çevredeki meyve ağaçlarını kurutmakla meşgulmüş. Uzun kış mevsiminde ise serin bir mağara kuytusunda bu gıdaları depoluyorlarmış. Neyse lafı uzatmayalım, 100 bin yıl önce yaşamış kalabalık bir aile işte.

Bizim avcı grubu, kabile büyücüsünün yönlendirmesiyle iri kıyım bir bizon sürüsüne denk gelmiş. Ne var ki bu hayvanların da canı tatlı. Bir tanesini avlamak bile hiç kolay değil. Fakat bizimkiler de işi biliyorlar. Hayvan sürüsüne görünmeden değişik sesler çıkarıp hayvanlardan bir tanesini korkutarak pusuya uygun bir yere doğru sürmüşler. Ama son hamleyi yapmak için yine de gece karanlığını beklemeleri gerekiyormuş.

Bütün gün boyunca yemyeşil çayır çimende işkembeyi dolduran bu bizon; bir su kenarında diğerlerinin nerede olduğunu merak bile etmeden pinekliyormuş. 

Hazır hayvan üç tarafı kapalı pusuya uygun bir yerdeyken, bizim avcı grubundaki kanları deli akan genç savaşçılar, vakit kaybetmeden avın tepesine çullanmayı istemekteymiş. Ama Lider’in içine sinmeyen bir şeyler varmış. Bizon tek başına kaldığı halde fazla rahat davranıyormuş. Lider “bekliyoruz” dedikçe gençler huzursuzlanmış ama yine de henüz Lidere doğrudan isyan edecek cesaret hiçbirinde yokmuş.

Nihayet uygun saldırı anının geldiğine karar vermiş, lider. Bizonun kaçabileceği, kayaların arasındaki tek aralıkta elinde mızrakla dikilmiş. Bizon da savaşçı lideri fark edince pusuya düştüğünü anlamış. Panik içinde lidere doğru bir iki adım atmış, gözlerini bizonun gözlerinden ayırmayan, o an var gücüyle saldırıyı savuşturmaya hazırlanan Lider savaşçı, durduğu yerde gerildikçe gerilmiş. Ama garip bir şekilde, bizon saldırıdan vazgeçmiş. O an Lider en baştan beri endişelenmekte haklı olduğunu anlamış.

Meğerse bizon için bir başka avcı kabile daha pusu kurmaktaymış. Avcı liderin beş-on adım gerisinde, bugün bildiğimiz kaplan ırkının hemen hemen iki katı büyüklükte kılıç dişli dev bir kedi, hem bizonu hem de liderimizi pusuya düşürmüş. Hem de böyle büyük bir av için tek başına avlanıyor ihtimali hiç mi hiç yokmuş.

Yırtıcı dev kedilerin lideri, aynı av taktiğiyle bir değil iki av düşürdüğü için heyecanlanmış.

Bizim diğer avcılar, yırtıcı kedi çetesinden habersiz, liderin iri kıyım bizona hamle yapmasını bekliyormuş. 

Avcı Lider o an ölüme çok yakın olduğunu anlamış. Dev gibi bir Bizon’un boynuzlarıyla delik deşik olup ayakları altında ezilmek mi, kim bilir kaç günlük açlığın acısını çıkarmak için sabırsızlanan dev kedilerin pençe ve dişleri mi? Belki de ikisi birden…

Avcı lider diğer avcıların durumdan haberdar olduklarını ve arazi olduklarını anlamış. Bütün bunlar belki saniye bile sürmemiş.

O ölüm ile hayat arasındaki o kısacık anda, liderin neden gerçek bir lider olduğu, bir başka savaşçının lider olmadığını herkes anlamak üzereymiş. 

O günden sonra Savaşçı lider bir efsaneye dönüşmüş. Vadideki küçük ve iddiasız kabilelerden birinin lideri iken öyküsü kulaktan kulağa yayılmış, nesilden nesile anlatılmış.

Sadece Lider bir efsaneye dönüşmekle kalmamış. Bizim iddiasız kabile, diğer kabilelerin arasından sıyrılmış, artık hiç kimse onların yoluna çıkıp onları av sahasına girmek istemiyormuş. Bizim kabilenin erkeklerine ve kadınlarına saldırmak bir yana, bizim kabilenin konakladığı yerlere yaklaşmak bile imkansız hale gelmiş. Lider yaşlanıp öldükten sonra bile ruhunun gelip düşmanlarını haklayacağına inanmış herkes.

Çünkü o gün o pusudan, bol miktarda bizon etiyle dönmekle kalmamış liderimiz. Boynundaki iple iki tane kocaman diş de getirmiş. Ve o günden sonra “o iki dev kedi dişi” bizim kabilemizin sembolü olmuş. Kim görse Lider’in kahramanlığını hatırlıyor ve saygı duyuyormuş.

Lider’in öyküsü bir efsaneye dönüşmüş dedik ya, işte bu efsane artık bir kimlik haline gelmiş. Bizimkilere Canavar Öldürenler denmiş. Öyküyü her anlatan kendisinden de bir şeyler katmış. Bu şekilde öykü yayıldıkça yayılmış, gerçeküstü yaratıklar, şeytanlar, ejderhalar işin içine dahil olmuş. Savaşçı liderimize “o bir insan değildi” demiş birileri. Her av mevsiminde Savaşçı Lider için törenler düzenlenmiş, zamanla öykü tanınmayacak hale gelmiş.

Modern antropoloji, topraktan çıkarılan av araç gereçlerinin karbon testi sonuçları sayesinde insanların yaklaşık 250 bin yıl kadar bir süre, bu öyküde anlattığım gibi avcı-toplayıcı ve göçebe topluluklar olarak yaşadıklarını söylüyor. Tabi her geçen gün yeni bir şeyler bulunuyor ve tarihlerde revizyonlar yapılıyor ama şu an için bu şekilde kabul etmekte bir sakınca olmadığını düşünüyorum.

Yine antropolojinin dediğine göre, insanların hayat tarzı, ancak yerleşik hayata geçtikten sonra kaydedilmeye başlandı. Bu “yeni” hayat tarzı nereden baksanız bugünün tarihinden en fazla 10-15 bin yıl öncesine gidiyor. Yani insanların 250 bin yıllık avcı-toplayıcı tarihine göre çok kısa bir zaman dilimi…

Modern psikolojinin kurucularından Carl Gustav Jung, bu 250 bin yıllık sürecin insan psikolojisindeki en belirleyici dönem olduğunu söylüyor. Ve o dönemde bazı kalıcı özellikler edindiğimizi, yaşam tarzımız değişse bile bu kalıcı özelliklerin değişmediğini iddia ediyor. İmkanımız olursa Jung’un iddialarını tek tek ele alacağım. Ama şimdi daha farklı bir şey söylemek istiyorum.

Biz insanlar öykülerle yaşıyoruz. İnsanın olduğu her yerde ve her dönemde öyküsü de olmuş. Biz öykü dinlemeye ve öykü anlatmaya bu 250 bin yıllık dönemde alışmışız. Artık öykü bizim bir parçamız. Öykü, insan adı verilen yaratığı tanımlayan bir şey haline gelmiş. Ne demek tanımlayan? Evet, insanı öykü anlatan ve öykü dinleyen yaratık diye tanımlayabiliriz. Öyküsüzlük diye bir şey bizim için yok.

Bugün bile üç-beş kişi bir araya gelmişse, bilin ki ortak bir öykünün etrafında toplanmışlardır. Tıpkı az önce anlattığım Savaşçı Lider’in öyküsü gibi.

Bugün dünyadaki ,ülkelerin bayraklarına bakın. Her birinin bir öyküsü var. Bizim bayrağımızın yok mu?

Spor kulüpleri bile bir öykü ile var olabiliyorlar. Reklamcılar bir ürüne bir öykü iliştirebilirlerse satışlarını artırabiliyorlar. Ben her gün ya bir film ya da bir dizi film bölümü izliyorum. Dünyada öykü anlatıcılığı artık bir meslek. Yüzüklerin Efendisi’nin “toplamda” kutsal kitaplardan bile çok okunduğu söyleniyor. E peki kutsal kitaplar öykü anlatmıyor mu?Anlatmaz mı? Din öyküsüz olmaz. Her din, semavi olsun pagan olsun, her din çok sayıda öykünün bileşimidir. Tanrı mesajını öyküler yoluyla insanlara aktarıyor.

Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, Tevratta anlatılan öykülerin etrafında toplanan insanlar bugün hala var. Davud peygamberin, Musa’nın öyküsü onlar için öylesine bir öykü değil. O öyküler bir kimlik.

Aslında öylesine bir öykü diye bir şey yoktur. Her öykü hem anlatan hem de dinleyen için anlamlıdır. Bazen bu anlamlar birbirinden farklı olsalar bile…

Sözgelimi Freud ya da Jung ne diye Hellen mitolojisine bu kadar sık başvuruyor sizce? Yunan mitolojisi nasıl oluyor da hala bugün hala bu kadar etkili? Bu mitolojik öyküler öylesine birer laf salatası olabilir mi?

Bambaşka bir şey daha söyleyeyim mi? Öyküler aynı zamanda bir tür raporlama da yaparlar. Victor Hugo’nun Sefiller’i hem Hugo’yu hem de Hugo’nun yaşadığı toplumu hemde zamanı bize gösterir. Bir ayna gibidir öyküler. Dostoyevski ya da Shakespeare yüksek bir kültür düzeyinin varlığını haber verir. Avcı-toplayıcı bir kabileye ait öyküler olamaz bunlar. Feridüddin Attar ya da Rabindranath Tagore kendileri büyük adamlardı, eyvallah, ama aynı zamanda yaşadıkları toplumun da üst düzey bir kültür olduğunu kanıtlamaktaydılar.

Bugün antik çağları inceleyen hatırı sayılır akademisyen, Homeros ve Hesiodos gibi yazarlar olmasaydı Yunan diye bir şey olmayabileceğini söylüyor. Tıpkı bizim o savaşçı liderin efsanesinin bir kimlik yaratması gibi Yunan mitolojisinin sınırlarını çizen İlyada ya da Odyssea gibi eserler, Ege havzası gibi yol geçen hanı, her milletten insanın yaşadığı bir coğrafyada, Yunan adında bir millet yaratmıştır.

Ben; bütün bunlara rağmen, öykünün, daha kapsayıcı adıyla “Anlatının” yeterince ciddiye alınmadığını düşünüyorum. Anlatı insana ait her değeri yansıtıyor. Bütün zayıflıklarımızı, kusurlarımızı, hatalarımızı da yüzümüze vurabiliyor. Anlatıyı anlamak insanı anlamak demek. O halde neden anlatı üzerinde daha fazla kafa yormuyoruz?

Çocukların oyunlarını yakından inceleyin. Bir oyunda, en az bir anlatı olduğunu göreceksiniz. Dedikodu dediğimiz şey bir anlatı. Politikacılar bir anlatıyı bize satarak tekrar seçilmeye çalışmıyorlar mı?

Sokakta rastgele insanlara mikrofon uzatsanız neredeyse hepsinin “hayatım roman” dediğini duyarsınız. İşin doğrusu, dinlemeye olduğu kadar anlatmaya da meraklıyız. 

İnsanı anlamak için anlatıyı, anlatıyı anlamak için de insanın anlamak gerek. Şu an yaptığım bu işin amacı budur. İnsanı ve hayatı daha iyi anlamak, bize iyi bir insan olmanın kapılarını aralayacak en önemli yoldur.

Bilgelik nedir diye sorsanız, antik çağlardan beri, neredeyse her kültürde aynı cevabın verildiğini görmüyor muyuz? Bilgelik: Meşhur Delphi tapınağının girişinde yazan cümle değil midir; Gnothi Seauton, yani kendini bil. Yunus’un da dediği gibi: 

İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsin 
Ya nice okumaktır

Unuttum ya da unutturmaya çalışıyorum sanmayın; Bizon ve kılıç dişli yırtıcı dev kedinin arasında kalan avcı liderin başına ne geldiğini merak ediyorsunuz değil mi? Ne yaptı da ölmekten kurtuldu? Nasıl oldu da içinden çıkılmaz o durumdan çıkabildi? Şimdi ben de iyi öykü anlatıcılarının yaptığı bir şeyi yapayım o halde. Peki ya sonra?

Yapı ve Karakter

Manipülasyon ve Kargaşa Çağında Sanat

Sanat insana aynadır. İnsana insanı gösterir. Sanat sonsuzluk içinde bir çerçeve çizmektir. Sonsuz tuşları olan bir piyanoda bir tınıyı seçmek ve onu mırıldanmaktır. Var olabilmek için şuur ve irade gibi insani fonksiyonlara ihtiyaç gösterir. Anlatı da sonsuz evrende sözlerle çizilen bir çerçevedir. Ressamın tuvali gibi yazarın da sayfaları vardır.

İnsana ait her duygu, her fikir sanat eserine yansıtılabilir. Bu sanatçının tercih yapma zorunluğunu doğrurur. Hangi olaylar, hangi duygular, hangi fikirler, hangi insanlar anlatılmaya değerdir? Bu tercihleri yapabilene sanatçı denir.

Tercih yapabilmek ise yaşamaya bağımlıdır. Yani yaşayan bilir, yaşayan hisseder. Herkes her şeyi yaşayamayacağına göre, anlatabilenler nasıl oluyor da anlatabiliyorlar? Henri Charriere yaşadıklarını anlatmıştır. Aleksandr Solzhenitsyn yaşadıklarını anlatmıştır. Peki nasıl oluyor da Arthur C. Clarke yazabilmektedir? Edgar Allan Poe’yu öykü ve şiir yazarı yapan nedir? Yaşanmamış şeyleri anlatabilmek de neyin nesidir?

Yaşanmamış şey anlatılamaz. Yaşamak bedene has bir özellik olmadığı için gidilmeyen yerlere, hiçbir gözün görmediği güzelliklere ait şeyler yazılabilmektedir. Bedenin hareketleri sınırlıdır ama ruhun sınırları yoktur. Ruh, bir başkasının gözlerinden de görebilir evreni. Beden bunu bir başkasının gözlerini kendi gözlerinin yerine takıp bakmak gibi anlarken ruh için durum başkadır. Ruh geçişkendir, latiftir, uçucudur. Empati ruhun bir fonksiyonudur. Bu yüzden Alman aydınlanma filozoflarının önemli bir bölümü sanatı, einfühlung dedikleri empati duygusuyla ilişkilendirmiştir.

Seyircinin de sanatçının da payına empati görevi düşer. Sanat eserini takdir eden seyirci kendisini sanatçı yerine koyar, oysa sanat eserini yaratırken sanatçı da kendisini bir başka öznenin yerine koymuştur. Alexandre Dumas’nın yazabilmesi için kanun kaçağı olmaya ihtiyacı yoktu. Yepyeni bir hayata başlayan bir karakteri yazabilmek için, bir başkasının
-yazdığı romanın kahramanının- yerine geçmişti, hepsi bu.

Sanatçı seyircisine, ruh süzgecinden geçirdiği şeyi gösterir. Klasik sanatçı, güzel olanın etrafındaki çalı çırpıyı temizler, karmaşık olanı sadeleştirerek sunar. Klasik sanatçının görevi karmaşık olanı sadeleştirmektir. Seyirci gördüğü basitlikten etkilenir. Basit ‘adi’ ya da ‘çirkin’ demek değildir. Tam tersine güzel basittir, yalındır. Yalın bir duygu, yalın bir durum, yalın bir karakter, yalın bir fikir… Hayatımız boyunca yalınlığın peşinde koşarız, farkında olmasak da. Çünkü dünya sonsuz tuşu olan bir piyanodur ve bizden güzelce çalmamız beklenir. Sanatçı bize bu piyanoyla çalınması mümkün olan tınılardan birini seçerek gösterir. Hem kendi hayatını hem de muhatabının hayatını çoğaltır.

Ama karmaşık olanı basitleştirmek dünyadaki en zor işlerden biridir.

Öte yandan modern sanat, basit olanı karmaşıklaştırmak gibi bir yol seçmiştir. Endsütri çağının, buharlı makinelerin, şimdilerde ise otomasyon ve dijital çağın sanatçılarının yalından kaçışı seyircisini sanat deneyimi öncesi evrenlerinden daha karmaşık bir evrene taşır. Pollock’un tablolarında kendini bulan bu karmaşıklık müzikte tınısızlığa anlatı sanatında öyküsüzlüğe dönüşür. Artık seyirci sadece biçimle, formla muhataptır. Paul Jackson Pollock ruhunun dünyadan edindiklerini tuvaline yansıtmıştır. İki dünya savaşı yaşamış ve görülmedik bir yıkımı tecrübe etmiş bir dünyadır bu. Pink Floyd, bu yıkımı tecrübe eden neslin çocuklarının çığlığıdır. Pink Floyd’un müziğinde tını vardır, karmaşık olanı sadeleştirmiştir.

Jackson Pollock, No 5, 1948

Barok çağda kusursuzluk bir saplantıyken modern çağda içeriksizlik bir saplantı olmuştur. Nerede durduğu, nereye baktığı, neden baktığı, ne gördüğü ve ne gösterdiği belirsiz çerçeveler bir de para getirmeye başladığında, ruhun karmaşası aklın kurnazlığıyla el ele vermiştir. Bu sayede dışkı bile ‘para ettiği için’ sanattan sayılmaya başlanmıştır. Karmaşıklıktan başı dönen seyirciye, birileri ‘bu sanattır’ dediğine kitlesel bir itaat düşer.

Sürekli aynı dünya görüşünü tasdik etmek şartıyla her türlü sansasyon ve skandal sanatın yeni tanımıdır. Beğeni, başarı, hatta güzellik artık sadece parayla ölçülür. Anakronizm en büyük erdemdir; eski olan kötüdür, geçmişte yaşayanlar aptaldır. Çünkü ne neo-liberal ne de marksist karar vericilerin dünya görüşü ‘klasik’ yoluyla pekiştirilemez.

Kast sistemi oturmuştur: ‘Cahil kalabalıkların’ kaba saba beğenilerine hitap eden konulu, tınılı, figürlü sanat eserleri para ettiği sürece kabul edilebilir. Öte yanda ise mutlaka yeni bir skandalı omuzlayıp ‘çıkış yapan’ ve ödüle boğulması gereken bir sanatçı vardır.

Akıl ve endüstri çağının egemenler için kazanımı görülmedik bir manipülasyon gücü olduysa sanatın payına da bu düştü. Oysa sanatı neyse, insan odur. Ahlak krizi içindeki anlatılar, her an daha kötüye giden anti-kahramanlar; birilerini popüler, başka birilerini zengin ederken, seyirciye de ahlak krizinde boğulmak ve -tıpkı anti kahramanlar gibi- her geçen gün kötüye gitmek düşüyor. Çünkü sanatımız bizi, bize gösteriyor. Sanatımız neyse oyuz.

Klasik sanatı hor görmeyin

Klasik sanatı hor görmeyin, sanat olmasının ötesinde anlam taşır.

Klasik öyküler ölümsüzdür.

Son günlerde çokça konuşuldu; duvara bantla yapıştırılan muz konusu. Bu sayede modern sanata her kesimden her seviyede eleştiriler getirildi. Konu modern sanatın sokaktaki insandan kopuk olmasının çok daha ötesinde anlamlar taşıyor. Sanat insan ruhunun bir ürünüdür. Sanatın kendini içerikten soyutlayıp ısrarla biçime indirgenmesi hiç iyiye işaret değil. Sanat, insanın aynası gibidir. İnsan ruhu ne durumdaysa, bunu sanatında görebilirsiniz. Modern sanatın kurumsallaşarak endüstri haline gelmesi, kendine has bir tür pazarlama evreni yarattı. Batıda gelişen her şeyin endüstrileşmesi, ya da kabaca ‘satılabilir’ hale gelmesi sanatsal beceriyi öldürüyor. İngilizcedeki craftsmanship, bizdeki zanaat, otomasyon teknolojileri sayesinde değersiz hale geliyor. Ama işin aslı öyle değil.

Modern sanat camiasının kapalı bir toplum haline gelmesi, kurnaz sanatçı tipini doğurdu. Sınırlı kavramlar havuzunda dans eden modern sanat, skandal yaratan, seyircisini ahlak krizine sokan işleri cesaretlendiriyor. Kurnaz ve çıkış yapmak isteyen sanatçı skandal yaratmaktan başka çare bulamıyor. İşin aslı çıkış yapmak isteyen sanatçı diye bir şey olamaz. Gerçek sanatçı çıkış yapmakla ilgilenmez. Kara mizah gibi evet ama, gerçek budur. En bilinen örnek Van Gogh. Van Gogh da modern sanatçı olarak kabul edilmelidir. Ancak Vang Gogh için sanat, artık yepyeni bir anlam kazanan ‘en modern sanattan’ çok farklı olsa gerekti. Hayatı boyunca sadece tek bir tablosu satılmış, sefalet içinde ölene dek resim çizmeye devam etmiş bir adamdan bahsediyoruz. Bugünün hangi ‘çıkış yapmak isteyen sanatçısı’ Van Gogh gibi yaşayıp ölmeyi göze alabilir? Kaç tane böyle sanatçı var, ve kaçını biliyoruz? Daha da kötüsü, bugünün dünyası böyle bir sanatçının yaşamasına izin veriyor mu? Yoksa hepimiz, sanatçılar da dahil, birer işadamına mı dönüştük? Beklediğimiz çıkışı yapamayınca sanattan vazgeçiyor muyuz? Van Gogh gibi ‘başarısız’ bir sanatçıyı gözlerimizle görebilmeyi başarsak bile toplumun dışladığı bir ucube olduğunu ya da başarısızlığı kendisinin hak ettiğini mi düşünüyoruz? Örneğin ‘çıkış yapmak isteyen sinemacı’, kurnazca modern sinema panteonunun kısıtlı kavram havuzundan bir kaçını seçip, doğru insanlarla doğru ilişkiler kurup, o çok arzuladığı çıkışı yapmalı mıdır? Bunun tersi ise popüler kültüre köle olmaktan geçiyor.

Bir sinemacı olarak başarılı olmaya odaklanmam gerekiyor. ‘Başarılı olmak’ derken finansal başarıdan başka hiçbir şey kastetmediğimi belirtmeliyim. Başka türlü başarılar ‘karın doyurmuyor’ çünkü. Bugün dünya bana finansal başarı dışında bir amaç yüklemiyor. Bir sanatçı için bu amaç iki şekilde gerçek olabilir: 1- Modern sanat panteonu (festivaller, sergiler, eleştirmenler, jüriler, bir zamanlar ölümlü iken bir şekilde panteona dahil olabilmiş bireyler vs.) tarafından onay görmek. Bu senaryoya uygun binlerce başarı öyküsü var. Her sene büyük film festivalleri ‘çıkış yapan’ genç sanatçılarla dolup taşıyor. Topu topu üç kavram üzerine inşa edilen, sınırlı sayıda insana ait dünya görüşünü olumlamaktan başka hiçbir fonksiyonu olmayan işler ödüllendiriliyor ve panteon, ölene dek içinde barındıracağı yeni bir üye kazanmış oluyor. Bu ‘inanılmaz’ başarıları gören ve başarıya odaklanmış, yüz binlerce, ‘çıkış yapmak isteyen’ sanatçı bu şekilde yaratılyor. 2- Popüler kültüre teslim olmak. Popüler kültür ve popüler sanat süreçleri, modern sanat panteonu için kötü yola düşmekle eşdeğer bir durum. Biz ölümlülerin dünyasına bakıp, kötü yola düşmüş zavallılardan başka hiçbir şey görmeyen elit bir cemaatten bahsediyoruz. Bir yanda duvara bantlanmış muz, diğer yanda Recep İvedik. Bir sinemacı olarak kaç bin kere işittiğimi sayamadığım iki cümleyi takdim etmek isterim:

  • Neden sen de Recep İvedik gibi bir film çekmiyorsun. Sonra istediğin filmi çekersin.
  • Neden sen de NBC gibi bir film çekmiyorsun. Sonra istediğin filmi çekersin.
    Ben Van Gogh değilim elbette ama cevabım: xxx

Recep İvedikvari, ultra popüler olabilecek bir projem hiç olmadı. Ancak bir keresinde modern sanat panteonuna girme şansım olmuştu. Beni o seçkin cemaate sokabilecek bir kısım otoriteye bir projemin sunumunu yapmıştım. Projemi dinledikten sonra işimin ‘çok auteurish’ olduğunu söylediler. Yani auteurish olmamak gerekiyormuş. Kimin ‘auteur’ olup olamayacağını bilemeyip haddimi aştığım için üzgünüm. Başka bir eserin yaratılmasına ve övgülere boğulmasına karar verdiler. Tahmin edilebileceği gibi beş kavramlık havuzdan çıkmaya kimse yanaşmamıştı. (Çıkış yapmak isteyen sinemacı için tüyo: Filminin saturasyonunu sıfıra iyice yaklaştır. Geniş kırsal kesim fotoğraflarına, fakirlik, ahlaki tükenmişlik, sıfıra yakın ya da anlamsız diyalog ilave et ve sakın faydalı olmaya çalışma. Sanatçının görevi asla topluma ya da insanlığa faydalı olmak değildir. Sanatçının görevi skandal yaratmak, seçkinlerin dünya görüşünü olumlamak, ötekilerin acınacak bir şekilde elit olamayışlarının öyküsünü anlatmaktır. Karamsarlık ve sıkıcılık esastır.) Bir benzeri duyguyu, adı sanı çok bilinir bir film festivaline filmimi gönderdiğimde, ön seçici kurulun ilk elemeyi ‘tanıyorum’, ‘tanımıyorum’ şeklinde yaptığını öğrendiğimde hissetmiştim. Tanımadıkları sinemacılara şans vermeyi tercih ettiklerini sanıyorsanız çok naifsiniz.

Söz gelimi Berlin Film Festivali gibi A sınıfı bir festivale filminizi çat kapı gönderdiğinizde şansınızın ne kadar olduğunu zannediyorsunuz? Tahmin ediyorum: bugünlerde yaklaşık binlerce film böylesi A sınıf bir film festivaline başvuru yapıyor. Her film ortalama doksan dakika olarak kabul edersek ve beş kişilik bir seçici kurulun filmleri izlemesi için yüzlerce gün aralıksız film izlemeleri gerekiyor. Filminizi izleyip, iyi olup olmadığına karar vereceklerini zannediyorsunuz değil mi? Peki…

Gerçekte, elit seçicilerden ‘onay almak’ ya da ‘finansal başarı’, sanatın ya da sanatçının motivasyonu olamaz. Bu ikisi olsa olsa ‘yan etki’ olabilir. Finansal başarı elde etmiş olmak ya da seçilmiş olmak gibi özelliklere sahip sanatçılar dışındakileri yokluğa mahkum eden bu dünya görüşü, felaket habercisidir. Öyküsü (sanatı) olmayan toplum batmak üzere olan bir toplumdur. Bir kısım insanın kendisini sanatçı, yapılanı sanat olarak kabul ediyor olması bu gerçeği değiştirmez.

Gerçek sanatı, pseudo (sahte) sanattan ayırmak için tek bir kriter vardır: Ölümsüzlük. Bunu da görmeye -üzgünüm dostlarım- sanatçının ömrünün yetip yetemeyeceğinin bilgisini veren bir resmi daire bulunmuyor. Kısmetiniz varsa Picasso olursunuz. Kısmetiniz kapalıysa Van Gogh. Ömrünüz sanatınızın ölümsüzler kervanına girip girmediğini görmeye belki yeter, belki yetmez. Bıkmadan usanmadan üretmeye devam ederseniz gerçek bir sanatçısınızdır. Sabrınız yok mu, başarı olmadan, onay görmeden üretmeye devam edemiyor musunuz? Sanatçı değil kullanılmış araba satıcısısınız.

Manifesto köşesi: Sanat biçime indirgenemez. Sanat içeriksiz olmaz. Biçim ve içerik; tıpkı ruh ve beden gibi, birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Sanat eseri aynı zamanda bir ahlak (etik) sorunudur. Klasik sanat, ölümsüzlüğe kapı aralar. Klasik sanat, toplumları toplum yapar. Örneğin Homeros (ve Hesiodos, Aeschylus, Sophokles, Euripides) olmasaydı bugün Antik Yunan Medeniyeti diye bir şey olduğundan haberimiz olmayabilirdi. Shakespearesiz ya da Goethesiz, İngiliz ya da Alman kültürü ne olurdu? Klasikler bir medeniyeti ayakta tutan taşıyıcı sütunlardır. Klasik, eskiye mahsus bir çaba değildir. Eski olanları biliriz çünkü onlar ölümsüz olduklarını kanıtlamışlardır. Bugünden yarına kalacak olan klasiklerimiz nerede? Ben göremiyorum, belki (umarım) vardırlar. Ancak başarıya odaklanmış sanatçıdan ‘klasik’ ya da ‘ölümsüz’ çıkmaz.

Yazar Olacak Çocuk

Yazar olacak kişi çocuk ruhludur, yaşı ne olursa olsun ona çocuk diyebiliriz bu sebeple.
Yazar olacak çocuk, kendini belli eder;
Deli gibi kitap okur, kitap kurdu olur, gazete, dergi ya da internette bulduğu ilgisini çeken her şeyi okur. Başlarda ne bulursa okur ama sonraları seçici olmaya başlar.
Klasikleri su gibi yutmuştur. Dünyanın bütün masallarını merak eder.
Sadece okumayı değil dinlemeyi de sever.
Dünyanın farklı yerlerinde yazılmış, farklı kültürlere ait klasikleri çok sever.
Yazar olacak çocuk hep hayal kurar. Çoğunlukla içe dönüktür.
Yazar olacak çocuk yalnızdır. Eğer kendisi gibi hayalci ve kitap kurdu arkadaşları yoksa tek başınadır ama mutsuz değildir. Çünkü onun sayısız dostu vardır. Jonathan Livingston ya da Hayy bin Yekzan onun dostu olabilir, ikisiyle birlikte hayalgücünün kanatlarında kıtalararası hatta yıldızlararası bir yolculuğa çıkabilir.
Yazar olacak çocuk kırılgandır. Alınmak isterse sebebe ihtiyaç duymaz.
Ne hayallerini, ne yeteneğini kimsenin gözüne sokmaz. Sorsalar bile söylemez çoğu zaman. Burnu büyük değildir. Kibirli olduğu için değil çabuk üzüldüğü için yazdıklarını kolay kolay paylaşmaz.
Yazar olacak çocuk çok yönlüdür. Sadece okumayı ya da yazmayı değil çizmeyi, söylemeyi hatta oynamayı çok sever.
Yazar olacak çocuk Küçük Prensi çok sever. Yazar olacak çocuk Raskolnikov’u da çok sever.


Yazar olacak çocuk mutlaka yazar. Yazmayan yazar olmayacağını bilir. Asla tembel değildir. Ama bir hayalin peşine düşüp deli gibi çalışması kolay olmaz çoğu zaman. Çünkü yazar olacak çocuğun önündeki en büyük engel kendisidir.
Yazar olacak çocuk aşıktır. Hayatında bir başkası olmasına gerek yoktur. Bir başkası varsa da aşık olur yoksa da aşık olur.
Yazar olacak çocuk okuyucusunu arar. Yazdıklarının etkisini okuyucusunun gözlerinde, sesinin tonunda, görmek ister. Göremezse eğer dünyanın en hüzünlü insanı oluverir. Yazar olacak çocuk sessizdir ama kağıda çiziktirdikleri bas bas bağırır.
Hayallerini anlatabileceği, yazdıklarını anlamaya çalışacak birini bulamazsa çok üzülür. Ama asla küsmez. İnatçıdır. Bütün dünya yazdıklarıyla alay etse, belki sadece bir gün hayata küser ama ikinci gün eline alır kalemi, yeni bir hayale hayat vermeye çalışır.
Yazar olacak çocuk bir insandır ama aslında bir insan değildir. Bir insan bedeninde onlarca belki yüzlerce insan yaşıyor gibidir.
Yazar olacak çocuk her şeye meraklıdır. Moai heykellerinin neden yapıldığını da merak edebilir, patlıcan denen garip sebzenin anavatanını da. Ne bulursa okuması biraz da bu yüzdendir ya…
Yazar olacak çocuk her zaman öğrenir. Meraklı olmaktan farklı bir şeydir bu. Önyargılarını doğrulamak ya da doğrulatmak derdinde değildir. Zihni de kalbi de her zaman boş bir sayfa gibidir. Ama bu demek değildir ki nereye çeksen oraya gelir. Hayır! İnatçı olmak isterse ondan daha inatçısını bulmak zordur. Önyargılı olmak isterse ondan önyargılısını bulmak zordur.
Yazar olacak çocuk kendine hayransa yazar olamaz. Yazar olursa kendine hayran olur. Kendine hayran olsa bile yine de bilir Narkissos’un hikayesini. İçin için yer bitirir ruhunu, ama bu kez de Pygmalion oluverir. Yazar olacak çocuğun bütün hayatı bu ikisiyle mücadele içinde geçer. Eğer ki yazdıkları ona şöhret ya da servet getirmişse bu savaşı hep kaybeder. Hep demeyelim haydi, çoğu zaman kaybeder.
Yazar olacak çocuğun gözü hep yaşlıdır. Ağlamak sıradan ve günlük bir iştir onun için. Erkek de olsa kadın da olsa böyledir bu. Sebebe bile ihtiyacı yoktur bazen.
Yazar olacak çocuğun karanlık tarafları da yok değildir.
Yazar olacak çocuk bağlanacak en az bir şeye, her an sahiptir. Bu bazen acı çekmek bile olabilir. Bu yüzden bağımlılık denen illetin bütün tuzaklarından korkmalıdır. Maddeye ya da bir hayale bağlanıp, ruhunu kaptırmak, en ölümcül en karanlık girdabıdır yazar olacak çocuğun.
Yazar olacak çocuk diğer tüm insanlar gibi bir insandır. Aynı anda birden fazla hayat yaşayabilmek dışında bir özelliği yoktur. Eh, bu da önemsiz sayılmaz!
Yazar olacak çocuğu çevreleyen duvarlar başkalarınınkilerden çok daha yüksektir. Parayla tanışmadan önce yazmaya başlaması lazımdır. Başarı, para ya da şöhret erkenden gelirse eğer, bağımlılıkları değişeceği için geri dönüşü olmayan bir yolda kendini buluverir. Bazen iş işten geçmiş olur bazen olmaz.
Yazar olacak çocuk, ne olursa olsun hayretler içinde kalabiliyorsa, hep yazar olacak çocuk olarak kalır.
En acıklısı da; yazar olacak çocukların küçük yaşlardan itibaren aile ve toplum tarafından ‘garantici’ olmaya şartlandırılmasıdır. Garantici çocuktan yazar mazar olmaz çünkü.

Tretman Örneği

Bir senaryo yazarken, yazarın çalışma şeklinin basitten karmaşığa yönünde olması gerektiğini, zihninin önce öyküyü en basit haliyle düşünmesi gerektiğini, sonra da aşama aşama genişleterek öyküsünü son haline getirmesi gerektiğini, sitedeki farklı yazılarda dile getirmiştik. Önce senaryoyu yazıp sonra senaryoya bakarak sinopsis ya da tretman yazmaya çalışmak doğru bir yol değildir. Yazma işinin bir yöntemi olması gerekiyor. Aşama aşama geliştirdiğiniz bir öyküde bütün tasarımlarınızı daha tutarlı yapabilirsiniz. Öykünüzün ya da senaryonuzun matematiğini hatasız kurmanız daha kolay olur.

İşte tretman dediğimiz şey sinopsisten sonraki, senaryodan bir önceki aşamadır. Değişik şekillerde yorumlanabilir. Bu yazıda bir örneğini verdiğimiz gibi kısa bir tretman da yazılabilir, sahne anlatımlarının çok daha kapsamlı tasvir edildiği uzun bir tretman da yazılabilir.

Sinemayla ilgili her teknik metinde geniş zaman kipi kullanılır. Sinema metinleri; (Yaratıcı Fikir, Plot, Sinopsis, Tretman, Senaryo, Outline, Step-outline) edebi metinler değildir. Edebi sanatlar kullanılmaz. Geniş zaman kipi kullanarak, ekranı ya da perdeyi izliyor ve kağıda döküyor gibi yazılır.

Türk sinema sektöründe tretman konusunda kabul edilmiş standartlar olmadığı için piyasada kısa ya da uzun versiyonları ile karşılaşabiliyoruz. Bazı yabancı film profesyonelleri, yazarlardan outline ya da step-outline adı verilen uzun versiyon tretman ister. Bizim önerimiz buradaki kısa versiyon örnekten yola çıkarak uzun versiyon tretman yazılmasıdır. Aşağıdaki tretman örneği sayfalarını The Fugitive (Kaçak) filmini açarak sahne sahne izleyip eş zamanlı okuyunuz. Filmin ilk 18 dakikasının tretmanını bulacaksınız. Numaralar, sahne numaralarını gösterir. Bu yoğunlukta yazılmaya devam edilirse, söz konusu film için 20 sayfa civarında bir tretman elde etmiş olursunuz.

The Fugitive filminin özellikle ilk 40 dakikası üst düzey bir sinema diline sahiptir. Tretmanı filmle beraber okumaya başladığınızda iç içe sahnelerin ne kadar başarılı bir şekilde uygulandığını fark edeceksiniz.

Tretmanda hatalar bulursanız bana aittir, tretmanı gokhanyorgancigil.com okuyucuları için ben hazırladım. Umarım işinize yarar, faydalanırsınız. Tretman konusuyla ilgili sorularınız olursa yazının altına yorum olarak bırakabilirsiniz. Vakit buldukça cevaplarım.

Kısa tretman örneği: The Fugitive – Kaçak filminin ilk 18 dakikası:

« Older Entries   Newer Entries »