Bir senaryoda karakterleri doğru yazmak

"mon-key, mon-key"

“mon-key, mon-key”

1- Karakter merkezli bir senaryoda karakter (özellikle ana karakterler) statik ve değişmez değildir. Devamlı bir oluşum – değişim içindedir. Değişken, dinamik bir karakter kendi içindeki çok sayıda sese kulak veren, kendine ait bir geçmişi olan, ihtiyaçları, tarzı, hayata bakışı olan bir varlıktır.
Karakterin birileri tarafından “yazılmış” gibi durmayıp canlı kanlı olmasının yegane yolu budur. O artık canlı bir varlıktır kendi arzuları, ihtirasları, zaafları olan bağımsız br yaratıktır.

2- Karakter merkezli senaryo risk alır. Yani şansını dener.
Yeni ve bilinmeyen bir alana giren her çalışma risk alır. Senaryo yazmak sonuçları önceden kestirilebilen bir çalışma değildir. Seyircinin vereceği tepkileri kestirmek imkansızdır. Tahminden öteye geçemez.

3- Karakter merkezli senaryoda seyirci ve karakterler zor ve çatışan ahlaki kararlar almak zorunda kalırlar ya da bu tercihleriyle yüzyüze olurlar.
Senaristin görevi: Karakterleri zor durumda bırakmak, tercih yapmaya itmek, içinden çıkılması zor duygusal ya da fiziksel bir çatışmanın ortasına atmak; doğru ile yanlış, iyi ile kötünün arasında bocalamasını sağlamak…

4- Karakter merkezli senaryolar genellikle alışılageldik Hollywood klişelerini yıkarlar. Sözde “senaryo kuralları”nı hiçe sayarlar.
Önceden tahmin edilebilir olmak demek seyircinin senaristten bir kaç adım önde olması demek değil midir? O halde neden senarist vardır?

5- Karakter merkezli senaryo, seyircinin ve karakterlerin anlayabileceği ve tanımlayabileceği türde temel karakteristik özelliklerden ve deneyimlerden güçlü bir şekilde etkilenir.
Senaryonun insan doğasına ait temel özelliklerden yola çıkılarak yazılması gerekir ki hem karakter, hem karakteri canlandıracak oyuncu, hem de seyirci anlayabilsin, kendisini anlatının içinde hissedebilsin…

6- Karakter merkezli senaryo, temel karakteristik ve deneyimlerin ötesinde, bütünüyle anlaşılmayan, aşikar olmayan, gizemli ve çözümlenememiş bir dünya önerir.
Yoksa merak edecek ne kalır ki? En büyük başarı seyirciye bir deneyim yaşatabilmek değil midir?

Yararlanılan kaynak: Andrew Horton – Writing the Character-Centered Screenplay

James Cameron’dan Avatar

Devletşah sağolsun, davet etti, 15 dakikalık teaser’ını gördük, şimdi de yorumlayalım. James Cameron‘u Abyss, Aliens, Terminator ve Terminator 2 ve Titanic ile hatırlıyoruz. Kendisi sinema salonlarında en çok izlenen film olan Titanic ile (ve hatta oscar törenlerinde filminin ana karakterine özenip “ben bu dünyanın kralıyım” şeklinde haykırmasıyla) daha çok tanınsa da kanımızca aksiyon türünün en önde gelen yönetmenidir. Terminator 2 ve Aliens bu türde çekilmiş en iyi filmler belki de. Titanic’tan sonra sükse yapacak bir işle geri dönmeye karar vermiş olsa gerek ki 3 boyutlu Avatar ile karşımıza çıkıyor.

Öncelikle filmin gösterime çıkmasından altı ay kadar önce 15 dakikalık bir “teaser” partisi düzenlenmesinin bir kaç amacı olmalı diye düşünüyoruz: Sponsor desteği, filmin tanıtımı ve belki de en önemlisi teaser üzerinden filmin teknolojisi, atmosferi üzerine tepkileri ölçerek gösterim öncesi değerlendirmek ve belki son değişiklikler için fikir avcılığı yapmak…

Avatar, görkemli bir iş olmuş. Zemeckis‘in Beowulf’unun izinden giden film, 3 boyut gözlükleri ile izleniyor. 3 boyutlu filmlerle ilgili önemli bir saptama yapmamız gerekiyor. Sinema perdesinde üçüncü boyut demek derinliği olan görüntüleri izlemek demek ve insan gözüne üçüncü boyutu izlerken daha fazla iş düşüyor demek. Alan derinliği, ciddi bir “netleme” ödevini insan gözüne yüklüyor. Bu durumun doğuracağı tek sorun gözlerde yorgunluk ve başağrısı değil. İnsan gözü ve beyninin perdedeki üç boyutlu görüntünün netliğinin nerede olduğunu anlaması için bir süre gerekiyor. Üçüncü boyutun getirdiği doğal sonuç olarak netliğin olmadığı flu alanlar ya çok yakındakiler ya da çok uzaktakiler olmuyor her zaman. Perdeden fırlayan ve hemen başınızın üzerindeymiş hissini veren nesneler için insan gözünün ayrı bir netleme süresi harcaması gerekiyor. Bu durum yani gözünüzün ve beyninizin harcayacağı ekstra emek; üçüncü boyut, yani derinlik hissinin verdiği haz ile kıyaslanacak olursa kabul edilebilir bir şey… Ne var ki çok kısa süreli planlarda ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Ardarda gelen kısa planlarda görme eylemi, idrak etme eylemine dönüşmeden perdedeki görüntü değişiyor. Özetle: kısa planlar ve üç boyutlu projeksiyon teknolojisi bir arada olunca istenen verim alınamıyor. Bunun da doğal sonucu olarak söylenebilir ki, kısa planlara sıklıkla işi düşen aksiyon türü “üç boyutlu sinema” ile pek barışamayacak gibi duruyor. Ancak endüstriyel sinema, bilinen gerekçelerle aksiyon türünden vazgeçemez. Bu da bir ikilem doğuruyor. Gelişen dijital teknolojiler sayesinde bağımsız sinema yükseliyor yani toplamdaki gişe rakamlarında endüstriyel sinemaya ciddi bir rakip oluyor. Öte yandan korsan kopyalama yüzünden de büyük kayıplara uğrayan sektörün devleri çareyi, rekabeti başka bir alana çekmekte görüyorlar. Bu yeni alan amatörlere yani bağımsızlara kapalı olmalı ve korsana karşı da dayanıklı olmalı. İşte bu sebeple gelecekte üç boyutlu film örneklerini ve pahalı animasyon filmlerini daha sık göreceğiz. Ancak üç boyutlu aksiyon filmleri istenen etkiyi belki de yapamayacak çünkü; netleme sorunu yüzünden, bu filmlerin insan gözünden beklentisi, gözün yapabileceklerinden daha fazla. Avatar’ın görkemini bir ölçüde gölgeleyebilecek bir durum bu…

Son olarak söylenebilecek şey şu olsa gerek; bütün sinemacılara ve sinemacı olmak isteyenlere Pixar’ı örnek vermek gerektiğine inanıyorum. Her ne imkanla film yapıyorsanız yapın, hikaye her şeydir. Kalıcı olmanın başka formülü yok. Klasikleri takip edin, insanca hikayeler anlatın. Pixar’ı Pixar yapan şey senaryolarının gücüdür.

Senaryo Yazarının Fikir Kaynakları

Senaryo yazarken en önemli konu, yeni başlayanların zannetiği gibi “bu işin tekniği” değildir. Fikir en önemli şeydir. İyi fikir; oturup senaryo olarak yazmaya değer olan, insanların evlerinden kalkıp sinemaya gelip bilet alıp, bir kaç saat oturup izlemelerine değecek olan o nadide şeydir. Bir senaryonun yapısı, tekniği hatalı olabilir. Bu hatalar düzeltilebilir. Ama bir fikir kötüyse, tamir edilemez. Hep kötü kalır.

İyi fikirler nereden gelir?

İyi bir fikrin çok çeşitli kaynakları olabilir. Bir yazar; yani hayatını yazma eylemine adadığı varsayılan bu insan, bu fikri her zaman her yerden edinebilir. Heyecan duyar, hesabını yapar ve yazmaya başlar. İyi fikrin kaynaklarını araştırdığımızda ise şu sonuçlara varıyoruz:

1- Kütüphane: Kitaplar… Kitaplarla dolu bir kütüphanede geçireceğiniz meraklı saatler size iyi fikirler bahşedebilir. Kitapların pek çoğu sizin başlamak üzere olduğunuz süreçleri başarıyla atlatmış iyi fikirlerden oluşur.
2- Dergiler: Dergilerde kitaplardan farklı olarak birbirinden farklı konular arasında kurulması zor ilişkileri görebilirsiniz. Farklı bakış açıları bir arada bulunabilir. Mesela alelade bir olayla ilgili yapılmış bir sosyolog yorumu küçücük bir kutunun içinde durmaktadır ve senarist için bu yorumdan yola çıkılarak iyi bir fikri kurup geliştirmek mümkün olabilir. Dergiler, senarist gibi olmasalar da işi yazmak olan başka insanların, dikkatini çeken konuları derledikleri ortamlardır.
3- Gazeteler: Gazetelerde karşılaşabileceğiniz bir olay, bir demeç size yeni ufuklar açabilir. Ancak dergi ve kitaplardaki gibi rafine değildir. Çoğu zaman hayalgücünün sihirli dokunuşuna ihtiyaç duyar.
4- Biyografiler: Konusu “hayat” olan biyografilerden yola çıkarak iyi bir fikri yakalamak çok kolay olabilir. Amaç, illa ki biyografiyi konu edinen kişiyi iyi fikir haline getirmek değil elbette.
5- Klasikler: Klasikler ölmez. Suç ve Ceza kaç kez uyarlandı ve daha kimbilir kaç kez uyarlanacak… İlyada’yı elinize alın ve satırları arasında gözlerinizi gezdirin. Pek çok “fikir” göreceksiniz.
6- Konuştuklarınız: Arkadaşlarınızla günlük hayat üzerine, bir gazete haberi üzerine ya da bir film üzerine konuşurken, fikir avcısı dikkatinizin her daim uyanık olması gerekmektedir. Konuşmak, düşünme eyleminin bir sonucudur ve “fikir” doğurması kadar normal, başka bir şey olamaz.
7- Kulak misafiri olmak: Konuşulanları dinleyin. Çevrenizdeki insanlar ne konuşuyor? William Faulkner’ın şu sözünü unutmayın: “Sanatçı; şeytanlar tarafından yönetilen bir yaratıktır. Neden kendisinin seçildiğini bilmez ve genellikle çok yoğun olduğu için merak da etmez. O tamamen ahlaksızdır; görevini yapmak için herhangi bir kimseden veya herkesten gasp eder, ödünç alır, dilenir veya çalar.” Şeytana teslim olmayın, ahlaksız da olmayın ama uyanık olun!
8- Deneyim. Hayat Tecrübesi: İyi bir yazar olmanın yolu bir dağ evinde tek başına yaşamak değildir. “Hikaye” ve “fikir” hayatın orta yerinde bulunur. Bir yazarın sahip olduğu en büyük kaynak kendisidir. Yaşadıkları, hissettikleridir. Yaşamak, gözlemlemekten bir gömlek üstündür.
9- Arenalar, Alanlar: Özellikle ülkemizde özel bir alana eğilen pek az filme rastlıyoruz. Genellikle ortalama yaşamlar süren ortalama karakterlere rastlamamızın sebebi de bu. Örneğin Rocky (ilk filmden bahsediyorum) Philadelphia’nın kenar mahallelerindeki spor salonlarına odaklanıyor, ikinci sınıf boksörler dünyasından bir karakterin hikayesini anlatıyordu. Mesela müthiş film, Network (Şebeke). Medya dünyası. Askerlik. Spor dünyası. Spesifik bir iş yapan insanların hikayeleri iyi bir fikre kaynaklık yapıyor olabilir. Örneğin Spastik çocukların eğitimi. Uzmanlık gerektiren bu alanlar hakkında yazmak için gereken şey, bu alanlarda bir uzman kadar bilgili olmak olduğu için midir bilinmez, özel bir alanı konu alan pek film çekilmiyor ülkemizde.
10- Sosyal-psikolojik-toplumsal sorunlar: Uyuşturucu, engellilerin yaşam şartları vs. Her türlü toplumsal ya da psikolojik sorun bir senaristin ilgisini çekebilir.
11- Tarih: Tarihsel pek çok olay, senaryo olmayı haketmektedir.
12- Fanteziler: Yüzüklerin Efendisi gibi görkemli olmak zorunda değil elbette.
13- Korkular: Bütün fobileri alt alta sıralayın, ilginizi çekecek bir fikir bulmak çok zor olmayacak. Bkz. : http://phobialist.com/
14- “Peki ya …” düşünce kalıbı: “Eğer …. olsaydı ne olurdu?” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu şekilde düşünmek çok zengin seçenekler sunabilir. İngilizcesi: “What if …”
15- Aşk hikayeleri: Nereden duyduğunuz önemli değil, aşk hikayeleri genellikle ilginçtir.
16- İntikam: Mesela çocuklukta gelişen bir takım trajik olayların doğurduğu intikam duygusu ile hareket eden karakter(ler). Klişe gibi göründüğüne bakmayın nefes kesen örnekleri hala bulunabilen doğurgan bir konu.
17- Konseptlerden gelen fikirler. Mesela: “Çılgınca suç işlemeye başlayan iki kadın” Thelma & Louise. “Arkadaşlıklarının içine etmekten korktuğu için sevişmekten korkan ama sevişen bir çift.” When Harry Met Sally. Yapımcı Brian Grazer arabasıyla gecenin bir vakti Malibu sahilinde giderken aklına şöyle bir fikir gelir: ya şimdi denizden çıkan bir kadın gelip bana “seni seviyorum” deseydi. Sonuç: Splash. Tom Hanks – Daryl Hannah.

Bütün bunlara, belki herkes kendi fikir kaynaklarını da ilave edebilir. Endüstriyel sinema geleneğinde senarist ya da senarist adaylarının, bir yapımcı huzurunda bir kaç dakika konuşma hakkı vardır. “Pitching” adı verilen bu ikna seansında çarpıcı fikrinizle yapımcıyı ya da “agent”ınızı ikna etmek zorundasınız. Bir fikriniz varsa fikrinizi, önce siz bir yapımcının huzurdaymışcasına sınamanız, hatta yakın çevrenizdeki insanlara “pitching” yapmalısınız. Unutmayın “fikir” en değerli şeydir ve bir kaç cümle ile ifade edilebilir. Senaryo yazımının teknik tarafı daha sonra gelir.
Yararlanılan kaynak: Lew Hunter – Screenwriting 434

Kenya: Keşfedilmeyi Bekleyen Topraklar

Türk Hava Yoları sponsorluğunda hazırlanan belgeselin bir dakikalık tanıtım videosu.

THY Sunar: Kenya from Gokhan Yorgancigil on Vimeo.

Kötü Karakterler Neden Sevilir?

Darth Vader

Sinemada ya da televizyonda gösterilen drama adını verdiğimiz kurmaca filmlerde kötü karakterler daha akılda kalıcı ve daha sevilir oluyor. Bu saptama genel olarak doğrudur. Star Wars deyince akla Darth Vader gelir. Se7en filminde Kevin Spacey’in canlandırdığı obsesif seri katili düşünün. Ya da Olağan Şüpheliler’deki sinema tarihinin en korkutucu (kendisi türk kökenli) kötülerinden birini: Keiser Söze. Yine sinema tarihinin en önemli filmlerinden Godfather’daki Vito Corleone karakterine ne demeli. Nihayetinde mafya babası ve çok sayıda vahşi cinayetin azmettiricisi olmasına rağmen, Marlon Brando’nun parlak performansı sayesinde bütün sinema tarihinin en “sevilen” karakterlerden biri… Son zamanlarda yıldızı parlayan TV dizisi Dexter‘ı düşünün. Adam seri katil ve biz seyirciler onun yakalanmamasını diliyoruz. Hatta onu yakalamaya çalışan polisler “kötü adam”. Örnekleri arttırmak mümkün. Gerçekten de kötü karakterler hem daha akılda kalıcı oluyor hem de daha çok seviliyor.

Peki bunun sebebi ne?
1
Sebeplerden ilki insanın doğasında olan, sansasyon ve “marjinal olan”a duyulan ilgi, merak. Reyting ve box office denen şeyin yaslandığı şey genel anlamda budur. Gişeleri “kasıp kavuran” reytinglerde tavan yapan pek çok yapım sansayonel ve marjinal olay ve karakterleri barındırır. Örnek vereyim: Vito Corleone bir suç örgütünün başı olmasına rağmen son derece erdem sahibi bir insandır. Ailesine bağlıdır. -Adam öldürürken bile olsa da- hak hukuk gözetir. Öngörülüdür. Bir yandan torunu ile oyunlar oynarken düşmanlarını alt etmek için planlar yapabilmektedir. Bir başka örnek: Dexter bir seri katildir ama polis kuvvetleri için çalışarak yaşamını devam ettirmektedir, bir polis rozeti taşımaktadır. Kurbanlarını korkunç ve vahşice öldürmekte kesmekte ve cesetlerini yok etmektedir. “Vay be!” “İlginç!” “Olmaz böyle şey yahu!” dedirtmek için yanıp tutuşan dünyanın en zeki ve yetenekli metin yazarları ve senaristleri, her geçen gün yeni sansasyonlar üretmeye çalışmaktadırlar. Marjinal ve Sansasyon üretebilmek için akla gelen ilk yol da tabii ki seks ve şiddet.
2
Bu daha önemli bir sebep. Batı paradigması; aydınlanma çağında yeni bir dünya kurma idealleriyle yükselmekte olan bir medeniyetin enstrumanı iken “klasik” edebiyatta karşımıza çıkan, kötü karakterler değil iyi karakterler ve iyinin tasviriydi. Tabii ki “çoğunlukla”… Victor Hugo, Sefilleri yazarken kötü karakteri ayrıntılı ve güçlü bir karakter olarak resmetmez. Hangimiz Jean Valjean adını değil de onu kovalayan polis şefinin adını hatırlıyor? Karamazov Kardeşler‘den aklımızda kalan isim Alyoşa mıdır yoksa Smerdyakov mu? Hugo ya da Dostoyevski’nin amacı kötü karakterleri parlatıp reyting yükseltmek değildi. Yazarlar tarafından “erdem” ve “bilgelik” arzulanıyordu. Bugünlerde ise gittikçe vahşileşen kapitalizm yüzünden erdem üretmek zorlaşıyor. Günümüzde Kahramanı yani protagonisti yüceltmek için kötü karakter yani antagonist yüceltiliyor. Ancak Kahraman’ı yüceltecek kadar erdeme sahip olmayan yazarlar, kötüyü öyle güzel ve ayrıntılı tasvir ediyorlar ki kimse artık iyi karakterleri hatırlamıyor bile. Batman’i izleyen herkes Joker’i konuşuyor. Luke Skywalker sönük bir karakter olarak kalırken Darth Vader ve iyilerin safında olmasına rağmen uçarı, haşarı, kural tanımaz Han Solo “star” oluveriyor. Son dönem bol gişeli çalışmalarda, sahip olduğu erdemleri içsel çatışmalarının sonucunda kazanan kahraman karakter, protagonist bulmak çok zor. Protagonistlerin pek çoğu antagonist eylemler sonucunda tepkisel davranarak birer anti-kahramana dönüşüyorlar. Anti-kahraman, popülerlik açısından kahramanın çok önünde olmasına rağmen, kötü karakterin yani antagonistin de gerisinde kalıyor. Bunun sebebi ise erdem ve bilgeliğin artık batı paradigmasında pek yer alma fırsatı bulamaması. Batı -aslında sadece batı değil, kürselleşen dünyada bu “insanlık”a tekabül ediyor- erdemlerini yitiriyor. Elbette ki topyekün halihazırdaki batı paradigması “kaka”dır demiyorum. Box office ve reyting patlaması yapan, üzerinde çok konuşulan yapımlardan bahsediyorum. Oysa David Mamet‘in yazıp yönettiği Winslow Boy ya da The Verdict‘ten bahsetmek isterdim. Eminim ki içimizde Batman’ı izleyenlerin sayısı bu iki filmi izleyenlerin toplamından fazladır. Kitleler erdemsizleşiyor ve kitle psikolojisi bilgelik yerine kapitalizm kuralları tarafından manuple ediliyor. Tıpkı George Orwell‘in 1984’undeki ya da Ray Bradbury‘nin Fahrenheit 451’indeki gibi bir anti ütopya evreninde yaşamaya başladık. Bunu gözden kaçırmayalım. Kitleler big brotherlar ve türevleri tarafından manuple ediliyor. Herşey sokaktaki adamın daha uysal bir tüketici olması için… Çok dağıtmadan özetleyeyim: Kötü ve kötü karakterlerin yüceltilmesi tüketim lordlarının buyruğudur çünkü her şey para kazanmakla ilgili. Erdemler ve bilgelik OUT, reyting ve box office IN bugünlerde (postmoderniteyi bu şekilde de tanımlayabiliriz).
3
Peki gerçek hayatta neden kötülüğü ve kötü karakterleri sevmiyoruz? Çünkü gerçek hayattaki gerçek kötüler, karizmatik değiller. Saw serisindeki ana karakter gibi güçlü karakterler değiller. Gerçek hayattaki gerçek kötüler aciz ve zayıf karakterler aslında. Smerdyakov gibiler. Vito Corleone, Keiser Soze ya da Joker gibi değiller. Gerçek kötülerin onları haklı çıkaracak çok dramatik öyküleri yok. Elinden hiç bir iş gelmeyen beş para etmez adamlar aslında onlar. Ama filmlerdeki kötüler öyle mi? Anakin Skywalker’ı baştan çıkaran ve karizmatik bir kötü yapan şey, zayıflığı ya da işe yaramazlığı değil aşkıydı. Ne kadar asilce değil mi?

Tsavo Canavarları

1898 yılının mart ayında İngiliz Doğu Afrika’sının Hint Okyanusu kıyısındaki liman kenti Mombasa’dan Uganda’ya kadar uzanacak demiryolu inşaatının Tsavo bölgesindeki Tsavo Nehri üzerindeki köprü inşaatı sırasında, sıradışı ve bir o kadar da korkunç olaylar gerçekleşir. İnşaat süresince çok sayıda işçi iki aslan tarafından yenir. Aslanlar tarafından yenen işçilerin sayısının 135’i bulduğu sanılıyor. İnşaatın başındaki Mühendis yüzbaşı John Henry Patterson’a göre ölenlerin 28’i hint kökenli geri kalanları ise afrikalı işçilerden oluşuyordu.

Patterson, bütün bu ölümler gerçekleşirken defalarca aslanlara tuzak kurar ama aslanlar gecenin karanlığında kaybolurlar. Nihayet Martini-Enfield marka tüfeğiyle aslanlardan birini yaralamayı başarır. Aslan yaralanmasına rağmen yakalanmaz ve kaçmayı başarır. Aynı günün gecesi aslan kampa geri döner ve Patterson kendisini avlamak istemesine rağmen Patterson’u kovalar. Patterson gece boyunca toplam beş kere aslanı vurur. Ertesi sabah aslanı ölmüş olarak bulur. Öteki aslan da defalarca silahla yaralanmasına ve bu yaralardan ötürü topal kalmasına rağmen kolay kolay yakalanmaz. En sonunda kafasından ve göğsünden deflarca vurulan ikinci aslan da Patterson tafından öldürülür.

Aslanların neden bilinen beslenme alışkanlıklarının dışına çıktığı konusu ise hala meçhul olmakla birlikte bazı teoriler ortaya atılmış durumda. Bunlar:

Rinderpest hastalığı adı verilen viral bir hastalık aslanları “sıradışı” avlar bulmaya itmiş olabilir.

Aslanlar Tsavo nehrine atılmış bazı kölelerin cesetlerin tadına bakarak insan eti yemeye alışmış olabilirler, ya da

Hindu işçilerin dini ritüelleri ya da ölüleri yakmaları aslanları iştahlı bir şekilde kampa davet etmiş olabilir…

Olayların bundan sonraki kısmı da hayli ilginç. Patterson 1907 yılında the Man-Eaters of Tsavo (Tsavo’nun İnsan Yiyenleri) adlı kitabını yazar ve aslanların derilerini 25 yıl sonra Şikago’da bir müzeye satar… Mart 1898 yılında yaşanan bu korkunç olaylar, zamanla popüler kültürün ilgisini çeker, Bwana Devil (1952) ve The Ghost and the Darkness (1996) filmlerine kaynak teşkil eder. Bugünlerde ise olay bölgesinde “İnsan Yiyen” adlı beş yıldızlı bir otel, meraklısına hizmet veriyor.

Senaryo Yazmak…

İLETİŞİM MESAJLARINI YORUMLAMA YOLLARI:

Dışımızdaki bir kaynak tarafından oluşturulmuş bir iletişim mesajını  yorumlarken, ya da bir iletişim mesajı oluştururken cevaplanması gereken temel sorular vardır. Bu soruların araştırılması ve cevaplanması “beğendim-beğenmedim”, “olmuş-olmamış” gibi yuvarlak ve teorik olarak bir anlam taşımayan yargılardan farklı olarak sağlıklı yargılara varmanın en önemli yollarından biridir. Bir hikaye, makale ya da herhangi başka bir iletişim mesajını üretirken yazarın, (üreticinin) bu soruları net olarak cevaplayabilmesi gereklidir. Ayakları yere basan bir iletinin oluşmasında büyük katkı sağlayacak, cevapları araştırılması gereken temel sorular şunlardır:

1- Amaç. Seçtiğimiz iletişim mesajının amacı nedir? İletişim kaynağı niye bu mesajı üretiyor?
2- Üslup.
3- Muhteva
4- Hedef Kitle
5- Zaman. (zamanlama)
6- Maliyet
7- Bütün içindeki yer.

SENARYO

Senaryo, çoğunlukla film formatındaki dramatik yapımlar için kullanılır. Bu dramatik yapılar kökenlerini Yunan Tragedyalarından alır. Bu sanatın bu haliyle temelinde “mimesis” vardır. Batıya özgü bir sanat olduğunu söylemek yanlış olmaz. Genel olarak bu dramalar:

i- A noktasındaki karakterler ile başlar
ii- Karakterlerin önünde engeller oluşur
iii- Bilinçlenme noktasına ulaşılır. Bu bilinçlenme aksiyon hakkında, dünya hakkında ya da kendi hakkında bir bilinçlenmedir.
iv- Doruk noktası. Karakterler ve engeller arasındaki çatışma en yüksek noktasındadır. Doruk noktasını ilginç yapan şey Bilinçlenme noktasının karmaşıklığı ve altmetindir.
v- Çözülme
vi- Sonuç. B noktası. Artık karakterler ve dünya bir başka durumdadır.

ALTMETİN NEDİR?:
Altmetin karakterlerin ya da olaylarda görünenlerin kendilerinden ziyade ifade ettikleri anlamdır. Örnek: Bir lokantada bir masada oturan iki kişi düşünelim. Seyirci bu kişilerden birinin diğerini yemek sırasında öldüreceğini, cebinde bir silah gizlediğini biliyorsa, yedikleri yemek, bu iki kişinin aralarında yaptığı konuşmalar, garson, hep “üstmetin”de mevcut olmasına rağmen önemini yitirir. Altmetin, yani cinayet, üstmetnin önüne geçer. Önemli olan altmetindir.

SENARYONUN GENEL YAPITAŞLARI

A- Aksiyon. Senaryo “aksiyon” üzerine kurulur. Aksiyon, “hareket” anlamında kullanılmaktadır. Bir sinema salonunda geniş açı, genel bir manzara görüntüsü gösterildiğini hayal edin. Bu manzaranın çok küçük bir bölümünde bir adamın yürüdüğünü düşünün. İstisnasız sinema salonundaki her seyirci yürümekte olan adamı izleyecektir. Drama yunanca “yapmak, etmek”
anlamındadır. (to do – to act). Dolayısıyla bir senaryo fikirlerden ve ideallerden oluşamaz. Karakterlere ve onların aksiyonlarına muhtaçtır. Kitabın fonksiyonunu ve insan ile arasındaki özel durumu senaryoya yüklemek hata olur. Daha geçici olduğu kabul edilmelidir. Ancak insan duygularını harekete geçirmekte ve bilinç düzeyinde olmayan etkileşimlerde seyirci üzerinde daha etkilidir. Bir senaryo bir güçlü tema üzerine kurulmalıdır. Bir tek senaryo ile bütün bir dünya görüşünü, bütün yönleriyle anlatmak mümkün değildir. İçinde fırtınalar kopan bir karakteri bir dramada nasıl anlatabilirsiniz? Kitapta sayfalarca tasvir yapma şansına sahipsiniz. Tv de sinemada ya da tiyatroda bu durum nasıl anlatılabilir? Fikirlerin, ideallerin ve bunalımların aksiyonlar haline getirilmesi gerekmektedir.

Senaryo, fikirleri ve kişileri, olaylar aracılığıyla anlatma sanatıdır.

B- A’dan B’ye ilerleme. Genel tanımları gereği: Komedide karakterler ilk konumlarını korumaya çalışırlar. Trajedide ise karakterler bir yerden bir başka noktaya gitmeye çalışırlar. Örnek: Top Gun filminde Tom Cruise’un canlandırdığı Maverick karakteri filmin başında serseri ruhlu, tam büyümemiş bir erkek çocuk kişiliğinde iken filmin sonunda rakibi Iceman gibi o da olgun bir erkek haline gelir. Bu, karakterin A dan B ye yaptığı yolculuktur.

ÖZDEŞLEŞME:
Seyirci kendisini karakterlerden biri ya da birkaçı ile özdeşleştirir. Kendisini karakterin yerine koyar. Bu klasik daramalar için geçerlidir. Bazı modern tiyatro yazarları ve film yapımcıları seyircinin özdeşleşmesinin dışına çıkmak istiyorlar. Alternatif drama arayışları modern drama sanatı olarak bir koldan ilerlemektedir.

C- Gerilim. Senaryo mutlaka gerilim ihtiva etmelidir. Bu gerilim illa ki polisiye gerilim anlamında değildir. Örneğin yeni atandığı okulunda başarılı olup olamayacağı bilinmeyen genç bir öğretmenin durumu kendine has bir gerilimi barındırır. Unutmamak gerekir ki gerilim ve merak birbiriyle kardeş derecesinde yakındır. Gerilim, seyirciye “ne olacak” sorusunu sordurur. Bu da “izlenir” olmak demektir. Fiziksel, duygusal ya da ruhsal gerilimler mutlaka araştırmalı ve senaryo yazımı sırasında faydalanmalıdır. Üç türlü gerilim vardır: Görülen, sezilen, oynanan.

Karakter ile seyirci arasında oluşabilecek dört muhtemel durum:
i- karakter olay örgüsünü seyirciden daha iyi bilir.
ii- seyirci olay örgüsünü karakterden daha iyi bilir.
iii- karakter de seyirci de olay örgüsünü bilmez.
iv- karakter de seyirci de olay örgüsünü bilir.

İyi bir dramatik senaryo genel olarak i ve ii seçeneklerinde gerçekleşir.

D- Çatışma. Karakterin iç dünyası ile karşısına çıkabilecek şeyler arasındaki çatışmanın ortaya konmasıdır. Çatışma aslında insanın varlığı ile benliği ve evren arasında ortaya çıkan genel durumdur. İnsanın istekleri vardır. Ama evren (yani karakter dışındaki herşey) buna engel olmaktadır. Bir karakterin başına bir olay gelecekse, önce o olaya en uzak durum yaşatılır ki psikolojik etki en düzeye çıksın. Yani çatışma oluşturulur. Örnek: Bir polis, ailesiyle beraber kötü adamlar tarafından salıdırıya uğrayacaksa, karısı ve çocuklarından biri ya da birkaçı bu saldırıda ölecekse, önce o aileye en mutlu günlerinden biri yaşatılır. Çocukların cıvıl cıvıl koşup oynadığı bir piknik sahnesini, kanlı bir saldırı sahnesi takip eder. Basit bir formül olarak, karakterin istekleri vardır. A noktasındadır, B noktasına ulaşmak istemektedir. Aradaki tüm engelleri aşmak zorundadır. Senaryo yazımı sırasında, karakter oluştururken en önemli şey belki de karaktere istekler yazmaktır. İstekler yazılır, ardından engeller yazılır.

* Senarist bir karaktere ne kadar acımasız davranırsa karakter o kadar dirilir.
* Karakterin istekleri nedir? Karşısına çıkan engeller nedir? Bu soruları her zaman canlı tutmak gereklidir. Karakterin isteklerinin gizli olması, bunların davranışlarıyla ortaya çıkması daha iyidir.
* Önemli olan alt metindir. Sözcükler önemsizdir. Ne var ki bunda da aşırıya kaçmamak gereklidir.
* Senaryo yazımı teknik bir iştir. Matematik hesaplama gerektirir. Karakterlerin ortaya çıkışları, isteklerinin ortaya çıkışları, engellerin – çatışmaların ortaya çıkışları; bunların zamanları, şekilleri ve dozları hep senaryo-zaman tablosunda hesaplar sonucu ortaya çıkmalıdır.
* Senaryo yazımı “görüntü” yazımıdır. Hikaye yazımında, ya da diğer edebiyat türlerinde olduğu gibi “kelime” yazımı değildir.
* Seyircinin aptal olduğu varsayımı ile yola çıkılmamalıdır. Çünkü seyirci aptal değildir.
* Senaryo yazarı aynı zamanda çok iyi bir seyirci olmalıdır. Jean Luc Godard’ın dediği gibi sinemayı öğrenmenin en iyi yolu film izlemektir.
* Senaryo yazarken sıkıcı olmaktan kaçmak gerekir. Seyircisi olmayan film, olmayan filmdir.
* Seyircinin arzuladığı, aynı zamanda hak ettiği en son şey hayatın gerçekleridir. Sahnedeki gerçek ve sokaktaki gerçek birbirinden farklıdır. Hiçbir seyirci, arabasını park etmek isteyen film karakterinin dakikalarca park yeri aramasını ve park sorunlarını bekleyemez. Senaristi de hayatın kendisi değil, özü ve özeti ilgilendirir. Hayatın hangi gerçeklerini alıyor ve hangi gerçeklerini atıyoruz? Senaryo yazma sanatı özetle budur.
* Çoğu senarist çok bilinen bir hataya düşerler: ayakları yere basmayan bir hayali, bir imgeyi, bir duyguyu yakalamak için senaryonun geri kalanını önemsemezler. Ya da bir başka şekliyle bu hayal için senaryoyu yazmaya otururlar oysa bu pek ilgi çekici fikir olmayabilir. İyi senarist iyi hikayeyi “gözünden” anlamalıdır.
* Senarist esnek olmalı. Film çekimleri sonuçlanana kadar senaryoda uygun değişiklikleri yapmaya hazır olmalıdır.

NASIL YAZILIR?

Genel olarak senaryo yazmanın kuralı yoktur. Yani sayfa düzeni ya da senaryo yazımı için kabul edilegelmiş kesin prensipler yoktur. Ancak yazım sırasında şu yolu izlemekte yarar vardır:

SİNOPSİS:
Film hikayesi. Film hikayesinde senaryo bittiğinde olacak olaylar genel hatlarıyla anlatılır. En fazla 2-3 daktilo sayfası uzunluğundadır. Cümleler geniş zaman kipiyle yazılır. Tasvirler ya da ruhsal çözümlemeler yapılmaz. Olaylar olduğu gibi özetle anlatılır. İç dünyalar, soyut gerçekler anlatılmaz. Edebi kaygı güdülmez.
TRETMAN (TREATMENT):
20-30 Sayfa uzunluğundadır. Mizansenler, zamanlamalar ve karakterler senaryodaki yerlerine yerleştirilir. Olaylar anlatılır. Diyalogsuzdur.
OUTLINE:
Senaryodan önceki aşamadır. Sahne sahne olacak olaylar anlatılır. Yine diyalog yazılmaz. Tüm ayrıntılar vardır.
SENARYO:
Outline a diyaloglar ilave edilir ve senaryo oluşturulur.

2005 tarihli bu yazıma bir ilave yapmak istiyorum: Bugün artık senaryo yazımı için geliştirilmiş yazılımlar dünya standardı haline geldi. Ülkemizde tam olarak yaygınlaşmasa da sayfa düzeni, font büyüklüğü gibi konularda standart uzlaşıların prodüksiyon aşamasında çok faydaları olduğunu belirteyim. Örneğin bu yazılımlarla oluşturacağınız senaryoların film olduğunda yaklaşık sürelerini hesaplamak çok kolay oluyor. Uzun metraj bir senaryo yazan kişinin senaryosunun çekim sonrasında 68 dakika çıkması hoş olmayan bir sürpriz olur… Bu yazılımların deneme sürümlerini internet üzerinde bulabilirsiniz. Kullanımı MS Word’den pek farklı olmayan popüler bazı senaryo yazım programları: Final Draft, Movie Magic Screenwriter, Sophocles, Dramatica…

Battlestar Galactica

1978 yılında Amerika’da yayınlanan ilk Battlestar Galactica televizyon serisini bir kaç yıl arayla TRT yayınlamaya başladığında, internet yoktu. Sadece bir tane televizyon kanalı vardı ve o da siyah-beyazdı. İlk bölüm, Caprica’dan kaçış, o tek tv kanalında bir cuma akşamı primetime’da yayınlanmıştı. Daha sonraları pazar öğleden sonra kuşağına alınan bölümleri, büyük bir ilgiyle takip ediyorduk. TRT’nin seyircisine klasik dünya sineması kültürü aşıladığı yıllarda böylesine yeni bir yapıma sıkça rastlanmazdı. Yayınlanan bir film son 10-15 yıl içinde yapılmışsa “yeni” kabul ediliyordu. Star Wars’dan haberdar olmak için bile ciddi bir entelektüel olmak gerekiyordu diyebiliriz. Aç hayalgücümüz, böylece Savaşyıldızı Galaktika’yı saygı ve heyecanla kabul edip bağrına bastı. Glen A. Larson ismi artık aile efradı kadar saygı uyandırıyordu. Nitekim aynı şahıs sonraki yıllarda Knight Rider – Kara Şimşek ile bu saygıyı perçinlemeyi de başardı. Apollo ve Starbuck artık bizim de arkadaşımız oldu. Komutan Adama ise daha çok bir önceki kuşağın arkadaşıydı: Bonanza dizisinden Lorna Greene

Star Wars’ları izlemeye başladıktan sonra Battlestar’ın konusunun daha iyi olduğunu ama teknolojisinin Star Wars’ın gerisinde kaldığını düşündüğümü hatırlıyorum.

Yıllar sonra yeni kuşak pilot ve ardından dizinin çekiliyor olması eskisi kadar heyecanlandırmadı ne yazık ki. Artık daha çok kitap okumuş ve daha çok film izlemiştik. Bilimkurgunun da hayatımızda oldukça önemli bir yeri vardı. Acaba yeni dizi ilgimizi çekmeyi başarabilecek miydi?

Yeni Battlestar Galactica, eski diziden ufak tefek çağrışımlar alan ama tamamen ona yaslanmayan bir yapım. İlk sezonda izlediklerimizin daha önce yaşanıp yaşanmadığını düşündürse de iki dizi arasında hikaye anlamıda bir bağlantı olmadığını sonraları öğreniyoruz. Peki yeni seride ne gibi yenilikler var?

1- Bilimkurgu gibi olmayan bir bilimkurgu diyebileceğimiz kadar “dünyalı” kavramlar, yani bilimkurgunun büyük üstatlarının bizi alıştırdığı “yeni bir evren keşfetme” duygusundan oldukça uzak bir yaklaşım. Bu tarz, Bradbury ya da Lem‘in algımızı, zihnimizi zorlayan ama bir o kadar da heyecan veren tarzından oldukça uzak. Ama hemen önyargılı olmayalım, çünkü bilimkurgu herhangi bir kalıba girmediği için çok güzel… Bugünün dünyasına neredeyse birebir benzeyen yaşam tarzı, giyim kuşam, çağdaş korkular-endişeler ve özellikle de dünyasal ve modern bir politik konsept… Hatta zaman zaman, “Tanrım!” ünlemi yerine “Tanrılar!” ünleminin tercih edilmesi dışında bir fark barındırmayan, yani semavi dinler dışında her şeyiyle dünyevi bir toplum görüntüsü çizmekte Caprica’dan kaçanlar… Tanrı kavramı yerine Yunan tanrıları, sadece isim değişikliği ile yer almış dizide: Kobol Tanrıları… Kravatlı takım elbiseli insanları bir uzay gemisinde görmeye, Jack Bauer’in 24‘ündeki gibi “haber kamerası” ile uzay boşluğunda laserli kapışma izlemeye alışmalısınız. Battlestar Galactica’nın ikibinli yıllardaki versiyonu, Arthur C. Clarke’ın devrimci bilimkurgu fikirlerinden bu haliyle hayli uzak… Serinin yazarlarının ilgisini özellikle amerikan politik sistemi ve tartışmaları çekiyor, ve seyirci kendini cumhuriyetçiler ve demokratlar arasında süregelen tartışmaları Roslin ve Adama arasında izlerken buluyor. Bu önemli tercihin arkaplanında bölüm başına düşecek bütçelerin minimize edilmesi hedefi olduğunu düşünmek çok yanlış olmayacak. Çünkü dekordan kostüme yapılan masraflar azalacağı gibi, okuduğu senaryoyu anlayacak oyuncu-yönetmen-ekip konusunda daha mütevazi isimlerle çalışma imkanı doğabilecek… Sadece “peki…” demekle yetinelim o halde.

2- Keşfedilmeyi bekleyen bir bilinmezlikler okyanusu olarak evren… Yeni Battlestar Galactica’da bu yok. Cylon kimdir, nedir, doğası nedir; derinlemesine bir ilgi-bilgi yok… Yani; Stanislaw Lem, Philip K. Dick ya da Asimov‘un büyük bir maharetle yaptığı bilimkurgu okurunu cezbedecek “keşfetme” duygusu yok. Daha çok güç ve insan ilişkisinden kaynaklanan dramaya yaslanılmış.

3- İnsana benzeyen robotlar, yani “bizi insan yapan nedir” sorusu,  önceki Galactica’da olmayan en temel konulardan biri. Robot deyince akla Asimov’un robotları ya da Blade Runner gelir. Ya Asimov’un yaptığı gibi robot kurallarını kabul eder ve doğacak mantıksal bulmacaların sebep olduğu dramatik etkiler öykünüzün iskeleti olur, ya da katil robotlar kurgular beynin en ilkel içgüdüleri üzerinden “reyting” kovalarsınız. Katil robot üzerinden gidilebilecek yegane dramatik unsurun ise suyunu çıkartırsınız… Philip K. Dick’in yaptığı ve bugünlerde hemen her yerde karşımıza çıkan “ben insan mıyım, robot muyum” ya da daha şık bir deyişle “bizi insan yapan nedir” diye sorarsınız. Robot kuralları olmazsa, robotlar bizi “av” haline dönüştürürler. Bir Maya efsanesinde anlatıldığı gibi gün gelir sahiplerini kızartan tost makinelerine dönüşürler. Frankenstein kompleksi de diyebileceğimiz bu durum neticesinde fiziksel bir kovalamaca oluşur ve bu da sizin box-office’inizde ya da reytinginizde bolca rakam anlamına gelir. Bkz.: Terminator, I Robot filmleri…

4- Din. Toplam dört sezon yayınlanan ve bu yıl içinde nihayete eren Battlestar Galactica’daki en büyük değişikliklerden biri, din. Acımasız düşman Cylonların tek tanrıcı, insan kolonilerinin de pagan olmaları ne anlama geliyor bilemiyoruz. Dan Brown eminiz ki buna da bir komplo yazabilir. Serinin özellikle son sezonunda tümüyle dinsel bir atmosferde ilerlemesi, koloninin en saygın bilimadamı olan Gaius Baltar’ın bile dinsel bir figüre dönüşmesi yapımcıların amaçları hakkında da ipucu verecek türden bir durum. Battlestar Galactica, bir Exodus yorumundan başka bir şey değil belki de…

5-Klasik drama. Olgunlaşmamış arketipler, kusurlu karakterlerin oluşturduğu dramatik yapı, amerikan klişeleri ile yoğrulmuş uzay gemisi dekorunda oradan buradan devşirilmiş politik fikirler. Endüstriyel Amerikan drama geleneğinin temel klişelerinden amerikan ailesi kavramı içine Cylon-insan ailesi ve hibrid çocukların katkısıyla karıştırılan faşizm eleştirisi.

Bütün bunlara rağmen sadece eğlendirmeyen, bir takım yüksek fikirleri de, hiç değilse tartışmaya açan yapımlara o kadar hasretiz ki, bu açıdan bakıldığında yeni Battlestar Galactica’ya şapka çıkartıyoruz. Nereden bakarsanız bakın, iyi yazılmış, iyi oyuncularla dolu, iyi bir hibrid yapım olmuş Battlestar Galactica. Bilimkurgu yazarı, amerikan politik yaşamı ile bu kadar ilgili olursa ortaya çıkacağını tahmin edebilceğimiz bir yapım.

Ayrıntılı bilgi için:
Wiki
IMDB

   Newer Entries »