Sinopsis Nedir, Nasıl Yazılır?

Sinopsis, seyirciye, yapımcıya ve yönetmene ne vadediyor?

Soyut tamlamalar, soyut tasvirler asla sinopsiste bulunmamalıdır.

Yazarlığın bir yöntemi olur mu demeyin, elbette olur. Özellikle sinema ya da televizyon alanında üretim çevrimine girmiş ya da girmek isteyen bir yazar iseniz bir yöntem tutturmanız şart. Yazar olmak için, konuya yabancı olanların zannettiği gibi uçuk ve bohem yaşam tarzları gerekmez. Yaşam tarzı yazarın tercihine kalmış bir konudur. İlhama daha açık yaşayabilmek için kimileri koyu bir bardak çay içer kimileri bohem yaşar. Yöntem konusundan bağımsız bir başlıktır yazarın yaşam tarzı konusu… Yöntem deyince, “uçuk” ve havalı sanatçı tipinin yerine hesapçı ve mühendis kafalı (olabilen) bir sanatçıyı koymak gerekir. Profesyonel üretim çevriminin gereğidir bu. Sizden belirli bir süre içinde belirli sayfa sayısının altına düşmemek kaydı ile bir şeyler yazmanızı bekleyen bir yığın insan olacaktır. Bu insanlar işlerini yapabilmek için öncelikle sizin işinizi yapmanızı beklediklerinden sabırsız ve acelecidirler. Hayallerinde yüz sayfalık bir senaryoyu bir günde bitirebilen bir senarist vardır ve önlerine koyduğunuz her fazladan gün onlar için can sıkıcıdır. Hal böyle olunca sizi zaman zaman mekanikleştirecek bir yöntem ortaya koyup ona göre çalışmanız gerekecektir.

Senaryo yazmanın ilk adımı “FİKİR” dir. En az bir iyi fikir senaryo yazmak için sizi harekete geçirebilir. Bir fikir sizi çok heyecanlandırabilir ama başkalarında aynı etkiyi yapmayabilir. Bu yüzden iki iyi fikir her zaman bir iyi fikirden daha iyidir. Yani kafanızda oluşan senaryo yazma isteği içinde çok sayıda iyi fikir barındıran bir istek olsa çok daha iyi olur. Örneğin -patronundan yüklü bir miktar borç alan bir çalışanın düştüğü komik durumlar- bir adet iyi fikir olabilir. Ancak bu iyi fikri başka iyi fikirlerle desteklemezseniz başkaları sizin kafanızda canlanan o tek iyi fikri bile görmekte güçlük çekebilir. -Patronundan aldığı borç parayla çalıştığı şirketin rakibi başka bir şirkete ortak olan bir çalışan, patronun bundan haberdar olması ve rakip şirketin sahibinin de örneğin patronun eşi olması- birden fazla sayıda iyi fikir olarak daha etkili olacaktır. Fikir aşamasından sonra bir öykü kurmanıza yarayacak bir çalışma yapmanız gerekir. Eğer bu çalışmanızı kaleme alır yazarsanız bu bir kaç paragraflık kurgunuza PLOT diyebilirsiniz. Patron, çalışan ve eşi arasında nasıl bir entrika kuracağınız az buçuk bu plot ile belli olur. Plot, resmi bir format değildir. Kendiniz için yazarsınız. Fikrinizi birine sunacaksanız eğer, işinize yarar. Ne var ki fikrinizi kime sunarsanız sunun mutlaka SİNOPSİS görmek isteyeceklerdir. Sinopsis resmi bir formattır. Yani profesyonel üretim çevrimi sizden sinopsis olarak tanımlanmış ürünü yazmanızı bekler. Sinopsis yazarken uyulması gereken belirli kurallar vardır.

Önce fiziki kurallar: Bir sinopsis iki A4 sayfasından daha fazla olmamalıdır. Tabii ki normal bir font ve font büyüklüğü tercih etmelisiniz. Bu da genellikle 12 puntoluk standart fontlardan biri olacaktır. Bir sinema filmi ya da bir televizyon dizisi bölümü için bir sayfa sinopsis de olur ama bir sayfadan daha azı makbul ve makul bir uzunluk değildir.

Sinopsis yazarken mutlaka geniş zaman kipi kullanılır. Geniş zaman’dan başka zaman kipleri; -di’li geçmiş ya da -miş’li geçmiş zaman kipleri kullanılmaz. Sinopsis teknik bir yazı türüdür. Bir öyküleme türü değildir. Yani sinopsis yazarken anlatım imkanlarından faydalanamazsınız. Yazı diline has sanatlar kullanılmaz. Bir rapor yazar gibi senaryoda anlatmak istediğiniz öyküyü rapor eden iki sayfalık yazıdır. Okuyucusu, sinopsisi mesleki bir ilgiyle okuyacaktır. Bu demektir ki ağdalı cümleler kurmamalı, seyirciden saklamayı düşündüğünüz senaryo numaralarını sinopsisin okuyucusundan saklamamalısınız. 6.His ya da Olağan Şüpheliler‘i yazıyor olsanız bile öykünün sonundaki gerçekleri sinopsiste de sona saklayacaksanız iki kere düşünmenizde fayda var. Yani bütün öykü finaldeki sürprize bağlı olsa bile (ki adı geçen iki film çok özel örneklerdir) sinopsiste de sürpriz yapmanız hoş olmayabilir.  Seyirciye, yapımcıya ve yönetmene vadettiğiniz her şey sinopsiste olmalıdır. Sinopsis son derece somut olmalıdır. Soyut tamlamalar, soyut tasvirler asla sinopsiste bulunmamalıdır.

Sinopsis yazma egzersizi yapmak isteyen biri, iyi bildiği ya da yeni izlediği bir filmi, bir rapor yazar gibi yukarıda bahsedilen çerçevede yazmakla işe başlayabilir. Unutulmamalıdır ki senaryoyu satmaya yarayacak şey, fikri sevdirecek şey sinopsistir. İçinde fazla ve gereksiz hiç bir şey olmayan, sade, yalın, somut haliyle film öyküsü…

Audi alteram partem

Arnold Toynbee

…Bir olayda olup bitenleri anlatırken egemen olan tarafın ele geçirdiği propaganda avantajının farkına varmıştım. İranlıları Yunanlıların gözünden, Spartalıları ve Boetialıları Atinalıların ve Filistinlilerle Fenikelileri de İsraillilerin gözünden değerlendirdiğimizi farketmiştim. İnsan bir şeyin doğrusunu anlamak isterse sessiz kalan tarafın bakış açısını da göz önünde tutması gerekir. Sesini duyuran tarafın söze başlayıp son sözü söylemesine izin verilmemelidir. Yunanlılar ile Türkler arasındaki çatışmada Yunanlılar yine seslerini duyuran taraftı. Dünyadaki egemen güç olan Batı uygarlığı Yunanlıları dinliyordu. Yunanlıların sorununu biliyordum. Kendi kendilerine bu sorunla başa çıkabileceklerini hissediyordum. Türklerin problemini anlamak için ise uğraşmam gerekiyordu. Türk-Yunan Savaşı’nı Yunanlıların gözünden değerlendirdikten sonra Türklerin bakış açısını anlamak üzere Türkiye’ye gittim. ……

Kitabın adı, Hatıralar: Tanıdıklarım. Yazarı Arnold Toynbee. Toynbee’nin kişisel notları ve izlenimlerinden oluşan iki kitap, Klasik Yayınları tarafından Deniz Öktem ve Şaban Bıyıklı’nın akıcı tercümeleriyle dilimize kazandırılmış (diğer kitabın adı, Hatıralar: Tecrübelerim). Keşke eksik yerler de tercüme edilseydi, daha doğrusu keşke eksik yerlerin de tercüme edilmesini sorun eden yasalar ya da adı konulmamış saçma kurallar olmasaydı…  Bir dönemi anlamak için tarih kitaplarında yazanlardan farklı olarak kişisel izlenimlerin çok değerli olduğunu düşünmemiz için bir kanıt daha. Özellikle de yaşadığımız dönem, bu izlenimlerde anlatılan dönemin çarpıcı etkilerini hala taşıyorsa. Tıpkı Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam‘ı gibi…  Cemal Kafadar’ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken’ininin önsözünde bu “izlenimci” yaklaşım detaylı bir şekilde tartışılıyor. Daha önce yazmıştık
Audi alteram partem: Öteki tarafı dinle

“İyi kitap”

Ben, derinin altında dolaşan kan gibi, kapağının altında hayatın kıpırdadığı ve uzun süre hatırlanacak, bir gün yeniden okumak isteyeceğiniz kitaba iyi kitap derim.

Ben, derinin altında dolaşan kan gibi, kapağının altında hayatın kıpırdadığı ve uzun süre hatırlanacak, bir gün yeniden okumak isteyeceğiniz kitaba iyi kitap derim.

Elli yıl kadar önce Tiflis’te hapisteyken, elime tanınmış bir yazarın kitabı geçti. Hücrede yalnızdım ve sahip olduğum tek kitap buydu. Okudum ve sayısız kereler tekrar okudum. Onu tüm hayatım boyunca hatırlamam gerekirdi değil mi? Daha salıverildiğim anda onu tamamen unuttum ve bugüne dek onu tekrar okumayı canım hiç istemedi. Gerçek edebiyat değildi, nedeni bu… Tolstoy ya da Çehov’sa bir kere okursun ve daima hatırlarsın, hafızanda canlı kalır. Ve tekrar okuduğun zaman onu ne kadar iyi bildiğini görürsün, sanki kırk yıl önce değil, önceki gün okumuşsun gibi gelir. Emin ol, bazı “ölümsüz” yazarların bile biçim olarak kusursuz oldukları halde umursamazca yazılmış kitapları vardır ve bunlar insanın içinde soğukluk yaratırlar, sanki elini soğuk mermer parçasına koymuşsun gibi…

Mihail İvanoviç küçük, kuru elini masanın üzerine koydu ve düşüncesini anlamlı bir hareketle öyle güzellikle ve etkileyici ifade etti ki, orada bulunanlar, hepimiz cansız mermerin üşüten soluğunu duyar gibi olduk.

Ben, derinin altında dolaşan kan gibi, kapağının altında hayatın kıpırdadığı ve uzun süre hatırlanacak, bir gün yeniden okumak isteyeceğiniz kitaba iyi kitap derim.

Aktaran: Mihail Şolohov, Konuşan: Mihail İvanoviç Kalinin, Çeviren: Eser Yalçın. Yazarın Sorumluluğu, Şolohov, de Yayınevi, 1983.

Hayal kurmak.

Bir bozuk parayı yuvarlayıp onun dönmekte olan bir otomobil tekerleği ve hatta bütün ve son model bir otomobil olduğunu hayal ettiğimiz günler geride kaldı. Bir para, hayalgücü sayesinde bir otomobil gibi görünürdü gözümüze. Cam bilyelerimle atletizm yarışmaları düzenlerdim. Bu müsabakalar evdeki bir halının üzerinde gerçekleştirilir, oyun alanının etrafı gazetelerden kesilmiş reklam kupürleriyle yani hayali reklam panolarıyla donatılırdı. Her şey oyun oynadığımız odanın halısının bir futbol ya da atletizm sahasına benzemesi için… Kısa mesafe koşucularının isimlerini verirdim bilyelere. Petar Petrov, Pietro Mennea, Jim Hines, Jarmila Kratochvílová, Marita Koch. Her bilyeyi “bizzat” tanır, onlara karakterler atardım. Bilyelerle geliştirimiş, kendi kuralları olan bir futbol oyunumuz bile vardı. Cam bilyelerin içindeki boyaları dikkatle incelediğimi hatırlıyorum. Küçük küresel camların arkasından dünyanın bükülmüş görüntüsüne bakan bir çocuk hayal edin. Onun hayallerini hayal edin. Kendi çocukluğunuzdan hayallerinize ulaşmaya çalışın. Belki çocukken okuduğunuz çocuk dergileri size yardımcı olabilir. Bizim zamanımızda Tercüman Çocuk vardı, Milliyet Çocuk vardı. Yüzbaşı Volkan’lar, Torgal’lar, Uzay Ajanı Luk’lar. Asteriks ve Hopdediks’i Halit Kıvanç‘ın tercümesiyle okumuştuk. Köyün en korkak adamının ismi: Hötdekorkariks. Romalı casus: Fitneus Fücuriks. Köyün en inatçısının ismi: Dediğimdediks. Balıkçının ismi: Palamutiks.

Çocukluk hayalleri, güzeldi. Hayal kurmayı unutanlar varsa, şöyle bir yaslanıp geçmiş günleri hatırlamaya çalışsınlar. İşte bir kaç ipucu daha:

Öznel bir bilim mümkün mü?

Paul K. Feyerabend‘in Yönteme Hayır adlı kitabından ilginç ve kısa iki ayrı alıntı yapıyorum (yorumsuz):

Yanlış yapan beyinlerimiz, yalapşap ölçü aygıtlarımız, özürlü kuramlarımızla ama ideal felsefe cennetinin (Popper’ın üçüncü dünyası)  uyduruk şekillerini tanımaya çalışmayı bırakıp, daha gerçekçi olarak bu madde dünyasında bize neyin yardımcı olacağını aramaya başlamamızın gerektiği açık değil mi?

Bugün bildiğimiz biçimiyle bilim ya da geleneksel felsefe çizgisindeki “hakikat araştırması” bir öcü yaratmıyor mu? İnsana zarar verip, onu çekilmez, düşmanca duygularla dolu, bencil, sevinçten ve mizah duygusundan yoksun varlıklara dönüştürmüyor mu? Doğanın nesnel (ya da eleştirel-rasyonel) gözlemcisi olarak etkinliğimi, insan olma gücümü azaltmıyor mu? diyor Kierkegaard. Bütün bu soruların yanıtları galiba “evet”. İşte bu sonuç, bilimleri daha anarşist, daha öznel yapacak, reformların tezelden gerekliliğine inandırıyor beni.

Bildiğimiz bilimle eleştirel rasyonalizmin birlikte olması mümkün müdür? Bu sorunun yanıtı kocaman bir hayır!

Müzik ve tutku…


Videonun altında türkçe altyazı seçeneği mevcut. (view subtitles)

Müziği pespaye popüler örnekleri dışında anlamaya çalışacak (öyle kimseler var ise) kimseler için…

Kobayashi is dead!

Pete Postlethwaite (1946-2011)

İlk kez 1988 tarihli filmi To Kill A Priest’te izlemiştim. Katolik bir rahibe boks öğretmeye çalışan bir dayanışmacı rolündeydi. Daha sonra Last of the Mohicans ve In the Name of the Father. Daha sonra ise bay Kobayashi rolünde. Ve Romeo + Juliet.

Pete Postlethwaite karakteristik yüz hatları sayesinde zihnimize kazınan bir imaja sahip. Tıpkı Richard Burton gibi. Karakteristik ve güçlü bir yüz. Onu soğuk bir ingiliz kışında bir liman işçisi olarak kolaylıkla hayal edebilirsiniz.

Philippe Noiret öldüğünde “Alfredo şimdi gerçekten öldü” demiştik. Pete Postlethwaite 2 Ocak’ta ölünce bu kez Kobayashi öldü dedik.  “Her yönetmenin gönlünde yatan aslanlardan biri” demek yanlış olmaz.

Farkedilmek…


Hızla giden bir arabanın camından dışarı bakıyorsun. Her şey gözlerinin önünden akıp geçiyor. Gözbebeklerin gördüklerini takip etmeye çalışmaktan yorulmuş. Yolun iki yanında meyve bahçeleri var. Tek tük de evler… Uzaklara baktıkça soluk renkli tepeleri, dağları görüyorsun. Dağların üzerinde de benek benek zeytin ağaçları. Başını cama yaslamış öylece bakıyorsun. Dışındaki dünya, bütün evren ne kadar da kayıtsız sana karşı! Yolun kenarında yürüyen yaşlı adam senin oradan geçtiğini bilmiyor. Bilse bile umurunda olacak mı acaba? Zaman zaman hayaller kuruyorsun. İşte şu an, tam da bu an, bu otobüste, bu salonda, bu okulda, bu işyerinde, bu şehirde… En iyi yürekli, en akıllı, en güzel gözlü, sesi en güzel kişi olduğunu düşünsünler istiyorsun. “Eğer bilselerdi” diyorsun… Senin ne denli muhteşem bir varlık ve tertemiz, lekesiz bir vicdanla dolaşan bir insan olduğunu, böyle kayıtsız olurlar mıydı sana karşı?

Ama sonra o acı gerçek yüzüne buz gibi çarpıveriyor. Sen, bir başkası için akıp geçen görüntüler içinde sıradan bir ayrıntıdan ibaretsin. Uzak dağlardaki ne idüğü belirsiz beneklerden, -ağaç mı çalı mı yoksa gizli ve gizemli bir hazinenin kapısı mı ne farkeder- farkın yok. Farkedilmeni hakedecek ne yaptığını düşünüyorsun? Bir şey yapman-yapabilmen mi yoksa senin mutlak varlığın mı seni eşsiz kılan? Başkası için “bir başkası” olmaya tahammül edebilecek misin?

Sen neyi ya da kimi farkediyorsun ki farkedilmeyi umuyorsun çaresizce?

Yol kenarında, çalı çırpı arasında kaybolmuş, tozlu, cılız dalları olan bir ağaçsın sen. İnce dalların rüzgarla bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor bütün gün. Beni farkedecek bir Allah’ın kulu yok mudur diye yakınıp duruyorsun ama kimse seni görmüyor. Herkes yanından gelip geçiyor, herkes kendi yolculuğuyla, kendi varlığıyla ilgileniyor. Yol kenarındaki değersiz bir ağacı kim ne yapsın?

Eğer bir gün… Ayakların seni bir gün bir bahçeye götürür de, yürüdüğün yola yakın ilk sıralardakilerden biri değil, hiç kimsenin, işsiz güçsüz bir delinin bile farkına varma ihtimali olmayan cılız bir ağaca yaklaşıp, o çöp gibi dallarından birini tutup… sanki seni duyacakmış gibi ona fısıldarsan:

“Seni ben farkettim… Ben, senin farkındayım, kardeşim…”

Kıtaları keşfetmiş bir gezgin ya da buz gibi bir havada sabaha kadar teleskobunun başında oturmuş, uzaklardaki bir galaksiyi ilk kez gören bir astronom kadar şanslı olursun. İşte ancak o zaman… Sen de farkedilmeyi hakedeceksin.

Resim: Paul Cezanne – Route tournante en sous-bois (1902-06)

Bigger pay means longer play

The only reason to rehearse is to learn to perform the play.
It is not to “explore the meaning of the play” -the play, for the actor, has no meaning beyond its performance. It is not to “investigate the life of the character.” There is no character. There are just lines on the page.
A play can be rehearsed quickly, by a group of component actors who know the lines, and are prepared, with the help of the director, to find the simple actions associated with them and to be arranged into an appropriate stage picture. If this so, why squander months in rehearsal and years in school? The reason is economic.

David Mamet aynı zamanda çok başarılı senaryoların da yazarı...

David Mamet aynı zamanda çok başarılı senaryoların da yazarı...


Acting has become a profession of the genteel class, and, by approbation, infinitely expansible. If one need not be employed to call oneself an actor, any number can play; and so “acting” becomes a refuge for the energy and time of the privileged class, like tatting or good works.
Since there is little chance of the vast hordes of amateurs being tested in performance, their “skills” need not be demonstrably useful. They are never to be used. So these “skills”, capable of demanding the maximum of devotion, are the amateur’s friend, since, in their endless study, one can stay and play and never be tested.
I remember a billboard on a Nevada road advertising some new slot machines at a casino. The sign read BIGGER PAY MEANS LONGER PLAY and was the most truthful piece of advertising I’ve ever seen. “We admit”, the sign meant, “you do not gamble to win. We announce, in fact, that, as you know, you will not win. But we offer you more of that for which you gamble: gambling time”
The use to which the gambler puts his or her money is “time at the tables”. And the use to which the acting student puts his or her time, money, and faith is “time at the school”. It is an end in itself.

Yukarıdaki cümleler “Heresy and common sense for the actor” alt başlığıyla David Mamet tarafından yazılmış True and False adlı kitabın içinden alındı. Kitap oyunculara hitaben yazılmış bir kitap. Ve Anthony Hopkins’in deyimiyle “Mamet manages to demolish the myths … that pass for the theory with regard to acting and directing…. True and False is a revealing book of the highest order and a pleasure to read.” Ülkemizde hala yeterince anlaşılamamış ama bir o kadar da popülerleşen bir iş oyunculuk. Yukarıdaki satırlardan varın siz anlayın bu iş bir meslek mi yoksa yaşam tarzı mı…

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken

Cemal Kafadar tarihçilere edebiyata yönelmeleri, tarihsel kişiliklerle özdeşleşmeye gayret göstermelerini tavsiye eden bir tarihçi. Yer yer şairler gibi duygulanmanın ne demek olduğunu bilmeden insana ait bir tarih yazmanın yetersizliğini vurguluyor, tarihe bakış açımızın nasıl olması gerektiği hakkında fikirler ortaya atarken “insanın sorunları üzerine” denebilecek kadar geniş bir perspektiften tartışmalar açıyor.

İnsanların tarihini yazmak için onları anlamak, tecrübelerini duyumsamak ve yorumlamak (kökten şüpheci olacaksak, “başkalarını anlamanın mümkün olduğu kurmacasına katılmak” diyebiliriz) gerekir.

Diyor ve ekliyor:

Tarihçinin zenaatında ilerlemesi, kaynak çalışması ve yöntem bir yana, onun kendisine ve dünyasına dair farkındalığını geliştirmesi, duyarlık perdesini tecrübelerini kendine kılavuz edinecek şekilde geliştirmesi ile mümkündür.

Modern toplumların siyasal düzenine hakim olan ulus-devlet modelinde kaçınılmaz olarak ben ve biz kavrayışları da değişti. Eğitimin ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla bu kavrayışlar içselleştirildi, hatta (okulda, orduda vb.) toplu hareket ve tören disiplinleri ile bedenselleştirildi. Yeni biz’ler ve ve yeni ben’ler çıktı.

Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken – Cemal Kafadar

Bu meyanda, 15.-16. yüzyıllardan beri Batı dünyasının rotası modernite dediğimiz şeye doğru evrilirken “birey”in ortaya çıktığı, klan ve geniş ailenin yerini çekirdek ailenin aldığı, insanların cemaat veya klan içinde erimektense kendilerini birey olarak idrak etmeye yöneldikleri, bununle birlikte mesela hatırat ve günce yazımının serpildiği, ya da sanatçıların ortaçağlarda eserlerine imza atmazken modernleşme ile birlikte isimleriyle tanınma peşine düştükleri, bu gelişmelerin çok daha geç ve sancılı ve kusurlu olarak Batıdışı toplumlarda da boy gösterdiği motifler içeren anlatılar, 19.yüzyılın ortalarından bu yana çok yaygın kabul görüyor. Otoriteye itaat etmektense kendi kararlarını özgür bir şekilde verebilen, en azından vermek için mücadele eden bireylerin varlığı modernleşmenin ölçütlerinden addediliyor.

Kendini tüketim tercihleriyle ifade ettiğine giderek inandırılan, aynı zamanda son yılların teknolojik imkanlarıyla, her harcaması izlenebilen ve hatırı sayılır bir ölçüye kadar yönlendirilebilen insanların “kendileri olmak” konusunda ne kadar bağımsız davranabildiğini sorgulamak gerekir.

Az buçuk tarih okumayı seven ya da bugünün dünyasını anlamak için önce geçmişi anlamak gerekir diyenler; yukarıda alıntılar yaptığımız nefis giriş yazısıyla birlikte Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabını mutlaka okumalılar.

Bu arada “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” sözü Karacaoğlan’a ait:

Karac’oğlan der ki bakın olana
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yoğ iken

« Older Entries   Newer Entries »