Pygmalion Kompleksi

Sanatçı ve eseri. Pygmalion ve Galatea

Sanatçı ve eseri. Pygmalion ve Galatea. Aşk ya da tapınma?

Bir heykeltıraş olan Kıbrıs prensi Pygmalion, ideal kadını temsil eden fildişinden bir heykel yapar ve Galatea adını verir. Galatea o kadar güzeldir ki, Pygmalion ona aşık olur, tanrıça Venüs’e ona hayat vermesi için yalvarır. Venüs onun isteğini kabul ederek Galatea’yı canlandırır; Pygmalion ile insan olan heykeli mutlu bir aşk yaşarlar.

Heykeltraş Pygmalion’un içine girdiği bu duygulanım psikoloji ve sosyolojide belirli bir durumu temsil etmek için kullanılagelmiştir. Buna beklenti etkisi ya Pygmalion etkisi diyenler mevcut. Kişinin, bir süre sonra başkalarının (özellikle herhangi bir yanıyla kendinden üstün gördüğü insanların) ona ilişkin beklentilerine denk düşen davranışlar sergilemesi şeklinde açıklanabilir. Başlangıçta gerçekliği olmayan bir durum hakkındaki beklentilerin gerçekleşmesine yol açma süreciyle, beklenen davranışın sergilenmesi sonucu, olmayan bu halin gerçeğe dönüşmesi “self fulfilling prophecy” -kendini gerçekleyen kehanet- olarak tanımlanan bu duruma biz de farklı bir açıdan bakmaya çalışalım:

Heykeltraş Pygmalion’un kendi yonttuğu fildişinden nesneye aşık olmasındaki ironi, yazdığı bir şiire, öyküye, senaryoya ya da çizdiği bir resme aşık olan sanatçınınkiyle aynıdır. Sanatçı burada süre ırmağından çekip aldığı bir “an”a süreklilik atamaktadır. Bu bir bilinçaltı süreç midir, ya da bilinçaltı gerçekte nedir bilemiyoruz ama bir sanat eserinin üreticisi tarafından kutsanması ardında, sanat eserine bir ardardalık (succession) kazandırma, yani yaratma ihtirasının yattığını söyleyebiliriz. Michelangelo’nun Musa heykelini bitirdikten sonra karşısına geçip “Ey Musa konuşsana, neden konuşmuyorsun!” diye haykırması bunun karakteristik örneğidir.

François Mauriac’ın aynı konuyla ilgili olarak romancı hakkında söyledikleri ilginçtir: Romancı insanların arasında Tanrı’ya en çok benzeyendir. Tanrı’nın maymunudur. Canlı yaratıklar doğurur, kaderler icat eder, bu kaderleri hadiseler ve felaketlerle dokur. Sanatçı ile eseri arasındaki bu ironik ve dramatik ilişki, sanat ve sanatçının niyetleriyle de yakından ilgilidir. Bir senaryo yazarı ise asla senaryosuna ve fikirlerine aşık olmamalıdır. Senaryo yazarlığı esnek olmayı gerektirir. Çünkü bir senaryo, perdede yansıyacağı ana kadar çok kişinin emeği ve katkısıyla gelişen bir yapı olmalıdır. Senaryo yazarına düşen görev Tanrı’ya öykünmek olmamalıdır.

Kolaj soldan sağa:
Andrei Koribanics: Pygmalion and Galatea
Edward Burnes-Jones: The Soul Attains
Franz Von Stuck: Pygmalion
Johann Heinrich Wilhelm Tischbein: Pygmalion before the Statue of Venus

James Cameron, TED konuşması


Tutkusunu ve mesleğini anlatıyor.

“Merak, sahip olduğunuz en güçlü şeydir.”
“Kendinizi sınırlandırmayın. Bunu zaten diğer insanlar yapmaya çalışacak. Risk alın.”
“Failure is an option, but fear is not.”

Karanlıkta

Sarmal bir galaksinin kollarından birindeyiz elbet. Ama hangi galaksi? Hangi kol? Neredeyiz?

Sarmal bir galaksinin kollarından birindeyiz elbet. Ama hangi galaksi? Hangi kol? Neredeyiz?

Ne bir kuyrukluyıldız, ne bir gezegen ne de bir yıldız yok yakınlarda. Onlarca parsek çapında, karanlık nebulalarla çevrili bomboş bir uzayda sürüklenen bir kaya parçası… Sarmal bir galaksinin kollarından birindeyiz elbet. Ama hangi galaksi? Hangi kol? Neredeyiz? Sahip olduğumuz tek şey sorular, sorular ve karanlık… Gökyüzüne bakıyoruz karanlıktan başka bir şey görmüyoruz. Tek tük parlayan yıldızları farkediyoruz ama gerçekte nedir onlar? Daha da önemlisi bütün bunların anlamı nedir? Yaşayıp gidiyoruz. İhtiyaçlarımız var. Beslenmeliyiz. Ve bunun gibi pek çok şey… Yıldız sistemlerini gözlemleyebiliyoruz. İrili ufaklı gezegenler, içlerinde halkalı olanlar da var. İkili üçlü yıldızdan oluşan yıldız sistemleri etrafında dönen devasa gaz gezegenlerden korkuyoruz. Çok büyükler. Kaya parçamızı yutmalarından korkuyoruz. Çok uzaktayız onlara. Ama yine de korkuyoruz. Bütün evren hareket halinde, bunu biliyoruz. Biz de hareket ediyoruz. Nereden gelip nereye gittiğimiz ise meçhul. Bir patlama ya da bir çarpışma gibi bir şeyin sonucunda uzayın derinliklerine savrulduğumuzu varsayan teorilerimiz var. Ama bu yine de kökenimizi açıklamıyor. Eskiden… Belki çok eskiden biz de bir yıldız sisteminde dönen bir gezegenin bir parçasıydık. Ne oldu da bu şekilde karanlığa sürüklendik bilemiyoruz. Bizi buraya sürükleyen şey her ne ise, bizi tekrar bulup yok etmesinden korkuyoruz. Kuşaklar boyu nakledilen bazı bilgilere sahibiz ama yine de korkmamızı engelleyecek kadar bilgiye sahip değiliz. Bilgiye açlığımızın sebebi belki de bu. Ne kadar çok bilir, ne kadar çok açıklarsak o kadar çok sahip olduğumuzu zannediyoruz. Oysa sahip olmayı gerçekten başarabildiğimiz tek şey var: karanlık. Uzayın sinir bozucu büyüklüğü, sessizliği ve karanlığı… Dış dünya neden bu kadar acımasız anlam veremiyoruz. Boşluk acımasızdır diye kendimizi teselli etmeye çalışıyoruz ama aslında bu korkumuzu daha da arttırıyor. Derin derin düşünenlerimiz var içimizde. Bize üretebildiğimiz tek duygunun korku olduğunu söylüyorlar. Yok olma korkusu… En kötüsü bu. Yok olma fikrine dayanamıyoruz. Bilginlerimiz bir yıldız sistemine ait olmamız gerektiğini ama çok uzakta olduğumuz için ait olduğumuz sistemi göremediğimizi söylüyorlar. Boşlukta hareket edebilecek gemiler yapıp karanlığı keşfe çıkmak istiyoruz. Bir yıldıza yeterince yakın olup ışığının gözlerimizi kamaştırmasını istiyoruz. Belki o ışık ve sıcaklık bizim dostumuz olur. Ama belki de sonumuz olur deyip yine korkuyoruz. Bazen gerçekten var mıyız yoksa  sadece bilinçten oluşan, şey olmayan bir şey miyiz diye merak ediyoruz. Bu kaya parçasında çok uzun zaman geçirdiğimizi zannediyoruz ama aslında bu zaman o kadar uzun değil. Çünkü galaksi, daha doğrusu evren çok büyük. Bizim için uzun olarak tanımlanabilecek bir zaman, galaksi için bir an kadar kısa. Zamanın öncesizliği ve sonrasızlığı ürkütüyor bizi. Ne yapacağız? Soru sormaktan vazgeçebilsek mutlu olacağız, yaşayıp gideceğiz, cahillik kutsanmışlıktır diyerek… Ama bunu da yapamıyoruz… Kendimizden kaçamıyoruz…

Derken O geliveriyor. Karanlık uzayın bilinmeyen bir yerinden. Bize benziyor.  “Selam!” diyor. “Merhaba!”. Biz korkuyoruz. Ama yaklaştıkça bize benzediğini görüyoruz, korkumuz azalıyor. Bizim gibi konuşuyor, yürüyor, nefes alıyor… Tamamen bize benziyor, ama sanki yine de bir farklılık var. “Sakin olun” diyor. “Her şeyi anlatacağım…” Etrafında toplanıyoruz. Ellerini kaldırıyor. “Size merak ettiğiniz her şeyin cevabını vereceğim. Ama bana önce biraz su verin. Bir de… Üşüyorum… Bir battaniye var mı?” Şüpheci yaşlılarımız O’nun her hareketini dikkatle süzüyorlar. Kibirli savaşçılarımız bir elleri silahlarında, üstüne çullanmaya hazır bekliyorlar, söyleyeceklerine kulak kabartarak… Aradan zaman geçiyor. Çok şeyler oluyor boşlukta yuvarlanan kaya parçasının üstünde. Fikir ayrılıkları yaşanıyor, uzlaşılıyor, kafalar karışıyor, sakin sakin düşünmek nedense çok daha az gerçekleşiyor. Eh, ne yapalım, doğamız böyle… Sonra tekrar yıldızlara bakıyoruz. Yine aynı karanlıkla ve korkularımızla yüzleşiyoruz. Yıldızları, galaksiyi hatta evreni düşünmemek, her şeyi unutmak kimilerimize daha iyi geliyor. Ama ben her şeyi düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Sessizce yaklaşıyorum O’nun yanına. Biliyorum sakince dinleyecek beni, bir soru soracağımı zannediyor belki. Sadece fısıldayabiliyorum, sesimin duyulup duyulmadığına emin olamıyorum. Soru sormuyorum:

“Teşekkür ederim…”

Taklit – Mimesis

-Aristoteles-

Bakın Aristo, Poetika‘sının başlangıcında ne diyor:
“O halde epos, tragedya, komedya, dithrambos şiiri, kitara sanatlarının büyük bir kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir.”

Son bir, bir buçuk yüzyıllık kıpırdanmaları saymazsak ve Batı sanat felsefesini derinden etkileyen tek bir kaynak ismi sayalım desek, bu herhalde Poetika olurdu. Aslında gerçekten de ilginç. Evrenin bilimsel metotlarla kavranışı üzerine Batı dünyasında çok kereler paradigma değişikliği yaşanmasına rağmen sanat felsefesi ve estetik kavrayış üzerine köklü değişimlere pek rastlamıyoruz. Bilimsel ve sanatsal kavrayışların yeryüzündeki sosyo-politik değişimlere göre değer kazanmasının sonucu mudur bilinmez, ciddiye alınacak bir bakış açısı olmasa da bu kavrayışlarda iyi ve kötü, doğru ve yanlışın vehmi, sanal bir ağırlığı var. Çin tiyatrosunu ilkel bulmak ya da afrika kabile dansçılarını Baryshnikov‘dan daha değersiz görmek, sadece sahibine ait bir cahillik aslında. Üstelik bu Baryshnikov(*) ya da Leonardo’yu değersizleştirmez de.. Aklını güç ve politikayla bozanların sesi her zaman çok çıkar. Doğulu ya da batılı farketmez, bir bilgeyi hafifçe gülümsetecek bir çığırtkanlıktır bu.

Şimdi şu soruyu soralım kendimize; gerçekten sanatsal ve estetik kavrayış tek bir temel kavrama indirgense, bizim de varacağımız yer Poetika, yani mimesis midir?

“The essence of all art is to have pleasure in giving pleasure.”
Mikhail Baryshnikov

Tek Boyutlu Karakter

Gerçek hayatta mutlak iyiler ve mutlak kötüler var mıdır?

Ferhunde

Ferhunde

Mutlak kötü; satanik kahkahalar atarak uyanır, sabah kalkınca aklına ilk gelen şey “bugün nasıl bir kötülük yapsam acaba?” olur. Neden kötülük yaptığına dair pek bir ipucu yoktur. Bundan daha önemlisi beş yıl önce ya da on yıl önce ya da beş, on yıl sonra yine aynı özelliklerde aynı kötülükte bir insan olacağına emin olabileceğiniz bir insandır o. O aslında bir insan değildir. Mermer bir heykel gibidir. İntikam almak gibi bir duyguya takılmış kalmıştır. İçindeki duyguları asla bir değişim, dönüşüm geçirmez. Herhangi bir zamanda herhangi bir olay hayal edin, bu kötü karakterin nasıl davranacağı hakkında hiç bir şüpheniz yoktur. Karikatürlerdeki kötü karakterler gibidir. Kendisi de bir karikatürdür aslında. O Gargamel’dir. O Gargamel’den bile daha karikatürdür. O Ferhunde’dir.

Polat

Polat

Mutlak iyi ise meleklerden bile daha masumdur. Kimi zaman mazlumdur kimi zaman iyilerin yılmaz savunucusu. O bizim kahramanımızdır. Asla sarsılmaz. Asla tereddüt etmez. İçinde hiç bir çatışma yoktur. Her insanın belki bir ömür boyu acılar çekerek edindiği erdemler bu karakter için doğuştan kazanılmıştır. Kötülerin korkulu rüyasıdır. Olsa olsa Kripton gezegeninden gelen bir taş parçası onu yolundan alıkoyabilir. Yoksa ne mümkün? Bu muhteşem “iyi”ler içinde sadece Kripton’dan gelenler pelerin, tayt ve renkli çizmeler giyerler ama bu dünyada doğmuş olanlar da sanki O’nun gibi “süper”dirler. Bir dizi filmde başrolü böyle bir “iyi”ye verilmişse, her episodun sinopsisi aslında aynıdır: “Kahramanımız sorunları çözer.” O Polat’tır.

Alien vs. Predator

Bağımsız Film Dağıtımında Yaklaşan Devrim

Geçtiğimiz kasım ayında Los Angeles’ta Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin bir konferans salonunda, Peter Broderick adında bir film danışmanı, bir devrimin fitilini ateşledi. Broderick film yapımcılarına pazarda kendilerine yer bulabilmeleri için duygusal ve ekonomik anlamda yol gösteren bir kişi. Bağımsız sinemacılar için bir bağımsızlık bildirgesi kaleme almış. Broderick film distribüsyonu yani film dağıtımcılığı dünyasını eski ve yeni olarak ikiye ayırıyor.

Film dağıtımının eski dünyasında film yapımcıları, filmleri üzerindeki bütün haklarını, çeşitli nedenlerden ötürü açılış haftasındaki kötü hasılat yüzünden ilgisini kaybeden büyük dağıtım şirketlerine devrederler. Sektörün büyükleri tarafından ilk gösterimden sonra hep söylenen bir söz vardır diyor Broderick: “Biz biliriz” Oysa yeni dünyada başlangıçtan sona kadar tüm kontrol film yapımcısnın elindedir. Haklarını daima kendi ellerinde tutarlar, daha da önemlisi, projeleriyle ilgilenen, daha sonrasında patron ve mentorlara dönüşebilen insanları bulurlar. Eski dünyada bilet satın alanlar vardır. Yeni dünyada ise bilet satın alanlar ve Facebook arkadaşları vardır. Eski dünyada tv ve gazete reklamları ve kitlesel seyirci vardır.  Yeni dünyada ise sosyal medya, YouTube, iTunes ve ilgili seyirci vardır. Broderick ekliyor: “Gazete reklamları tam anlamıyla para israfı…”

Yazının devamı:
Declaration of Indies: Just Sell It Yourself!
Ayrıca:
* Dijital dağıtım konusuyla ilgili Wikipedia maddesi.
* Yönetmen Jon Reiss’in konuya değinen kitabı
* Peter Broderick’in kişisel sitesindeki Yeni Dünya tanımlamaları
* Uzunmetraj.com’da sinemanın geleceği üzerine denememiz

The Future of Indie Film Distribution: Peter Broderick from Scott Kirsner on Vimeo.

Bilim değil sihir.

“Mr.Muscle’ın bileşimi bilimsel olarak formüle edildi.” Mr.Muscle
“Sihir değil bilim.” Loreal
“Head and Shoulders teknolojisi, dermatologlarla birlikte geliştirildi. yeditepe üniversitesi eczacılık fakültesi tarafından onaylandı” Head and Shoulders
“geliştirilmiş pro-v bakım kürü formülü” Pantene

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bilimsel olarak formüle edilmek, sihir gibi görünmesine rağmen başarısını bilime borçlu olmak, dermatologlarla beraber gerçekleştirilen teknoloji, bilim kurumları tarafından da onaylı, bakım kürü formülü… Yani hem kür, hem de formül. İksir gibi formül. Bir ürünün “bilimsel” olduğu ifade ediliyorsa o ürün iyidir, gibi bir yargı göze çarpıyor. Daha güzel bir ifadeyle yolu bir şekilde bilimle, bilimadamıyla kesişen bir ürün tüketilmeyi daha çok haketmektedir.

Mr.Muscle süper bilimadamı

Mr.Muscle süper bilimadamı

Özellikle kozmetik ve temizlik ürünlerine ait reklam görsellerinde gözlüklü beyaz gömlekli bilim insanlarına sürekli tanık oluyoruz. Marketlerde beğenimize sunulan ürünlerin çoğunun son derece gelişmiş laboratuvarlarda gözlüklü ve beyaz gömlekli ellerinde deney tüpüyle “bilim” üreten insanlar tarafından geliştirildiği sonucuna varıyoruz. Üretilen sloganlar ise çoğunlukla popüler bilim algısından ziyade pseudoscience –bu grekoingilizce terim yerine “bilimsi” kelimesi de kullanılabilir– kavramlardan besleniyor. Popüler bilim ile bilimsi arasındaki sınır da son derece zayıf ve ayırdedilemeyecek kadar belirsiz.

Popüler bilim; geniş kitleleri, özellikle genç insanları bilimsel düşünceye çekmeye yarayan, yaşadığımız evrende neler olup bittiğini hakkında fikir vermeye çalışan, kitle iletişim araçlarında yer alan düşünceler olarak tanımlanabilir. Bilimsi (pseudoscience); bilimsel olma iddiasında ya da bilimsel gibi görünen ama herhangi geçerli bir bilimsel metoda bağlı olmadan, destekleyici bir delil ya da akla yatkınlıktan yoksun olarak üretilen metodoloji, inanç ya da pratiktir.(1) Bilimsi, yanlışlanabilmeye açık değildir. Popüler bilim ve bilimsi çoğu zaman birbiriyle karışır. Çünkü her ikisi de kitle iletişim araçlarının oluşturduğu genel gürültü içinde kendilerine varlık alanı bulabilmektedirler. Popüler bilim genellikle işin erbabı tarafından üretilir oysa bilimsiyi hemen herkes üretebilir. Bilimsi üreten kaynakların kaynağı çoğunlukla popüler bilim ürünleridir. Popüler bilim, bilimin sınırlarındaki heyecan verici konuları kendisine konu edinebilir, oysa bilimsi, kendisine metafizikten, efsanelerden, dinden, bilimden, batıl inançlardan ve akla gelebilecek binbir türlü kaynaktan konular yaratabilir.

Anne karnındaki ceninde 120. günden itibaren beynin önemli bir kısmı dış kozmik ışınları değerlendirecek bir düzeye gelir; ve bu düzeydeki faaliyetleri ve kozmik ışın yapıların tesiri ile sizin “RUH” adını verdiğiniz, bedenin halogramik mikrodalga ikizini, bedene yaydığı dalgalar ile oluşturur. Tamamıyla beynin yaydığı bir çeşit özel mikrodalgalardan meydana gelen bu halogramik beden sizden öncekiler tarafından “RUH” kelimesiyle tanımlanmıştır. (2)

“Dış kozmik ışınlar”, “halogramik mikrodalga ikizi” gerçekte hiç bir bilimsel yazıda rastlayamayacağınız ifadelerdir. Bilimsi yazarı, bilimsel görünüşlü bu ifadeleri metafiziğin temel kavramlarından birini “bilimsel olarak” tanımlamak amacıyla kullanıyor. Gerçekte, elmaları armut cinsinden ifade etmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Bilimsi; insanlık tarihi kadar eski bir tarzı, aydınlanma çağı sonrasında bilimselliğin domine ettiği bir dünyada bilim üzerinden işletiyor ve bilimi kendisine malzeme ediyor. Bugünün gazetelerinin hemen hepsinde bulunan fal köşelerine bakarsanız güneşin, gezegenlerin ve yıldızların hareketlerinin inceden inceye izlendiğini göreceksiniz. Fakat ne için? İnsan davranışlarının sırlarını ortaya çıkarmak için. Sevgilisiyle kavga edeni bir genç kızın akıl danışmak için kendisine yıldızları seçmesi ve bunu yıldızlara değil de gazeteye bakarak öğrenmesi ironik bir durum.

Kavram kargaşasının önüne geçmek için her şeyi olduğu gibi tanımlamak gerekiyor ve “sokaktaki insan”ın da bu tanımlamalardan haberdar olması gerekiyor.

Her şeyin sebebi aslında bilimin yanlış anlaşılması. Bunda kitle iletişim araçlarının sorumluluğu çok büyük. Bu yanlış anlaşılmanın sonucunda bilimin kendisi bir mitolojiye bir dine dönüşüyor. İnsanlara doğu ve yanlışı söyleme görevi de bilimin sırtına yükleniyor. Peki bilim nedir?

İlk önce açıkça bilinmelidir ki bilim gerçeklerden oluşmaz! Bilimsel bir bilgi “mutlak gerçek” değildir. Bilim modellerden oluşur. Bir bilimsel bilgi, o gün için yapılan deney ve gözlemlerle çelişmiyorsa, fenomenleri açıklamaya, tanımlamaya çalışan bir modelden ibarettir. Bilimsel bilgi her geçen gün kendini güncelleyen modellerden başka bir şey değildir. Bilim, bir balerinin üzerine geçirilen bir çuval bezi gibidir. Bilimadamı, o çuvalın önce beline bir ip geçirerek çuval bezinin balerinin vücudunda bir giysiye benzer bir hal almasına çalışır. Ardından o çuval bezinin uygun yerlerinden kesip biçerek, dikişler atarak mümkün olduğunca vücuda uygun ve tam oturan, hem de dansına uygun bir kostüme dönüşmesini sağlayacak modeller çizer. (3) Kaba bir ifadeyle bilim, “Nasıl?” sorusunun cevabıyla ilgilenir. “Neden?” sorusu çoğunlukla felsefenin alanına girer. İki maddesel kütlenin birbirlerini nasıl çektiği bilimin alanına girmektedir ama iki kütle neden birbirini çekmektedir sorusu daha çok metafiziğin ya da felsefenin alanıdır. Bilimsel düşünce, elbette ki her zaman “neden?” sorusunu sorabilir ancak ardı arkası kesilmeyecek “neden?” soruları nihayetinde bilimsel bilginin alanının dışında kalacaktır. Örneğin “evren nasıl oluştu?” sorusu bilimsel bir sorudur ve bu sorunun cevabı bilim sınırları içinde kalacaktır. Ancak “evren neden oluştu?” sorusuna verilecek cevaplar metafizik ya da felsefi cevaplar olacaktır. Öte yandan güncel bilimsinin en çok beslendiği kaynaklardan biri modern fiziğin zaman zaman flulaştırdığı alanlar olmuştur. Kuantum fiziği ya da izafiyet teorisi çoğunlukla bilimsiye kaynaklık etmektedir. Bilim felsefecilerinin hemen hemen bir yüzyıldır uğraştıkları temel sorun bilimselliğin sınırları olagelmiştir. Çünkü modern fizik bilimin temel kavramlarını sarstığı gibi bilimselliğin sınırlarını da zorlamıştır, zorlamaktadır. Kavramlar havalarda uçuşmakta, bu bilimsel kargaşanın popüler kültüre taşınması sonucunda da tam anlamıyla fizik-metafizik salatası oluşmaktadır. İngiliz felsefeci ve şüphesiz bu alanda yirminci yüzyılın en önemli ismi Karl R. Popper bilimsel olan ile bilimsel olmayanı birbirinden ayırt etmek için bir yöntem geliştirmiştir. Popper’a göre yanlışlanabilir bilgi bilimseldir. Bir bilgi yanlışlanabilmeye açık değilse bilimsel değildir. Yani bilimsi ya da metafizik ya da felsefedir.

Yapılan en temel hatalardan biri de bilim ve teknolojinin birbiriyle karıştırılmasıdır. Teknolojik ilerlemelerin karşısında gözleri kamaşan sokaktaki insan bilimin çok geliştiğini düşünmektedir. Çünkü kitle iletişim araçlarında bilim ve teknoloji çoğunlukla eşanlamlı gibi kullanılmaktadır. Temel bilimlerde 1930’lardan beri ciddi bir ilerleme olmadığını düşünecek olursak her geçen gün başdöndürücü hızla gelişen – ilerleyen şeyin bilim değil teknoloji olduğu anlaşılabilir. Gelişen teknolojidir, teknoloji geliştikçe, yirminci yüzyılın ilk yarısında son halini alan bilimsel kavramlar daha çok uygulama alanı bulmaktadır, bu sayede bilimin geliştiğine dair eksik bir kanaat oluşur. Kuantum fiziği ya da izafiyet teorisinden bugüne bilimde dikey bir ilerlemeye şahit olmadık. Teknolojinin gelişmesi, ulaşım ve iletişim imkanlarının küreselleşmesi karşısında insanoğlu afallamıştır. Bu başdöndürücü değişim “bilimin zaferi” olarak görünmektedir.

Bilimin zaferi ise yan etkilerden arınmış değildir. Her ilacın yan etkisi olduğu gibi küresel teknolojik gelişmenin yan etkileri de bilimin metafizikleşmesi, dinsel bir görüntüye bürünmesidir. Bunun da alt yapısında da tüketim toplumu ile metafizikleşmiş bilim imajının kolkola çok mutlu bir hayat sürebiliyor olmaları yatıyor. Lütfen dikkat ediniz: Einstein artık bir ikonadır. Beyaz dağınık saçları, kırış kırış huzur verici yüzünden eksik olmayan gülümsemesi ile “person of the century” yani yüzyılın insanı seçilmiştir. Kilisenin Meryem – Bebek İsa ikonaları yerine Batı dünyasında bilim adamı ikonları egemenlik kurmaya başlamıştır. Bilimadamları dalgındır. Bilimadamları evrenin sırları ile debelenirken saçlarını taramaya fırsat bulamazlar, düğmelerini yanlış iliklerler, yürürken bir ayakları kaldırımda diğeri sokakta olsa da farkına varmazlar. Azizlerin menkıbeleri yerini bilimadamlarının menkıbelerine bırakmıştır. Hayatının büyük bölümünü akıl hastenesinde geçiren, çatlak ama dahi Walter Bishop, hem fizikten anlar, hem kimyadan, aynı zamanda bilim efsanesinin adeta bir peygamberidir. Ama aslında ürettiği bilgi sadece bilimsidir. Pseudoscience’tır.

Fringe Science - Sınır Bilim azizi Walter Bishop

Fringe Science – Sınır Bilim azizi Walter “Bishop”

“Bilim ne derse doğrudur” diyen biri büyük ihtimalle size bir şey pazarlamaya çalışıyordur. Bu bir diş macunu olabilir, bir şampuan olabilir ya da bir dünya görüşü olabilir. Kitle iletişim araçlarında yer alan “bilim”, bilim değildir. Kitle iletişim araçlarında yer alan bilim, kutsal ve sadece kendi elitleri tarafından üretilebilecek yeni bir dindir. Kitlelere düşen şey sözümona bilimsel düşünceye, ortodoksça bir bağlılıktan başka bir şey değildir. Kısacası kuralları büyük sermaye ve tüketim lordları tarafından konan yeni bir bilimsi ortaya çıkmıştır. Bu yeni bilimsi ne işe yaramaktadır? Tabi ki çok daha iyi tüketiciler olmamıza…

Özetle; gerçekte bilim, bize sadece yaşadığımız evrenin işleyişi hakkında bilgiler verir. Ne dinin yerini alabilir ne de felsefenin. Bilimin, dinin ve felsefenin yerine konduğu yerlerde kavramsal bir hata yapılmaktadır. Milyarlarca dolarlık pazarları yöneten piyasa koşullarının, bilimi kendi safında gösterip dini ve felsefeyi düşman ilan etmesi boşuna değildir. Bilinmesi gereken şey, kitle iletişim araçlarındaki bilim imajının yeni bir bilimsi, yeni bir pseudoscience olmasıdır sadece… O bilim değil, sihirdir.

(1) http://en.wikipedia.org/wiki/Pseudoscience
(2) http://geyiksatosu.blogspot.com/2007/05/dim-bilim-kurgu-ve-bilimsi.html
(3) Füzyon dergisi, sayı 1, 1990. Ahmet Yüksel Özemre, Röportaj Ali Özer, Çetin Kılıç

Clinically Unproven, Pseudo Science In Advertising

That’s my wish…

Hayata dair en dramatik cümlelerden biridir: “İkinci bir şansım olsaydı…”

“Ayışığı” Graham olarak da anılan Archibald Graham, 1905 yılında New York Giants beyzbol takımının kadrosunda yer alan, sadece bir kez sahaya inebilme yani gerçek bir oyun içinde yer alabilme şansını elde eden ama o oyun içinde bir tek vuruş yapabilme şansı yakalayamayan genç bir oyuncuydu… Sonraki sene beyzbolu bıraktı. Minnesota’nın Chisholm kasabasına yerleşti ve hayatının geri kalan kısmında herkesin sevgilisi olan Doktor Graham oldu.

Archibald Moonlight Graham

Archibald "Moonlight" Graham

Archibald “Moonlight” Graham, 1989 tarihli Düşler Tarlası (Field of Dreams) filminde efsane oyuncu Burt Lancaster tarafından canlandırılıyor. “Ayışığı”, Lancaster için muhteşem bir veda gibi düşünebileceğimiz oyunculuğuyla Amerikan ideallerinin bir sembolüne dönüşüyor. Her şey bir yana, dile getirilememiş bir özür, gerçekleştirilememiş bir hayal, hayata dair kaçmış bir fırsat ve ikinci bir şans elde edebilme istekleri üzerine bir film olan Field of Dreams’deki haliyle Archibald Graham, herkesin tanımak isteyebileceği bir kişi oluveriyor.

– İstediğiniz bir şeyi yapabilecek olsaydınız…
bir dileğiniz yerine gelecek olsaydı…
– Sen de benim dileğimi gerçekleştirecek kişi misin?
– Bilmiyorum. Sadece soruyorum.
– Biliyorsun, birinci ligde sopamı hiç kullanamadım. Bu şansa sahip olmak isterdim, sadece bir kez… Büyük lig atıcısının gözlerine bakmak. Ona bakmak ve topu atmaya hazırlanırken ona göz kırpmak. Onu, bilmediği bir şeyi bildiğime inandırmak.
Dileğim bu.
Baktığın zaman gözlerini acıtacak kadar mavi bir gökyüzüne bakmak. Topa dokunduğun anda kollarında oluşan ürpermeyi hissetmek. Sahayı katetmek, ikinci köşeden üçüncüye ulaşmak… ve üçüncü köşede hızla düşmek. Sınır işaretine dokunmak.
Dileğim bu.


Burt Lancaster’in canlandırdığı Ayışığı’yla siz de tanışın…

‘Moonlight’ still a star, 100 years laterThe Field Of Dreams, People will come!

Yalın düşün!

Sanatçı’nın yaptığı şey karmaşıklığı basitleştirerek ya da basitliği karmaşıklaştırarak estetik bir ürün ortaya koymasıdır. Zaten karmakarışık bir dünyada yaşadığımızı varsayarsak karmaşık olay ve fikirleri yalınlaştırabilen bir zihin sanatsal yaratımlar yapmaya en elverişli zihindir. Peki gerçekten karmakarışık bir dünyada mı yaşıyoruz? Bu sorunun cevabını verebilmek için yaşam tarzımızı, çok değil bir kaç yüz yıl önce yaşayan atalarımızın yaşam tarzıyla kıyaslamamız yeterli olacaktır. Basit bir gözlem yaparak tezimizin gerçekliğini araştıralım:

Yalın düşün!

Yalın düşün!

Kullanmayı bildiğiniz kaç tane elektronik cihaz var? Örneğin bu yazıyı yazdığım anda masamın üzerinde üç tane uzaktan kumanda cihazı var. Her kumandanın üzerinde ortalama kırk tane tuş var. Her kumandanın yönettiği bir elektronik cihaz ve her bir tuşun yönettiği kimi zaman bir kaç elektronik fonksiyon var. Uzaktan kumanda cihazlarının hemen yanında bir de cep telefonu duruyor. Üzerindeki tuş sayısı o denli çok olmasa da dijital ekranında ardışık tuşa basım dizilimleri ardından çok sayıda fonksiyonu üretebilecek durumdayım. Sadece elektronik cihazlar mı? Hayata dair o kadar çok sayıda ayrıntı var ki… Akbilimi doldurabileceğim otomatın ya da köprü ve otoyollardan araçlarla geçmemizi sağlayan OGS cihazının nasıl çalıştığını biliyorum. Markette hangi kartları kullanmam gerektiğini ve her birisine ait şifreyi biliyorum.  Markette satılan binlerce ürünün markette dizildikleri rafların konumları dahil ürünlerin kendilerine ait çok sayıda bilgi de hafızamda yer edinmiş durumda. Bir ürün alırken son kullanma tarihine bakmam gerektiğini bilirim. Besin değerleri ve içindeki bileşenleri okurum. Fiyatlarını bilirim. Sık satın aldığım ya da bir şekilde karşıma sık çıkan ürünlerin ambalajları bana tanıdık gelir. Üzerindeki grafik tasarım, renkler, logolar hep tanıdıktır. Gazeteyi ya da televizyonu açtığımda okuduklarım ya da izlediklerim hakkında genel olarak fikir sahibiyimdir. En kötü ihtimalle yüzlerce şarkıcı isimi sayabilirim. Yüzlerce şarkının notaları (melodisi) ve sözleri hafızamdadır. Sadece eğlenceli şeyleri bilmek değil bu… Hayatımı devam ettirebilmek için o denli ayrıntıyı bilmek zorundayım ki. Üstelik yaşam tarzımızın bize öğrettiği bu ayrıntılarla çocukluğumuzdan beri birlikte yaşamak zorundayız.

Üç yüz yıl önce, Anadolu’nun bir köşesinde, ırmak kenarındaki bir köyde yaşayan bir çiftçi olduğunuzu düşünün şimdi de… Çocukluğunuzdan itibaren, hayatınızı devam ettirmek ya da kolaylaştırmak için öğrenmeniz gereken şeylerin bir dökümünü yapmaya çalışın. Hangi tohumu hangi mevsimde ekmeniz gerektiği, güneşin, bulutların durumundan yağmurun yağıp yağmayacağı, hangi çapanın hangi toprakta daha etkili olduğu ya da bunun benzeri şeyler… Bir cep telefonunu kullanabilme becerisiyle kıyaslandığında çok daha dinamik ama az “data” gerektiren bilgiler bunlar… Hayatımız (beynimiz) kesin ve acımasız bir şekilde “data” işgali altında. Çok şey biliyoruz ama bu bilgiler hayatın anlamı üzerine edindiğimiz tecrübelerden oluşmuyor. Bu bilgiler sadece bir elektrik düğmesini açıp kapamak gibi beynimizin kıvrımlarında 0 ve 1 değeri ile ifade edilebilecek türde… “Bilmek” kelimesini bu mekanik “data kazanımlarının” karşılığında kullanmak zorundayız. Asıl sahip olmamız gereken şey için bir kelime aradığımda aklıma ilk gelen şey “irfan”. Arif olmak ya da irfan sahibi olmak kesinlikle “dataları bilmek” değil. Fenomenler evrenine ait bilgi değil de, anlamlar evrenine ait bilgi karşılığı olarak başka bir kelime halihazırda aklıma gelmiyor (1).

Alvin Toffler‘in de başka türlü ifade ettiği, modern insanın dramıdır bu. Belki de bu yüzden her şeyden korkuyoruz. Hayatı anlayamadığımız için ölümden bu denli korkuyoruz. Hastalıklardan korkuyoruz. Fakirleşmekten korkuyoruz. Yaşam tarzımızın kötüleşmesi ihtimalinden korkuyoruz. Terörden, savaştan, kuyrukluyıldızlardan, meteorlardan, her şeyden korkuyoruz.

Evet, bu hala senaryo yazarlığı ile ilgili bir yazıdır. Çünkü senaryo yazarlığı hayata dair bir şeyler yazmakla ilgilenir. Senaryo yazarları da diğer tüm insanlar gibi hayatı ve anlamını kavramaya çalışan insanlar olmalıdır.

İşte bu yüzdendir ki yalın düşünmeyi becerebildiğimiz sürece dataların arkasındaki anlamları yakalayabiliriz. İşte bu yüzdendir ki senaryo yazarken olabildiğince basit düşünebilmeliyiz. Tıpkı bir çocuk gibi… 14.yüzyıldan bugüne gelen bilimsel düşünce prensibinin bir senaryo yazarına da faydası dokunabilir: Occam’ın usturası. Bu ustura, bir fenomene ait olası açıklamalardan en basitinin tercih edilmesini önerir. Bir senaryo yazarı da anlatmak istediği şeyleri anlatmak için en yalın yolu seçmelidir. Yalın, basit demek değildir. Karakterlerin ve olayların temsil ettiği anlamlar, bir senaryo yazarının yalınlaştırma çabaları sonucunda yalınlaşır. Yoksa her ilişki, her olay yalınlaşma eğiliminde değilse karmaşıklaşma eğilimindedir ve bu bizi kaosa götürür. Bir senaryo bulmaca gibi olabilir. Ama fenomenolojik ve ontolojik açıdan son derece yalın olabilir. Amaç da bu olmalıdır zaten.

Böylelikle senaryo yazarlığı ile ilgili en temel ilkelerden birine ulaşmış oluyoruz: Yalın düşün! (2)

(1) sözlük karşılığı: “irfan; gerçeği anlama hususundaki güçlü seziş yeteneği, görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı”
(2) ingilizcesi: think simple!

İvedik vs. House

İvedik - House

İvedik - House

Recep İvedik’le ilgili hep yazılıp söyleniyor: “İnsanların yapmak isteyip de yapamadıkları bir anti kahraman olduğu için çok sevildi” Aynı şeyi Dr.House için de söyleyebiliriz. Peki Recep İvedik ile House M.D. gerçekten aynı / benzer / özdeş mi?

Mesele özdeşlik meselesi değil, hedef kitle meselesi. Birinde hedef kitle 8-15 yaş (ancak  buna rağmen filmin reytinginin “R” – yani 18 ve üstü seyirciye uygun olması gerekiyor) diğerinde hedef kitle 18 ve üstü, reytingi olsa olsa “PG” olabilecek seviyede. House, entelektüel seyircinin yapmak isteyip de yapamayacağı şeyleri özgürce yapan bir karakter. Senaryo son derece zekice yazılmış. İvedik ise başka türlü. Kısacası House; okumuş insanların Recep İvedik’i. İtiraf etmeliyim; House çok iyi. Bu durumda İvedik de iyi oluyor mu? Malesef hayır. Çünkü limbik seviyede tatmin edici olmak bizi “iyiye” götürmüyor.

İlginç değil mi?

« Older Entries   Newer Entries »