Roman’ın Günleri Sayılı Mı?

Roman okuyucusu arkaik ve kültçü bir kimliğe mi bürünecek?

"Roman okuyucusu" arkaik ve "kült"çü bir kimliğe mi bürünecek?

Fahrenheit 451’de Ray Bradbury, edebiyat ve kitap okumanın terkedildiği, insanların evlerindeki dev ekranları izlemeyi tercih ettikleri bir dünya öngörmüştü. Yazar Philip Roth’a göre bu geleceğe giderek yaklaşıyoruz ve belki yirmi beş yıl içinde kitap / roman okuyan insan bulmak zor olacak.

Roth, roman konusunun tamamen bittiğini ancak takipçilerinin yirmi beş yıl içinde latin şiiri ve diğer arkaik sanat formlarının takipçileri gibi “kült” düşkünü bir azınlığa dönüşeceğini ilan etti. Konu basitçe kitapların, televizyon ve diğer ekran merkezli eğlence imkanlarıyla rekabet edememesinden kaynaklanıyor.

Roth diyor ki “Baskı bir problem, yani kitap… Yani o nesnenin kendisi” Ve devam ediyor: “Bir roman okumak tam bir konsantrasyon ister, odaklanma, ve okuma eylemine adanmışlık ister. Eğer bir romanı iki ve ikiden fazla hafta süresinde okuyorsanız, o romanı gerçekten okumuyorsunuzdur. Bu denli yoğun bir konsantrasyon ve takipçilik sıfatlarına sahip, çok sayıda insan bulabilmek gerçekten de zor.”

Roman okuyucusu arkaik ve kültçü bir kimliğe mi bürünecek?

Philip Roth: "Roman okuyucusu" arkaik ve "kült"çü bir kimliğe mi bürünecek?

via: Are the Novel’s Days Numbered?  io9.com ve Philip Roth’un görüşlerini anlattığı The Guardian makalesi.  Bonus Track: Days Are Numbers

Senaryo Başlangıç Fikirleri

Bir senaryo yazmak istiyor ama nasıl başlayacağınızı mı bilmiyorsunuz? İşte size senaryo başlangıç otomatı “Plot Scenario Generator“‘dan örnek senaryo başlangıçları:
* Ana kahramanınız bir falcıya giderek falcıdan avcunu okumasını ister. Bir diğer karakter ise bir ofiste müdürdür ve gerçekleri her zaman inkar etmektedir.
* Hikaye, ana kahramanınızın çok meraklı biri haline gelmesiyle başlar. Bir diğer karakter ise bir politikacıdır ve aynı zamanda ana karakterin en sevdiği müzisyendir.
* Hikaye, ana kahramanınıza bir nesnenin miras kalmasıyla başlar. Diğer bir karakter ise zamanda yolculuk yapabilen bir atlettir.
* Ana kahramanınızın ilginç bir web sitesi keşfetmesiyle film başlar. Bir diğer karakter ise ana kahramınızın tanıdığı birini öldüren bir profesördür.
* Hikaye ana kahramanınızın dükkanlardan bir şeyler aşırmasıyla başlar. Bir diğer karakter ise ana kahramanınıza büyü yapan bir suikastçdır.
* Ana kahramanınız birilerini gözetlemektedir. Bir diğer karakter ise 1500’lü yıllardan beri yaşamakta olan bir bilgisayar korsanıdır.

Örnekler bu şekilde devam edip gidiyor. Otomatın arkasında işleyen program; bir takım fiillerle bir takım sıfatların değişik kombinasyonlarda rasgele sıralanmasından ibaret. Her örnek mantıklı ve heyecan verici bir başlangıç gibi görünmeyebilir. Hatta çoğu size zırva gibi de gelebilir. Ancak dikkatleri çekmesi gereken şey; düşünce kalıplarını aşarak “yaratıcı” fikirler kovalama konusunda, insan zihninin nasıl çalıştığına dair ipuçları vermesidir. Bildiğiniz ve çok sevdiğiniz filmleri bir de bu gözle inceleyin. Benzerlikler sizi şaşırtabilir.

Bu Bir Tuti Kuşunun Hikayesi…

– Nedir bu? Okuduğunuz?
Müfit zaten bu sorunun geleceğini biliyor gibiydi
– Bu bir Tuti kuşunun hikayesi.
– Tuti kuşu?
– Dudu kuşu ya da meşhur adıyla papağan…
Aslı şaşırdı.
– Bilmiyordum…
Müfit, minyatür kitabına sadece birkaç satırla alınmış bu öykünün tümünü biliyor gibiydi.
– Öyküyü Mevlana anlatır. Son derece sembolik ve aslına bakarsan bir o kadar da derin bir öyküdür.
Aslı gözlerini minyatürden ayırmadı.
– Tüccarın biri… Ticaret yapmak üzere Hindistan’a gitmek için hazırlık yapıyormuş… Kölelerine, hizmetçilerine tek tek Hindistan’dan istedikleri bir şey olup olmadığını sormuş. Hepsine de isteklerini yerine getireceğine dair sözler vermiş. En son olarak da evindeki tuti kuşuna… Yani papağanına da sormuş… “Hindistan’dan bir şey ister misin?”
Kuş meğer kafeste yaşadığı için özgürlüğün özlemini çekiyormuş ve tüccara demiş ki:
– Oradaki papağanlara selamımı söyle. Onlara halimi anlat ve de ki “Siz çayırlarda ormanlarda özgürce geziyorsunuz, ben ise burada kafesteyim… Benim bu halime bir çare bulunuz… Eğer çare bulamazsanız hiç değilse beni çokca yadedin ki mutlu olayım”

İnce parmaklarıyla kitabın sayfaları üzerinde geziniyor, gözleriyle minyatürlerdeki en ufak ayrıntıyı bile fark etmeye çalışıyordu.

İnce parmaklarıyla kitabın sayfaları üzerinde geziniyor, gözleriyle minyatürlerdeki en ufak ayrıntıyı bile fark etmeye çalışıyordu.

Aslı, Müfit’in anlattığı öykünün içinde kaybolmuştu bile… İnce parmaklarıyla kitabın sayfaları üzerinde geziniyor, gözleriyle minyatürlerdeki en ufak ayrıntıyı bile fark etmeye çalışıyordu. Müfit sakinleştirici bir ses tonuyla devam etti.
– Dilekleri dinleyen tüccar Hindistan’a varmış. Bir su kenarından geçerken birkaç Tuti kuşu görmüş ve onlara seslenerek evindeki Tuti kuşunun dileğini olduğu gibi anlatmış. Ama kuşlardan bir tanesi bu sözleri duyar duymaz titremiş ve düşüp ölüvermiş. Tüccar, kuşun ölümüne sebep olduğu düşüncesiyle vicdan azabı içinde yoluna devam etmiş. Herkesin hediyelerini almış ve memleketine geri dönmüş. Hizmetçilere, kölelere hediyelerini dağıtırken sıra papağana gelince, tüccarı bir üzüntü kaplamış. Çünkü yolda rast geldiği kuşa olanlar aklına gelmiş ve vicdan azabı tazelenmiş. Papağan onun bu haline görünce meraklanmış, olan biteni anlatmasını istemiş. “Efendim! Neden pişmansın, neden öfkelisin?” Efendisi tıpkı söylediği gibi yolda rastladığı papağanlara selam söylediğini ama içlerinden bir tanesinin düşüp ölüverdiğini anlatmış. Bunu dinleyen papağan ise tıpkı tüccarın anlattığı kuş gibi titreyip düşmüş ve ölüvermiş. Tüccar, başına gelen bu ikinci hadisenin ardından ah-vah edip feryat figan içindeyken kendi kendine bir ağıt yakmış “Vah benim güzel sesli kuşum, sırdaşım, neşe kaynağım. Nasıl da yazık oldu sana!” Böyle ağlayıp sızlanırken ölü kuşunu kafesinden çıkarmış tam onun için bir gömme merasimi yapmaya hazırlanırken kuş, canlanmış ve kanatlanıp uçuvermiş. Kuş yakınlardaki yüksek bir dala gidip konmuş. Tüccar kuşunun ölmediğini anlayınca içini bir merak kaplamış. “Ben sana ne anlattım, o kuş sana ne öğretti ki böyle bize oyun oynadın, bugüne kadar aklına gelmeyen, ne oldu da aklına geldi?” demiş. Papağan bilgiç bir tavırla cevap vermiş. “O kuş, yaptıklarıyla bana akıl verdi. Düşüp ölerek bana dedi ki
– “Seni kafese sokan senin yeteneğindir. Öyleyse güzelliğini gizle. Eğer tohum olursan bütün kuşlar seni yemek ister. Kendine bir sığınak bul, ki o sığınak Musa’nın denizi, İbrahim’in ateşi gibi olsun.”
Demiş ve tüccarın yanından uzaklaşmış.
Hikayesini bitiren Müfit, arkasına yaslandı ve Aslı’nın bir soru sormasını bekledi. Aslı, sakince saçları iyice kırlaşmış, bilgeliği her halinden belli olan hocasına baktı ve sadece
– Ve?
Diyebildi. Müfit hafifçe gülümsüyordu:
– Doğu öyküleri gizemlidir ama, illa ki kıssadan bir hisse verir okuyucusuna.
Dedi. İşte Aslı’nın merakını uyandıran bir cümle.
– Nedir o hisse?

Okulun bahçesinde, meraklı gözlerden kaçmak ister gibi yürürken sanat tarihi hocası Müfit’in sözleri Aslı’nın kulaklarında yankılandı. Koltuğunun altındaki kitaba sımsıkı sarılmıştı çünkü henüz hakkında hiçbir şey bilmediği Üsküplü İhsan Efendi’nin bezediği kitabı taşıyordu. Müfit’in anlattıkları hayal dünyasında yeni pencereler açan Aslı’yı derinden etkilemişti. Sanki yürümüyor, zoraki bir şekilde sürükleniyordu. Aslı itiraz etmişti. “Bu kitap çok değerli. Böyle değerli bir şeyi ödünç almam doğru olmaz.” Ama Müfit, Aslı’nın kitabı uzun uzun incelemeyi ne kadar çok isteyebileceğini tahmin ediyordu ve “Ona iyi bakacağına eminim” diyerek ısrar etmişti.
İnsan bedeni ilginçtir. Kaslar kendiliğinden hareket ederler, gözler evin yolunu ya da yapılacak bir işi düşünmeye gerek kalmadan bulabilirler. Okulun son senesinde, kışın bahara çaldığı günlerde, Aslı bir akşamüstü okulundan bu duygularla ve bu halde uzaklaşıyordu. Belki mırıldanıyordu kendi kendine. Kıssadan bir hisse çıkmalıydı elbette. Ama neydi?

Tarla Kuşuydu Juliet


Ephraim Kishon‘un Tarla Kuşuydu Juliet adlı oyununu yıllar önce TRT’de izlemiş ve çok etkilenmiştim. Belki de TRT’nin siyah beyaz olduğu dönemlerdeydi. Romeo rolünde Çetin Tekindor, Juliet Rolünde Ayten Gökçer ve Shakespeare rolünde İstemi Betil. Yıllar sonra Şehir Tiyatroları’nda aynı oyunu, tabii ki farklı oyuncularla, izlemek oldukça hoş oldu, tavsiye ediyorum.

Ephraim Kishon

Ephraim Kishon

“Ben yazar değilim, sadece bir şakacıyım, ne zaman ölürseniz o zaman yazar olursunuz” diyen Ephraim Kishon, 1924 yılında Macaristan’da yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğdu ve 2005 yılında öldü. Tarla Kuşuydu Juliet, orijinal adıyla “Oh, Oh Juliet!” yazarın ülkemizde en iyi bilinen eseri.  Yazımızda bahsettiğimiz bir yazarın fikir kaynaklarından 14 numaralı madde, bu tiyatro eserinin çıkış noktası. Shakespeare’in ölümsüz eseri Romeo ve Juliet’in son sahnesinde Romeo ve Juliet, bir zamanlama hatasına kurban gitmeyip birbirlerine canlı kanlı olarak kavuşabilselerdi ne olurdu? Bu temel düşüncenin “What if …?” yani “Peki ya …?” kalıbıyla üretildiği aşikar. Senaryo ve öykü yazarları buradan kendilerine düşen payı çıkartadursunlar, Kishon’un oyununda bu fikir kalıbından fazlası olduğunu da söylemek yanlış olmaz.

Açıkcası Kishon’un oyunu, “modern olanın klasikten aldığı intikam” başlığını da taşıyabilirdi. Shakespeare’in ardından sanayi devrimi atlatmış, onun da arkasından iki dünya savaşı ve üstüne sos niyetine 60’ların çılgınca özgürlüklerini yaşamış bir dünyada yazıldı Tarla Kuşuydu Juliet. (1972) Evlenip ihtiyarlamış işleri güçleri birbirlerini yemek olan, semiz bir çifte dönüşen Romeo ve Juliet, evliliğin aşkı öldürdüğü fikrini tartışırken aslında klasik dünyaya duyulan nefretin sözcülüğünü yapıyorlar. Aklı şeyinde duyarsız Romeo; Romeo’dan önce Tybalt ve Benvolio dahil herkesle ilişkisi olmuş, kaşar bir Juliet var karşımızda.

(Capulet’lerin meyve bahçesi. Romeo ve Juliet pencerede görülürler)

Ürkek kulaklarının az önce işittiği, tarlakuşunun değil, bülbülün sesiydi.

Ürkek kulaklarının az önce işittiği, tarlakuşunun değil, bülbülün sesiydi.

JULIET:
Gidecek misin?
Gün henüz yakın değil.
Ürkek kulaklarının az önce işittiği,
Tarlakuşunun değil, bülbülün sesiydi.
Her gece öter şu nar ağacında,
Sevgilim, inan bana bülbüldü o

ROMEO:
Bülbül değil, inan bana tarlakuşuydu o;
Sabahın habercisi…
Bak, sevgilim şu hain ışıklar,
Nasıl da süslüyor dantel gibi,
Doğudaki haşin bulutları.
Sönmüş gecenin kandilleri ve neşeli gün,
Parmak uçlarına basarak bekliyor tepelerde.
Ya gidip yaşamalı ya da gidip ölmeliyim.

William Shakespeare

William Shakespeare

Shakespeare’in oyununun beşinci perdesinin açılışındaki, iki sevgilinin ayrılmadan önce yaptıkları bu konuşma, Kishon’a meşhur çiftin evlilikleri sonrası bir kavga için bahane oluyor. Tarlakuşu muydu öten yoksa bülbül mü? Görünürdeki komedi, klasik aşıkları için bir trajediye dönüşüyor. Sahneye derin dondurucu içinden fırlayıp manzum konuşmaya çabalayan Shakespeare’e, Romeo tarafından konuşmasına kelime olarak uygun düşsün diye “vantilatör” suflesinin verilmesiyle seyirci gülmekten yıkılıyor ama klasik edebiyat sessizce gözyaşı döküyor. Evlilik, aşk, lirizm… Bunları yokedip yerlerine “shake it up, baby” mi demeli?

Doğulu ya da batılı farketmez, MTV çağında kolu kanadı kırılmış görünse de: Klasik her zaman yaşamaya devam edecektir. Kimbilir; aynı Romeo ve Juliet’i Baz Luhrmann’ın orijinal diyaloglara sadık kalarak uyarlaması bu iddiaya bir kanıt olabilir. Klasik; form değiştirir ama ölmez.

Bütün bu eleştirilerin Kishon ve oyunu üzerine olduğunu belirtip, Engin Alkan ve ekibini tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum. İyi bir iş çıkarmışlar. Özellikle Shakespeare rolünde Çağlar Çorumlu ve Lükretia rolünde Murat Bavli’yi ayakta alkışladım.

Baz Luhrmanndan Romeo ve Juliet

Baz Luhrmann'dan Romeo ve Juliet

Dezenformasyon ve Kikloplar

Hititler zamanının uygarlıklarından oldukça öndeydiler. Teknolojileri gelişmişti askerlikte de ileriydiler. Bununla birlikte bu Küçük Asya toplumu ile Hellen yarımadası arasında bir çatışma da vardı. Troya Savaşı’na da konu olan bu tarihsel doğu-batı karşıtlığı hala devam ediyor. Bakın Halikarnas Balıkçısı ne yazıyor:

Batı Anadolu’da dağ yarları ve kayalar üzerinde Hititler’e ait bir çok kabartma vardı. Bunların bir çokları silinmiş ya da yapı taşı olarak kırılarak kullanılmış ve kaybolmuştur. Bunlardan biri Yamanlar Dağı (Sipylos) Karabel noktasında bugün bile görülebilir. Bu kabartmalar arasında bir çok da ortastat görülür. Ortastat, duvarlar arasına dikine konulan, insan boyunda, dar taş levhalardır. Bu levhalara ve düz taş yüzeylere, Hititler insan boyunda kabartmalar yontarlardı. Hititler acemi ve beceriksiz yontucular oldukları için, işin kolayına kaçarak insan yüzlerini profil yontarlar ve profildeki tek gözleri de büyük ve yuvarlak yaparlardı. Batı Anadolu halkı Hititleri çoktan unutmuştu. Hatta Herodotos Karabel’deki kabartmayı görmüş ve ona “Mısırlı Sesostris” demiştir.

Hitit kaya kabartmaları

Batı Anadolulular bu kabartmaları görünce pek doğal olarak “Bu insanlar toparlak ve tek gözlü insanlarmış” dediler. Ve onlara “Kyklops” adını taktılar. Hititler o çağda yirminci yüzyılın estetik görüş ve anlamına varamamışlardı ki Picasso’nun iki gözlü profillerini doğal sayabilsinler.

Batılı modern mitologların, yani bir efsanenin altındaki gizli gerçeği bulup açıklayan uzmanların, Keats, Shelley, Byron, Victor Hugo, Goethe ve başka batılı büyük ozanların “O büyük şanlı parlayış ki Hellenistan idi” gibilerden batıya yaydıkları romantizmin etkisi altında kalarak Kyklops efsanesini -başka her efsane gibi- Hellenistan’a mal etmeye kalkışırlar.
“(*)

Nasıl yapıldığını anlayamadıkları büyük duvarlara “bunları yapanlar ancak devler olsa gerektir” dedikten sonra bu duvarlar üzerindeki tek gözlü dev kabartmaları görünce de bütün oluşumu “tek gözlü devler”e mal etmek bugün de pek yaygın olan “ötekileştirme” eyleminin antik versiyonu değil midir?

Kendi varlığını anlamlı kılmak isteyen insanoğlu, her zaman “öteki”ne ve düşmana ihtiyaç duymuştur. Bu iletişim çağında bile! Dezenformasyon, düşmanları tek gözlü devler olarak tanımlayabilmeye imkan sağlıyor. Bu mantık dizgesinde adım adım geriye gidersek karşılaşacağımız gerçek şudur: Kendi varlığımızı anlamlandıramıyoruz. Biz kimiz? Sadece tüketerek kimlik sahibi olamıyoruz. Bilgiyi, kültürü, bilimi, haberi üreten kendi varlığına anlam katabilir. Bütün bunları üretemeyen ise her zaman maniple edilmeye mahkum olacaktır. Kendisini “düşman” imgeleri sayesinde tanımlayacak ve bugün birilerine yarın bir başkasına düşman olacaktır. Gerçekte ise sadece George Orwell’in 1984’ündeki gibi yönetilmektedir. İşte bu yüzden bizler, bugünlerde, anti-ütopya romanlarındaki robotlaşmış kalabalıkları oynamakla meşgulüz. Bize Kiklopları gösterdiler, kimi düşman bellediysek o bize, basın yayın yoluyla hazır olarak verildi. Her yanımızı onlar (düşmanlarımız) sarıyor. Düşmanlar çoğalıyor. Biz ise zayıflıyoruz. Biz kimiz? Onların düşmanı. Tek tanımımız bu. İçimiz boş. (*) Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi Yayınevi 6. basım sf. 46

Arthur C. Clarke’dan bir öykü: “Ambrosia”

“Ambrosia”(*)

Daha önce meclis komitesinde ve halk içinde açıktan konuşulmamış olması yüzünden, sizi sadece uyarmak istiyorum. Elimdeki deliller son derece mide bulandırıcı. Ama korkarım, artık iki yüzlülüğü bir kenara bırakıp yüzleşmemiz gerekiyor. Baylar; sizler ve ben, devasa bir etoburlar ailesinin bir ferdiyiz. Pek çoğunuzun etobur teriminin ne manaya geldiğini bilmediğinizi görüyorum. Pekala, bu sürpriz değil, söz konusu kelime binlerce yıldır kullanılmayan bir dilden geliyor. Belki de fazlaca dürüst ve açıksözlü davranmalı ve toplumumuz tarafından kabalık sayılabilecek sözcükler seçmeliyim. Sizleri incitecek olursam şimdiden özür dilerim.

Daha bir kaç yüzyıl öncesine kadar insanoğlunun temel gıdası yaşayan hayvanların etiydi. Midenizi kaldırmak niyetinde değilim, ama bu çok yalın bir gerçek, isterseniz tarih kitaplarına bakıp kontrol edebilirsiniz.

Neden.. Pekala sayın başkan, Senatör Irving kendini iyi hissedene kadar bekleyebilirim. Biz profesyoneller bazen meslekten olmayanların bu tür durumlara nasıl tepkiler verebileceklerini unutuyoruz. Komiteyi uyarmak isterim, daha da kötüsü geliyor, kendini iyi hisstemeyen tüm üyeler, çok geç olmadan Senatör Irving’in peşinden gitseler daha iyi olabilir…

Tamam, devam ediyorum. Zamanımıza kadar bütün gıdalar iki ana kategorideydi. Pek çoğu, bitkilerden elde ediliyordu; mesela mısır gevrekleri, meyveler, algler, planktonlar ve bitkilerin değişik formları… Atalarımızın büyük bir çoğunluğunun çiftçi olduğunu, denizden ve topraktan son derece ilkel metotlarla gıda elde ettiklerini, bugün gözümüzde canlandırabilmek oldukça zor, ama bu bir gerçek. Diğer temel gıda türü, şu tatsız konuya tekrar dönecek olursak, nisbeten daha az sayıdaki hayvandan elde edilen etti. Bu hayvanların bazıları size tanıdık gelebilir: İnekler, domuzlar, koyunlar, balina. Çoğu insan, -tekrar özür diliyorum- tartışma götürmeyecek bir şekilde, sağlıklı gıdalar yerine sırf lezzeti yüzünden bu gıdayı tercih ediyordu. İnsanoğlunun büyük çoğunluğu için et, menüsünde az bulunuyordu ve seçkin bir yemekti.

Konuya sakince yaklaşmaya çalışırsak –umuyorum Senatör Irving’in şu anki hali de öyledir- görebiliriz ki üretimi son derece verimsiz bir süreç olan et, nadir ve pahalıydı. Bir kilogram et elde etmek için hayvan; insanın da doğrudan tüketebileceği on kilogramdan fazla bitki tüketmeliydi. Estetik kaygılar bir yana bırakılırsa bu davranış şekli, yirminci yüzyıldaki nüfus patlamasından sonra kabul edilebilecek bir şey değildi. Et yiyen her insan on veya daha fazla insanı açlığa mahkum etmiş oluyordu.

Şanslıyız ki biyokimyacılar sorunu çözdüler: cevap sayısız uzay araştırmalarının birinde gizliydi. Bütün gıdalar, ister bitki ister hayvan olsun az sayıdaki yaygın elementten oluşmaktadır. Karbon, hidrojen, oksijen, azot ve az miktarda sülfür ve fosfor… Bu yarım düzine element, sonsuza yakın kombinasyonlarıyla, insanoğlunun yediği ve yiyeceği bütün gıdaların hammaddesiydi. Yirmibirinci yüzyılda, ay ve diğer gezegenlerin kolonileştirilmesi sırasında karşılaşılan beslenme sorunu yüzünden biyokimyacılar su, hava ve kayalardan istenen her gıdayı sentezleme imkanına kavuştular. Bu, bilim tarihindeki en büyük, belki de en önemli ilerlemeydi. Fakat yeteri kadar gurur duyamadık. Milyarlarca yıl bitki yemeye o kadar alışmıştık ki…

Kimyagerler akla gelebilecek her türlü gıdayı sentezlediler. Söylemeye gerek yok, arada hatalar yapıldı, felaketler yaşandı. Endüstri devleri yükseldiler ve çöktüler. Tarım ve hayvancılıktan, bugünün dev, otomatik fabrikalarına geçiş, çok kolay olmadı. Fakat yapılmalıydı ve değdi de. Açlık tehlikesi sonsuza kadar yok edildi ve biz, gıdalarımızda, tarihin hiç görmediği kadar bolluk ve çeşitlilik yaşadık.

"...açlık tehlikesi sonsuza kadar yok edildi ve biz, gıdalarımızda, tarihin hiç görmediği kadar bolluk ve çeşitlilik yaşadık."

“…açlık tehlikesi sonsuza kadar yok edildi ve biz, gıdalarımızda, tarihin hiç görmediği kadar bolluk ve çeşitlilik yaşadık.”

Ve tabii ki ahlaki bir kazanım da söz konusuydu. Artık milyonlarca yaşayan yaratığı katletmek zorunda kalmıyorduk ve mezbaha ya da kasap dükkanları gibi iğrenç kurumlar, yeryüzünden sonsuza dek yok edilmişlerdi. Görünen oydu ki artık atalarımızın eski zalimliklerini hoşgörmek artık imkansızdı. Ve hala geçmişimizle olan bağımızı kesip atmak o derece mümkün değil. Altını çizmeliyim, bizler etoburuz. Milyonlarca yıllık tat alma ve yeme içme özelliklerinin mirasçısıyız. Hoşlanın ya da hoşlanmayın: büyük büyük babalarımız -yapabildiklerinde- hayvan etinden zevk alıyorlardı. Biz de bugün aynı şekilde seviyoruz…

Oh, bu dakikadan sonra Senatör Irving dışarıda kalsa daha iyi olur. Belki de bu kadar açıksözlü olmamalıyım. Aslında söylemek istediğim bugünün sentetik gıdalarının, geçmiş zamanların doğal gıdalarıyla aynı formüle sahip olduğudur. Kimileri tabii ki, hiç bir kimyevi ya da başka bir testin ayırt edemeyeceği bire bir kopya gıdalar. Bu durum mantıklı ve geri döndürülemez. Biz üreticiler, sentetik öncesi gıdaları, modellerimiz olarak alıyor ve aynı tat ve dokuda yeniden üretiyoruz. Ve tabii ki biz, bu gıdalara tamamen yeni isimler verdik ki anatomik ya da zoolojik kökeni ve hayatın gerçeklerini hatırlamamıza imkan vermesin.

Bir restorana girdiğinizde menüde bulacağınız isimler ya yirmibirinci yüzyılda icat edilmiştir ya da sadece bir kaç kişinin tanıyabileceği fransızca orijinallerinden türetilmiştir. Eğer dayanabilme sınırınızı test etmek isterseniz, ilginç ama tatsız bir deney yapabilirsiniz. Kongre Kütüphanesi’nin tasnif edilmiş bölümünde ünlü restoranların menülerinden oluşan geniş bir liste var. Ve evet, Beyaz Saray ziyafetleri beş yüz yıl öncesine kadar uzanıyor. Menülerdeki kabalık ve açıksözlülük neredeyse onları okunamaz yapıyor. Bizden sadece bir kaç kuşak önceki atalarımızla aramızdaki büyük farkı, bundan daha güzel anlatabilecek başka bir kaynak düşünemiyorum.

Evet Sayın Başkan, asıl konuya geliyorum; konuyla ne kadar ilgili olsa da bütün bunları kabullenmek gerçekten güç… Ağzınızın tadını bozmaya çalışmıyorum, sadece rakibimiz olan Üçgezegen Gıda Şirketi için yapacağım suçlamaya hazırlık yapıyorum. Bu arkaplan iyice anlaşılmazsa, Ambrosia Plus adlı ürün pazara girdiğinden beri, şirketimin uğradığı ciddi kayıplar yüzünden, saçma suçlamalarda bulunuyor olduğumu düşünebilirdiniz.

Haftada bir yeni gıdalar icad ediliyor beyler. Hepsini takip edebilmek zor. Moda olup kayboluyorlar ve binde biri kalıcı oluyor. Bir gecede halk beğenisini kazanıp büyük başarılar kazanmak pek nadir oluyor, hatta diyebilirim ki Ambrosia Plus dışında gıda üretim tarihi boyunca böyle bir başarıyı kazanabilmiş ürün yok. Durumdan haberdarsınız. Piyasada ne varsa silip süpürdü.

Doğal olarak bu meydan okumayı kabullenmekte zorlandık. Güneş Sistemi’ndeki her biyokimyacı gibi, şirketimin, mesleğinde başarılı biyokimyacıları hemen Ambrosia Plus üzerinde çalışmaya başladılar. Size herhangi bir ticari sır vermeden söyleyebilirim ki, bugüne kadar insanoğlunun yediği, ister sentetik ister doğal; ballı çekirgeden kızarmış kalamara, tavus kuşu dilinden çok ayaklı Venüs’lülere, ne kadar egzotik ya da adı duyulmamış da olsa, bütün gıdaların kayıtları elimizde mevcut. Sektördeki bütün firmalar gibi, biz de devasa bir lezzet ve doku kütüphanesine sahibiz. Rakiplerimiz bizi mahvetmesinler diye düşünülebilecek bütün kombinasyonları hemen seçip kopyalayabileceğimiz, seçme ve karıştırma işlemlerini yapabileceğimiz bir kütüphane bu.

"...bu protein-yağ bozuntusu şey, alenen bir et."

“…bu protein-yağ bozuntusu şey, alenen bir et.”

Fakat bir süredir Ambrosia Plus bizi şaşırttı. Henüz sınıflandıramadığımız, bu protein-yağ bozuntusu şey, alenen bir et. Bu müthiş cazibesi olan ve diğer herhangi bir gıdayı tatsız kılan şey yüzünden, kimyagerlerimiz ilk defa başarısız oldular ve mahiyetini açıklayamadılar. Belki de… Pekala kısa kesiyorum…

Kısacası, Sayın Başkan, sizden önce, gönülsüzce de olsa Üçgezegen Gıda’nın başkanı da konuşacaktır eminim. Size Ambrosia Plus’un hava, su, kireç, sülfür, fosfor ve benzeri şeylerden sentezlendiğini söyleyecektir. Bu, yüzde yüz doğrudur ama hikayenin geri kalanından çok daha önemsiz… Çünkü biz O’nun sırrını keşfettik ve öğrendiğinizde anlıyorsunuz ki, bütün sırlar gibi bu da son derece basit.

Ben gerçekten rakibimizi tebrik etmeliyim. Kendisi sınırsız seçenekler içinde, insanoğlu için ideal gıdayı arayıp bulmuştur. Stokta pek bulundurulmayan bu ürün, işin eksperleri tarafından belki bu sayede tanımlanamıyor. İstisnasız hepsi, başka bir şeyle uzaktan yakından kıyaslanamayacağına inanıyorlar.

Evet, Üçgezegen’nin kimyagerleri inanılmaz bir iş başardılar. Ve şimdi siz, ahlaki ve felsefi sorunları çözmek zorundasınız. Konuşmama başladığımda arkaik bir kelime kullanmıştım: Etobur. Şimdi size başka bir kelimeden bahsetmeliyim. Önce harf harf söyleyeceğim: Y-A-M-Y-A-M…

Yazan: Arthur C. Clarke, Tercüme: Gökhan Yorgancıgil.

(*)Yunan mitolojisine göre kimi zaman Tanrıların yiyeceği, kimi zaman içeceği ve genel olarak “sonsuz hayat” veren balımsı bir madde olarak tasvir edilir. Homeros’un anlatılarında nektar olarak tasvir edilir ve hoş kokulu olduğu söylenir.

Kurmaca yazmanın sekiz kuralı

Açıkcası formüller veren, madde madde yapılması gerekenleri sıralayan, kısa yoldan “başarı” vadeden yazılardan pek hoşlanmıyorum. Little Miss Sunshine‘daki, ezik kişisel gelişim uzmanı aklıma geliyor hep. “9 adımda başarılı olmanın sırları”… Ne var ki böyle yazıların bir tür cazibesi olduğunu da itiraf etmek zorundayım. Okumanın da, yazmanın da… Öte yandan bu tür yazıların; ülkemizde “yazmak”, hele hele “senaryo yazmak” gibi alanlarda yerleşik bir eğitim geleneği olmadığını düşünürsek, yolu google sayesinde bu siteye düşecek meraklı zihinler için iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum. Ve hemen; yaptığımız ve yapacağımız bol formüllü seçkilerin, ticari kaygılarla üretilmiş “kısa yoldan başarı” vadeden kaynaklar yerine, alanında doruk olabilmiş, çığır açmış isimlerden geldiğini belirteyim… Şunu bir kenara not edelim ve hayatımızın sonuna kadar unutmayalım: “Kısa yoldan başarı yoktur”

Bu yazımızdaki ilkelerin kaynağı amerikalı, ilginç bir isim: Kurt Vonnegut. Vonnegut, kesinlikle aykırı bir zihin, roman, hikaye, oyun yazarı ve düşünür. “Fiction” yani kurmaca üzerine verdiği ilkeler Bagombo Snuff Box: Uncollected Short Fiction (New York: G.P. Putnam’s Sons 1999), 9-10. kaynağından alıntılanmıştır. Tercüme ve kırmızı renkli açıklamalar bize ait. Kurmaca; bir öykü olabilir, bir senaryo da olabilir.

1- Zamanı tıpkı bir kaşif gibi kullanın ki karakterleriniz boş zaman dolduruyor gibi olmasın.
Yazarın burada “kaşif” kelimesi yerine seçtiği orijinal kelime “total stranger“. Stranger=Yabancı kelimesinden ziyade “gurbetteki bir adam” ya da “bir kaşifteki merak duygusuna sahip insandaki gibi” demek istediğini düşünüyoruz. Bütün ilkelerde bir minimalizm eğilimi olduğunu farkedeceksiniz. Sanatçının görevinin karmaşık bir evreni sade bir evrene indirgemek olduğuna inanan bir bakış açısıdır bu, biz de katılıyoruz. Çünkü zaten karmakarışık bir evrendeyiz artık (modern zamanların büyük sorunlarıdan biri; Toffler’ın gelecek şoku dediği konuyla ilgili aynı zamanda…)
2- Okuyucunuza (izleyicinize) içselleştirebileceği en az bir karakter verin.
Muhatabınız, okuyucu/seyirci, kendisinden bir şeyler bulsa iyi olur. Klasik dramanın özdeşleşme ilkesi.
3- Her karakter, bir bardak su olsa dahi bir şey istemelidir.
Karakterlerin istekleri olmalı ki, gerçek ve yaşayan karakterlere yani bizlere benzesinler ve istekleri olsun. Bu isteklerin karşısına engeller yazabilelim. İstekler ve engeller. Diğer bir deyişle çatışma. Dünyaya geldiğimiz an, bizi ağlatan şey. Ve ölene dek mızmızlanmamızı sağlayan şey: İsteklerimiz ve karşılarında duran devasa engeller.
4- Her cümle (sahne) mutlaka iki şeyi başarmalıdır: karakteri anlatmak ya da aksiyonda ilerlemek.
Minimalizm. Klasik romanların bazılarındaki gibi uzun uzun bir konuyu tartışmak yerine, sadece amaca hizmet eden bir yolda ilerlemek. Karakterler ve aksiyon her şeyimiz. (Aksiyon karşılığı olarak “hareket” ya da “devinim” yeterli değil, daha iyisini bulana dek “aksiyon”.)
5- Finale olabildiğince yakın başlayın.
Minimalizm. Kavramsal bir yakınlıktan bahsedildiğini zannediyoruz. (Start as close to the end as possible.)
6- Sadist olun. Ana karakterleriniz ne kadar sevimli olursa olsun, okuyucunuzun (izleyicinizin) onların etten kemikten yapıldığını hissedebilmesi için, başlarına korkunç şeyler gelsin.
İnsanoğlunun dramı değil midir? Hayatın ve kötü kaderin bize acımasız davrandığını düşünür ve yakınmaz mıyız devamlı? Bir ermiş olana dek en azından. Doğar doğmaz Nirvana’yı bulan yoktur. Karakteriniz niye öyle olsun ki? Karakterleriniz mermer değil etten kemikten olmalı. Acı çekebilme yeteneklerinin hakkını versinler.
7- Sadece bir kişiyi mutlu etmek için bir öykü yazın. Eğer bütün dünyaya aşk ilan etmek için bir pencere açarsanız, söylenecek sözlerin fazlalığından hikayeniz zatürre olur.
Minimalizm. Biz şöyle özetleyelim bu maddeyi: Bir derdiniz olmalı. Genel fikirler, genel amaçlar yerine, sadece bir dert.
8- Okuyucunuza (izleyicinize) olabildiğince erken bilgi verin. Şüpheyi sallayın gitsin! Okuyucular (izleyiciler) nerede, niçin, neler döndüğünü o kadar iyi bilmelidir ki, kitabın (filmin) son sayfalarını (sahnelerini) hamamböcekleri yese de öyküyü (filmi) kendileri tamamlayabilsinler.
“Ama olmaz ki” demeyin. Finaldeki sürprizi çok önceden açık edin demek değil bu. Şunu hayal edin: Filmin son sahnesi. Ana karakter yataktan düşer ve şöyle der: “Neyse ki rüyaymış”. Seyirci için ne kadar tatsız bir durum… Yazdıklarınızın tümü, kendi içinde tutarlı bir evren kurmalı ki, seyirciniz bu evreni o kadar iyi biliyor olmalı ki, finaliniz o evrende sırıtmasın.

Senaryo yazımı için 10 ipucu

Billy Wilder sinema tarihinin en büyük senarist/yönetmenlerinden biri. Yazdığı ve yönettiği Sunset Blvd., Some Like it Hot, The Apartment, Double Indemnity gibi filmler sinemanın klasiklerinden sayılıyor. Amerikan sinemasına kimliğini kazandıran bir kaç isimden biri olarak da kabul edilebilecek Billy Wilder, Jerry Maguire filminin yazar ve yönetmeni Cameron Crowe ile yaptığı söyleşide senaryo yazarları için bazı tavsiyelerde bulunuyor:

Senaryo yazanların gözden kaçırmaması gereken bazı ipuçları:
1- Seyirci vefasızdır.
2- Onları gırtlaklarından yakalayın ve gitmelerine izin vermeyin.
3- Ana karakteriniz için temiz, kusursuz bir aksiyon çizgisi geliştirin.
4- Nereye gitmekte olduğunuzu bilin
5- Hikayenizin can alıcı kısımlarını ne kadar zarif ve incelikle gizlerseniz o kadar iyi bir senaryo yazarı olursunuz.
6- Üçüncü perdede (doruk) bir sıkıntınız varsa bilin ki problem ilk perdededir (serim).
7- Ernst Lubitsch‘den bir tüyo: Bırakın seyirciniz iki kere ikinin dört ettiğini kendisi bulsun. Sizi sonsuza kadar seveceklerdir.
8- Üst ses yazarken dikkat edin: seyircinin zaten görmüş olduğu şeyleri değil görmekte olduğu şeyleri yazın.
9- İkinci perdede gerçekleşen olay filmin finalini başlatır.
10- Üçüncü perde mutlaka ve mutlaka, son olaya kadar tempolu ve aksiyon dolu yazılmalıdır. Gereksizce oyalanmayın.

 

Marty (1955)

Minimalist bir öykü. Şebeke(Network (1976))’nin da senaristi olan Paddy Chayefsky, büyük hayalleri olmayan sıradan insanların hayatlarına göz atıyor. Oldukça evrensel bir öykü. Ernest Borgnine‘ın oscarlı performansı kaçırılmamalı. En iyi senaryo dahil dört oscar almış bu filmden bir parça:

– Son zamanlarda sürekli ağlamaya başladım.
– Ben de çok ağlıyorum. İyi ağlarım.
– En ufak bir şeyde gözümden yaşların boşalması benim için yeni bir şey aslında.
– Ben ne olursa olsun sürekli ağlarım. Kardeşlerim, kayın biraderlerim her zaman ne kadar iyi yürekli olduğumu söylerler. Kazara iyi yürekli olmuyor insan. Önce yeterince kötü muamele görüp, acı çekme profesörü olması gerekir. Neler hissettiğini çok iyi biliyorum. Aynı zamanda seninle iyi vakit geçirdiğimi ve çok eğlendiğimi bilmeni istiyorum. Yani demek istediğim, sandığın gibi sıkıcı biri değilsin.


– Ben de güzel vakit geçiriyorum.
– Demek öyle. Ben de sandığım kadar sıkıcı biri değilim o halde.
– Hayır, sen çok iyi birisin. Neden kızlar seni uzun sure önce kapmamış anlamadım.

– Ben de bilmiyorum. İyi ve kendimce zeki biri olduğumu düşünüyorum. Ayrica iki insan evlenince 40-50 yıl beraber yaşayacaklar, güzel ve yakışıklı olmalarından  daha önemli bir şeyler olmalı. Sen kendini güzel bulmuyorsun degil mi? Mesela babam da çok çirkin biriydi ama annem ona hayrandı. Annem, kimi zaman herkes gibi çok üzüldüğünü ve babamın onu daima anlamaya çalıştığını söyler. Çocukken oturma odasında oturup, konuşurken görürdüm bazen onları. Bizim ihtiyara hayran kalırdım. Her zaman öyle şefkatliydi ki. Hayatımdaki pek çok güzel şeyden biri bu, annemle babamın tarzları. Ve babam çok çirkin biriydi. Demek ki, goril gibi görünsen de bunun bir önemi yok. Yani bizim gibi çirkinler, düşündüğümüz kadar çirkin değiliz aslında.

Tercüme: “Günebakan” ve “Kelime”

Öğrenci Filmleri ve Kısa Filmlerde Sık Yapılan Hatalar

filmmaker.com’daki “D.U.M.P.S.: Directing Unsuccessful Motion Picture Shorts” isimli yazıyı ülkemize uyarlayarak yeniden yazdık.

1- Dolly kullanımı. Dolly, ucuna takılmış bir kamerayı komuta etmeye yarayan donanıma sahip bir çeşit vinçtir. Kameraya değişik açılarda ve hızda hareket etme imkanı verir. Öğrenciler ve kısa film çekenler! Mümkünse dolly kullanmayın. Biliyorum, kamera arkasına profesyonel bir görüntü veriyor, kendinizi fazlasıyla iyi hissetmenize yarıyor ama filminize hiç bir şey katmıyor, aksine filmi çiğleştiriyor. Kamera, oyuncak değildir, gerçekten gerektiği zaman hareket etmelidir. Kameraya hareket ve değişik açılar vermeniz sizi iyi bir yönetmen yapmaz.

2- Kendiyle çatışan sanatçı filmi… Sanatçı bir karakterin iç çatışmaları ve dış çatışmalar arasında yaşanan gelgitler… Emin olun bu denli iç çatışma, seyircilerinizi iki dakikada uyutmaya yeter.

3- Rüya sahneleri. Eğer filminizin Kung-Fu dizisinin garip bölümlerinden birine benzemesini istemiyorsanız rüya sahnelerinden uzak durun. Rüya sahnelerinde yönetmenin aktardığı anlam genellikle şudur: “Ben karakteri tanıtmak için daha iyi bir yol bulamadım.”

4- Hızlandırılmış-Zaman (time-lapse) sahneleri. Seyirciye “zaman geçmektedir” manasını verebilmek için gereğinden fazla bekletmek demektir. 15 dakikalık filminizin her saniyesi altın değerindedir. Boşa harcamayın.

5- Gerçekten güzel görünen bir filminiz olabilir. Ama filminizin sesi kötüyse filminiz de kötü olur. Biliyorum bütçeleriniz kısıtlı, ama çok sevdiğiniz bir parçayı filme müzik olarak koymanın alemi ne? Artık çok sayıda ve kolay ulaşılabilir yazılımlar var, biraz daha fazla özenerek filminizin müziklerini ve seslerini güzelce miksleyebilirsiniz. Ayrıca filminizde şu müzikleri kullanmayın lütfen:
– Sintisayzır, Org. Basit elektronik müzikler.
– Arkadaşlarınızın rock grubunun kayıtları.
– Slow ve solo piyano.
– Solo gitar. Özellikle flamenko.
– Manasız, işe yaramaz klarinet
– Ağlayan çello.
– Blokfülüt. Piccolo.
– Tahta perküsyon

6- “Bana bakın ben bir yönetmenim!” çekimleri. Çöpkutusu, postakutusu, lavabo içinden açılar. Balıkgözü geniş açılar. Alttan ya da üstten gereği olmayan “bakış açısı” açıları… Video klip estetiğinde planlar. Bu şekilde “zorlama” çekimler Tarantino ya da Guy Ritchie havasına girmenize yarar. Hepsi o kadar.

Kısa film sadece süresi kısa bir film demek değildir.

Kısa film sadece süresi kısa bir film demek değildir.

7- Yavaş konuşmalar. Diyalogların arasında yaşanan uzun sessizlikler… Nedense kısa filmlerin ve öğrenci filmlerinin pek çoğunda bu vardır. Sinemanın iyi örneklerine bakın, diyalogların son derece hızlı geliştiğini göreceksiniz.

8- Rollere uymayan oyuncuların seçimi. İmkanlar kısıtlı evet… Ama şunu bilin ki, filminizi izleyen hiç kimse sizin mazeretlerinizle ilgilenmiyor. Gerekirse senaryonuzu elinizdeki “uygun” oyunculara göre yeniden yazın, ama rollerinize uymayan insanları lütfen oyuncunuz yapmayın.

9- Kaşlarıyla oynayanlar! Oyuncularınıza kaşlarına hakim olmasını söyleyin lütfen! Sadece kaşlar mı? Aşırı yüz mimikleri, gözler, bütün yüz kaslarını oynatan oyuncular! Yapmayın bunu!

10- Hiçbir şeyin olmadığı kısa filmler. Ana karakter, genellikle insanlarla hiç bir sonucu olmayan uzun konuşmalar yapar. Bu 45 dakikaya kadar uzayabilir zaman zaman. Doruk noktası nihayet gelir ama seyirci bitap ve uykusuz düştüğü için genellikle farkına varmaz. Bu filmler karakterlerin kafalarının içindeki çatışmalara ve soyut konulara eğilir.

11- Uzun metraj – kısa film? Kısa film sinema filminden ayrı bir türdür. Uzun metraj bir fikri, kısa film içine tıkıştırmaya çalışmayın. Kısa kurmaca film türünde, her bir an çok değerlidir. Kısa film yapmak uzun metraja göre çok avantajlara sahiptir. Daha ucuzdur. Yapımı daha kısa zaman alır. Filminize odaklanmanız daha kolaydır. Filminizi daha iyi tasarlayabilirsiniz. Kısa filminizin senaryosunu yazarken kendinize şunu sorun: Bu sahne gerçekten gerekli mi? Bu an bu filme gerçekten lazım mı? Bu sahne seyirciye ne veriyor?

12- İyi “bir” fikir? Sadece bir? iyi bir kısa film çok sayıda iyi fikirden oluşmalıdır. 15 dakika boyunca bir tek iyi fikri gerdirmeyin. Çekimlerden önce kısa filminizdeki iyi fikirleri alt alta yazın. İçlerinden pek çoğunu beğeniyor olmanızda fayda var.

13- Oyuncunuz kamera lensinden uzak dursun. Oyuncunuzun kamera lensinin önüne yürüyerek kapatmasıyla yapılacak bir geçiş zırva bir fikirdir! Hitchcock’un Rope’unda âlâsı var zaten.

14- Silahlı bir tembelin hikayesi? Quentin Tarantino değilsin! Vazgeç.

15- Minimum geçiş efekti lütfen. Zincirleme geçişten (dissolve) kaçının. Wipe geçişi aklınızdan bile geçirmeyin.

16- Dramatik sigara. Oyuncunuzun eline dumanını püflettiği bir sigara tutuşturduğunuzda “bakın bu gerçekten ciddi bir durum” demiş olmuyorsunuz malesef. Bunu anlatmanın başka yaratıcı yolları varken tembellik yapmış oluyorsunuz.

17- “Hakikatin Peşinde” filmleri… Felsefi açıklamalar, insanın varoluşu ve ilişkiler, soyut bir seviyede konuşuldukça seyirci ya sıkılır ya da kafası karışır. Siz Bergman da, Haneke de değilsiniz.

18- Ayna planları. Aynanın önüde dikilen ana karakteri ve kız arkadaşının aynada yansıyan görüntüsünü aynı çerçeve içinde, yüzyüzeymiş gibi görüyorsunuz. “Aman tanrım! Ne dahiyane bir fikir, değil mi?”… – Değil.

19- Olağanüstü bitiş yazıları. Süresi bazen filmin kendisinden bile uzun. Biliyoruz, teşekkür etmeniz gereken çok kişi olabilir… Ama lütfen: a-) Yazılar hızlı aksın, gerçekten hızlı! b-)Küçük fontlar iyidir.c-)Her emeği geçeni uzun sıfatlarıyla beraber yazmanıza gerek yok. d-) Bütün sülalenizi yazmanıza gerçekten ihtiyaç var mı?

20- Sahne 1: Ana karakter uyanır. Lütfen filminizi böyle başlatmayın. Alarmı çalmakta olan bir saatin yakın planıyla açılmak mı? Hayır, lütfen…

Zoom kullanmak neden bu listede yok? Zoom in ya da zoom out öğrenci seviyesindeki filmlerde bile faydalı bir şekilde kullanılabilir. Ama sizce gerçekten gerekmiyorsa lütfen kullanmayın.

« Older Entries   Newer Entries »