Hiç mi kötü adam yok?

İnsanoğlu gerçekten çok ilginç bir yaratık. Hep aklıma şöyle bir sahne gelmiştir; oturup tv izlerken Falconetti’ye, JR’a ya da Ferhunde’ye sinirlenen, homurdanan bir hırsız, katil ya da rüşvetçi müdür… Dizilerde, filmlerde kötüleri ve kötülükleri izlerken, o kötülüklerden nefret etmek daha kolay oluyor sanırım. Gerçek hayata döndüğümüzde, filmlerde gördüğümüz o kötülüklerle bulaşma ihtimalimiz varsa eğer, zannediyorum çok sayıda mazeretimiz ve kendi kendimizi ikna etme sebeplerimiz oluyor. Minareyi çalan kılıfına uydurur hesabıyla kendimizi haklı çıkara çıkara, kimsenin gözünün yaşına bakmadan kuyrukta kaynak yapıyor, kırmızı ışıkta geçiyoruz.

“Ekmek parası”
“Herkes yapıyor”
“Bir tek enayi ben miyim?”

deyip deyip masum suçlarımızı, masum bahaneler uydurarak işliyoruz. İnsan kendine filmlerde gördüğü kötülükleri yakıştıramadığı gibi, “şu an kötülük yapıyorum” diye itiraf ettiğimiz anlar ya hiç olmuyor ya da çok nadiren gerçekleşiyor. Dürüst suçlu bulmak çok mu zor acaba? Kendine karşı dürüst olmak ya da kendine bir dış bakış geliştirebilmekle ilgili belki her şey. Belki de çok derinlerde kendimizi hala ana kuzusu görüyor ve her türlü ahlaki kaçamağı yapmaya layık bir tarafımız olduğunu varsayıyoruz. Bununla birlikte suç işlesek de kalbimiz temiz kalabiliyor, zannediyoruz. Hapishanelerde yatan mahkumlardan kaçta kaçı, inandığı bir kod gereği toplumsal kodlarla çelişerek, yani işlediğinin suç olduğunun bilincinde acaba?

“Mecbur kaldım da öldürdüm”
“Töre böyle buyurur”
“Açız”

Büyük suçlar için karşımıza çıkacak muhtemel cevaplar.

Hangi mazeret, hangi suçu haklı kılar? Bu soruya narsistik egolarımızla bakarsak baya kalabalık bir liste yapmamız mümkün. Ancak kendi kabahatlerimiz için geçerli tabii ki bu, belirtmeme gerek yok. Bir başkasının ana kuzusu ya da narsist olma hakkının olmadığı bir evren bu.

Sadece suç ve kötülük konusunda değil, istenmeyen her davranış ve duruma kendimizi layık görmeyiz. (Genellikle) Herkesin karşı olduğu şeyler var. Çok büyük çoğunluk böyle şeyleri sahiplenmez. Her tartışmalı durumda rakiplerin sahip olduğunu düşündüğümüz özellikler bunlar. Örneğin iki güruh birbirini faşistlikle suçlayabilir.

“Sensin faşist!”
“Hayır, asıl faşist sensin!”

Velhasıl tek tek baktığınızda hiç kötü adam bulamıyorsunuz. “Kötüyüm ben kötüyüm” diyen sadece Susam Sokağı kuklaları! Sebebi nedir deyince ortaya çıkan şey ise şu:

Kendimizi, yaşam tarzımızı, görünüşümüzü, fikirlerimizi, duygularımızı deliler gibi, en ileri aşk derecesinde, uğrunda ölecek kadar seviyoruz. Herkes de bizi aynı şekilde sevsin ve kabul etsin istiyoruz ama bir türlü olmuyor!

Oysa bilgelik galiba kendini değersiz, hatta hakir görmeye başladıkça başlıyor.

Yönetmenlik

Her ne kadar başka mesleki alanlarda da kullanıldığı olsa da, bir meslek olarak sinema işinde yaratıcı ekibin başındaki kişinin kastedildiği bir kelimedir, yönetmen. Yönetmen, filmlerin kamera arkası görüntülerinde gördüğümüz bir insandır. Oyunculara, teknik ekibe direktifler verir, zaten ingilizce karşılığı da “director”dır. Çoğu kişi, kameraman varken yönetmene ne gerek var diye merak içinde düşünedursun, sinema işinin tasarımsal yükü büyük oranda yönetmenin sırtındadır. Yönetmen denince Tim Burton gibi düşünmekten darmadağınık olmuş saçlar, kalın (ama özel bir tarz çerçevesi olan) gözlükler, özensiz bir kıyafet, Einsteinvari dalgın bir adam gözünüzün önünde canlanabilir. Bu dahi yönetmen imajıdır. Bir de “gişe filmi yönetmeni” imajı vardır ki o da kameranın önünde de hiç fena durmayacak fizyonomide, genç, pahalı giysiler içinde, otoriter bir adamdır. Bu imgeler daha çok amerikan sineması kaynaklı, tabii ki. What Just Happened isimli filmdeki keş, asi ama sulu göz yönetmen imgesi daha çok avrupalı dahi yönetmenlere yakıştırılıyor sanıyorum.

Yönetmen, şair ya da heykeltraşın aksine başka insanlarla bir iş yapmak zorundadır

Yönetmen, şair ya da heykeltraşın aksine başka insanlarla bir iş yapmak zorundadır

Bir işi yapmak isteyen insanların büyük çoğunluğunun, doğrudan, o meslekte edinecekleri başarılara odaklanarak yola çıktıklarını göz önünde bulundurursak; sinemaya heveslenen çok sayıda genç insanın kendisini en büyükler sınıfına layık görmesini normal karşılamak gerek. Ancak malesef her zaman unutulan şeylerin başında, her Allah’ın günü verilmesi gereken bir kamyon yükü emek var. Coppola, Spielberg, Tornatore ya da Weir olmak şansının yaver gitmesi ile açıklanamaz. Bergman, Leone, Capra, Wilder, Lean, Kubrick, Forman, Kurosawa, Goddard ya da Tarkovski olmak hiç kolay olmamıştır zannediyorum. Şans faktörü yok kabul edilemez evet ama bir işe kolları sıvarken, vazgeçmeyi her gün düşündürtecek kadar zor anların yaşanması gerektiğini de unutmamak gerek. Evet gereklilik bu. Çünkü kimse sizin bir film çekip insanlığa ne büyük hizmetler edeceğinizi takdir etmek için beklemiyor. Dişinizle ve tırnaklarınızla, sabırla emek vermeniz gerekiyor. Yönetmenlik deyince aklıma ilk gelen şeyler nedense bu düşünceler oluyor. Çünkü sinemayı bilmek, hayalgücü çok geniş olmak bu ana fikir yanında ikincil değere sahip.

Yönetmen, şair ya da heykeltraşın aksine başka insanlarla bir iş yapmak zorundadır. Her şeyden önce parası olan insanlara bir hayali satmak gibi bir beceri gerektirmektedir. Evet, senaryo bir hayaldir. Yapımcı, yönetmen ve senarist tarafından oluşturuluş kollektif bir hayal. Ama kim ne derse desin, kağıt üstündeki bir hayali satabilmek zor iştir. Yönetmen kendisini ve çekmeyi istediği senaryoyu parası olan insanlara satsa bile işi henüz bitmez. Oyunculardan tutun da sette çayları dağıtan çocuğa kadar, kendisinin bir yönetmen olduğunu kanıtlayabilecek iradeye sahip olmalıdır. Aksi taktirde dişe dokunur miktarlarda sermaye, bir hayale nasıl yatırılsın ki?

Başarı elbette istenir. Ama tüm dikkatini başarıya vermek çok şeyler kaybettirir. Çünkü süreç her zaman sonuç kadar önemlidir. Bir film yönetmeni hem bir ansikolpedi kadar bilgili, hem bir filozof kadar derin hem bir pazarlamacı kadar dışa dönük, hem de bir asker kadar otoriter olabilmelidir. Hem içe dönük hem de dışa dönük olabilmek ise sanıyorum çalışarak kazanılması kolay bir şey değil. Sinema okullarında ya da sayıları her geçen gün artan kurslarda anlatılmayan ve öğretilmeyen şey de bu olsa gerek. Binlerce filmi izlemiş olmak, binlerce kitabı okumuş olmak, ve bu coğrafyada yetişmekte olan yönetmenler için değişmez bir kural: hem batıyı hem de doğuyu iyi biliyor olmak… İnsanlarla iyi iletişim kurabilmek, kollektif bir bilinç yaratabilecek kadar kartizmatik olabilmek, amatör heyecanları asla kaybetmemek, Cyrano’nun dediği gibi bir hiç uğruna kılıcına (kamerana) ya da kalemine sarılabilmek. Ve yine Cyrano’nun aynı tiradından bir cümle daha: “Demek istediğim, asalak bir sarmaşık olma sakın, varsın boyun olmasın bir söğüdünki kadar.” Yani özgün olabilmek. Birbirinden ayırdedilmesi zor yönetmenlerden biri olmak yerine belki benzer gerçekleri kendi gözlerinle anlatabilmek. Özgün bakış açısını ortaya koyabilmek.

Kısacası zor iştir, yönetmen olmak.

Basmakalıp

Genel anlamda sinema özelde de türk sineması çok çekmiştir –hala da çekmektedir-  basmakalıp karakterlerden. Televizyon dizilerinde bıkmadan konuşup duran, hatta sırf reyting yükselsin diye bağıran, ağlayan kavga eden karakterlerin çoğu neden hep basmakalıp olur? Bu soruyu sormadan önce basmakalıp nedir diye sormalıyız belki de…

Basmakalıp, stereotip demektir. Yani içinde bulunduğu durum ne olursa olsun aynı şekilde davranan, tepkileri önceden kestirilebilir, iç çatışma nedir bilmeyen ve “birileri tarafından yazılmış olduğu” her halinden belli olan karakterdir. Stereotipler kafalarımızdaki şablonların bir yansımasıdır. Örnekleri saymakla bitmez: Zalim kral, kokuşmuş politikacı, tecavüzcü din adamı, altın kalpli fahişe, entrikacı kayınvalide (bu belki de önemli bir kısmı kadın olan dizi yazarlarımızın çok sevdiği bir basmakalıp, tahminimce kendi kaynanalarını düşünüp yazıyorlar), sosyopat polis, dalgın bilimadamı vs. vs.

Her durumda aynı tepki: Stereotipler

Her durumda aynı tepki: Stereotipler

Bu basmakalıpların hemen hemen hepsi gerçek yaşamlarımızdaki şablonlarımız. Bu şekilde bakınca anlıyoruz ki insan beyni gerçekten ilginç bir şey. Şablonlaştırma insan beynine büyük bir kolaylık sağlıyor. Senarist beynine de aynı kolaylığı sağlıyor olmalı ki işleri haftada yüz dakikaya varan bölüm senaryosu yetiştirmek zorunda olan yerli dizi yazarları Ferhunde’leri, Polat Alemdar’ları yaratıyor.

“Amca, sizi babam kadar çok sevdim, biliyor musunuz benim babam yok” ya da “Annen bir melekti, yavrum” diyaloglarını sarfeden karakterleri gözünüzde canlandırın. Bu basmakalıp karakterler öylesine çok kullanıldı ki artık mizah malzemesi oldular. Basmakalıp karakter yazma eğilimi (siz ona hastalığı da diyebilirsiniz) sadece ülkemizde yok elbette. Özellikle senaristler “ahlaksız din adamı” ve “altın kalpli fahişe” stereotiplerini çok severler. Düşünün ki bir insan, çevresine ahlak konulu vaazlar verirken kimsenin görmediği başka bir yaşama daha sahiptir. Bu yaşamında ya alkol, ya seks ya da para pul düşkünlüğü içinde yaşayıp gitmektedir. Buna benzer bir haber yakalayan haberci de bu şablonu değerlendirir ve haberi asla kaçırmaz. Sekiz sütuna manşet giriverir. Kitleler de önceden tüketip, tadını bildiği bu ürünü kolayca hazmeder. Türk sinemasında da çok kez rastlayabileceğiniz gibi bütün travestiler altın kalplidir aslında. Kaslı, iri yarı bir surattan akan bir makyajın altındaki göz yaşları, sinemacı için muhteşem bir malzemedir. Mesela eşcinsellere ve eşcinselliğe karşı olan, düşman olan her sinemasal karakter aslında gizli bir eşcinseldir. Bunu gerçek hayat için de düşünebilirsiniz. Bir insan bir duruma bir fikre karşı duruyorsa, aslında gizliden gizliye o şeye taraftardır. Bir yarı-aydın için ne bulunmaz bir hazine! Bu çıkış noktasını bir kez yakaladı mı yarı-aydın dediğimiz kişi, kendini varlığın ve evrenin bütün sırlarını keşfetmiş gibi hissediverir. Bu arada yanlış anlaşılmasın yukarıda saydığım konularla ilgili bir fikir beyan etmiyorum aman ha! Yoksa karşı duruyor gibi göründüğüm konuyla ilgili bir suçlamayla yüzyüze kalabilirim! Ben hiç bir şeye karşı değilim efendim.

Yarı-aydın için basmakalıp ama bir o kadar da havalı iki entelektüel “tema” vardır. Bunlar:
1-    Yerleşik ahlak yargılarının iki yüzlülüğü (yani malumunuz tecavüzcü din adamı ve altın kalpli fahişe)
2-    Çağdaş toplumlarda insanın yalnızlığı.

Bu basmakalıp fikirler malesef gerçek dünyanın gerçek durumlarına ve karakterlerine çoğu kez uymaz. Konu eğer insan ise, bütün indirgemeci yaklaşımlar çuvallamaya mahkumdur. Bu yüzden senaryo yazarken stereotip değil de arketip yazmak lazım diyoruz.

Bu yazı Filmarası dergisinin Şubat 2011 sayısında yayınlanmıştır.

Bir senaryo örneği

Senaryo yazmaya ilgi duyan hemen herkesin ilk merak ettiği şeylerdendir. Gerçek bir filme ait bir senaryonun sayfaları. Sanki bu sayfaları görünce senaryonun yazmanın bütün sırlarını keşfedecektir insan. Oysa sadece kendine özgü bir sayfa düzeniyle yazılmış bir metinden ibarettir senaryo. Aşağıdaki küçük resimlere tıkladığınızda Sıfır Dediğimde‘ye ait senaryonun dördüncü taslağının ilk beş sayfasını göreceksiniz. Aşağıda göreceğiniz senaryo, Final Draft ile yazılmıştır. Sayfa formatı basit iştir. Bir bilgisayar programı işinizi kolaylıkla görmenize yarar. Asıl iş içerikte…

 

Senaryo yazarlığının asıl güçlüğünü aşmanızda yardımcı olabilecek diğer başlıklar için aşağıdaki sayfalara da göz atmak isteyebilirsiniz:

Senaryo Yazarken Merak Ettikleriniz
Yazmanın Yöntemi Olur Mu?
Belli Başlı Dramatik Yapı Yaklaşımları
Pixar’dan Senaryo Yazarlarına Öneriler
Dramatik Yazımın Kuralları Olur Mu?
Sinopsis Nedir, Nasıl Yazılır?

Dramatik yazımın kuralları olur mu?

Biz teorimizi, sonsuza dek tepki veren, neredeyse müteşeddit, sürekli bir iç değişim içindeki “karakter”e dayandırıyoruz. Biz insanın -mesela bizzat sizin- yaradılışı nedir? Her şeyi konuşmadan önce bunu konuşmalıyız. Bu konuda bilimsel bilgilere de ihtiyacımız olacak.

Bir inşaat yapan kimse, çalıştığı malzemeyi tanımıyorsa bu bir felaketle sonuçlanabilir. Bizim alanımızda bu malzeme “amaç”, “karakter” ve “çatışma”dır. Bunları bilmeden dramatik bir metin (bir senaryo, bir piyes vs.) yazma işi hakkında konuşmak faydasız olacaktır.

Winslow Boy

Winslow Boy

İçgüdü, bir adamın, bir ya da bir kaç kez bir şaheser yazmasına öncülük edebilir, fakat bilgiden yoksun içgüdü sıklıkla başarısızlık doğurur.

Aristo, “en önemli şey hayat ve davranışların yapısıdır, insanların yapısı değil” dese de, karakterin önemini inkar etse de, çok sayıda düşünür, dramatik yazımda karakterin önemine vurgu yapmıştır. 16.yy. İspanyol drama yazarı Lope de Vega:

İlk perdede sahne, hikaye kurulur, ikinci perdede olaylar bir araya getirilir, ta ki üçüncü perdenin ortalarına kadar neler olacağı tahmin bile edilemez. Her zaman, başlangıçta vadedilenden farklı ama anlaşılabilir, şaşırtıcı bir numara, bir sürpriz beklentisi vardır.

Alman eleştirmen ve oyun yazarı Lessing;

Kuralların sıkı sıkıya gözetilmesin karakterdeki en küçük hatadan daha ağır olamaz

Fransız oyun yazarı Corneille;

Sanat olalı beri dramanın kesin, kemikleşmiş yasaları vardır, fakat bu yasaların ne olduğu kesin değildir.

Bunlar gibi bazen birbirleriyle çelişen, çok sayıda düşünceyle karşılaşabilirsiniz. Bazıları oldukça ileri giderek dramatik yazarlıkta hiç bir kural-ilke vs. olamayacağını iddia etmişlerdir. En ilginci de budur. Biz biliyoruz ki yerken, yürürken hatta nefes alırken bile bazı kurallar vardır. Resim, müzik, dans gibi ya da köprüler, binalar inşa etmek gibi hayatın ve tabiatın her alanında ilkeler vardır.Yazmak neden bir istisna olsun?

Lajos Egri – The Art of Dramatic Writing’ten…

18 Mart Üniversitesi

7-8 Nisan 2011 tarihinde 18 Mart Üniversitesi Sinema Topluluğu’nun davetlisi olarak Çanakkale’deydim. Sinemaya ilgili bir grup üniversite öğrencisiyle birlikte olmak, Troya’yı uzunca bir süre sonra tekrar gezmek, Homeros’un anlattığı Troya Savaşı’nın garip bir şekilde tekrar ettiği mekanlarda dolaşmak güzel ve ilginç oldu. Çanakkale Savaşı gerçekten de Troya Savaşı’nın tekrarı gibi… Agamemnon Zırhlısı, Anadolu topraklarını ağır toplarıyla döverken Giritli Agamemnon’un kendini beğenmişliğini paylaşıyordu. Gelen, dünyanın en büyük ve en güçlü donanmasıydı. Tıpkı Tevrat’taki Davud ve Goliath hikayesi gibi… Bir yanda devasa bir canavar, diğer yanda düşmanının inanmadığı bir şeye inanan genç bir insan, bir çoban. Manidar bir şekilde 1915’te Çanakkale önlerine gelen zırhlılardan birinin adı Goliath’tı. Kim Davud’dan yana kim Goliath’dan? Tabii biz genç sinemacılarla, Çanakkale’de Sıfır Dediğimde’yi izledik ve sinema konuştuk.

“Acımıyorum”

-Acımıyorum!

Goebbels: Acımıyorum!

Der Untergang, türkçe adıyla Çöküş, “insan” üzerine bir film. İnsanı anlatıyor. İnsanın düşünme, hissetme becerilerini kullanarak, evet kullanarak, nerelere kadar gidebileceğini görmek çok sarsıcı bir deneyim. Filmin açılış ve kapanışında filmde canlandırılan ana karakterlerden birinin, Traudl Junge’nin ikibinli yıllardaki hali karşınıza çıkıyor ve belki de bugün de dünyanın, ülkemizin uğraştığı çok sayıda sorunu anlayabilmemize yarayacağını umduğum şeyler söylüyor:

O çocuğa (kendisini kastediyor) hâlâ öfkelenmem gerektiğini hissediyorum, o… saf genç kıza. Ya da onu affetmemem gerektiğini… O canavarın tabiatının farkına varamadığı için. Nasıl bir şeye bulaştığının farkına varamadığı için. Özellikle de, üzerinde düşünmeden oraya gittiğim için. Çünkü ben bir Nazi fanatiği değildim. Berlin’de şunu diyebilirdim: ‘Hayır, bunu yapmıyorum. Führer’in karargahına gitmek istemiyorum.’ Ama bunu yapmadım. Çok fazla meraklıydım. Ve kaderin, beni, olmak istemediğim bir yere götüreceğinin de farkına varmadım. Ancak, yine de, bir türlü kendimi affedemiyorum. Nuremberg duruşması sırasında hissettiğim tüm o korkular, ölen o 6 milyon Yahudi, muhalifler ya da başka ırktan insanlar beni derinden sarsmıştı. Ama henüz kendi geçmişimle hesaplaşmış değildim. Bunda kişisel bir hatam olmadığını düşünerek kendimi teselli ediyordum. Ve meselenin boyutunu tam olarak kavrayamamıştım. Ama bir gün, Franz-Joseph Bulvarında Sophie Scholl anıtının önünden yürüyordum. Benim yaşımda olduğunu ve benim Hitler’e katıldığım yıl idam edildiğini gördüm. Ve ancak o zaman genç olmanın mazeret teşkil etmeyeceğini,ve o yaşta da doğruları bulabilmenin mümkün olduğunun farkına vardım.

Traudl Junge, Hitler’in ölümüne kadar bir kaç yıl özel sekreterliğini yapmış bir kadın. Der Untergang, hikayesini onun etrafında döndüğü haliyle anlatıyor. Bu da Hitler’e çoğu kurmayından daha yakın olmak anlamına gediği için, Bruno Ganz tarafından canlandırılan Hitler’in ve Nazi Almanyası’nın son anlarına tanık oluyoruz. Nasyonal sosyalizm, kendi ideallerine sadık bir nesil yetiştirmeyi başarmış. Bu öğreti Alman ırkının üstün yaratıldığını kabul ediyor. Hitler’e ve nasyonal sosyalizm ideallerine en sadık karakter propaganda bakanı Goebbels inanmadığı şeylerin propagandasını yapmıyormuş demek ki… Bakın ne diyor:

Acımıyorum… Tekrar ediyorum, acımıyorum! Alman halkı kendi sonunu seçti. Bu bazı insanlar için şaşırtıcı olabilir. Kendinizi kandırmayın. Biz Alman halkını hiç bir şeye zorlamadık. Onlar yönetimi bize verdiler ve şimdi o küçük gırtlakları kesiliyor.

Filmin belki de hafızalardan çıkmayacak en çarpıcı sahnesi, gerçek olduğunu insanın aklının vicdanının kabul edemeyeceği bir sahne. İnsan olmaktan korkutan bir sahne… Goebbels ailesinin bütün çocuklarının “Nasyonal sosyalizmin olmadığı bir dünyada büyümelerini görmek istemiyorum” diyerek anneleri tarafından zehirlendikleri sahne… Fimi izlemeyenler için “spoiler” değil bu. Tarihin sayfalarında yazıyor. Tümüyle gerçek. Der Untergang, bir sinema filminin sahip olabileceği etkileyicilik sınırlarını zorlayan bir film. “Seyirci” olmaktan kaçamayacağınız bir film. İçerik o denli çarpıcı ki sinemasal eleştirilerinizi susturuyor. Zaten o bağlamda da söylenecek çok fazla bir şey yok.

Bu yazı Filmarası dergisinin 6 Ocak 2011 sayılı 6.sayısında yayınlanmıştır.

Kanatlarımın Altındaki Rüzgar

Benim gölgemde kaldığın için yüzün üşümüş olmalı
Sen hep benim ışıldamamı sağlarsın, bu senin tarzın…

Hep bir adım geriden gelirsin
Sen belki küçük bir şey için çabalar dururken ben hep zaferler kazandım

Uzun zamandır adı konmamış, mükemmel bir yüz
Acının arkasında gizlenmiş, mükemmel bir gülümseme…

Benim kahramanım olduğunu biliyor muydun?
Olmak istediğim her şey?
Bir kartaldan bile yükseklere uçabilirim
Sen benim kanatlarımın altındaki rüzgarsın…

Belki bu kimsenin dikkatini bile çekmedi ama
Ben, bütün kalbimle, her şeyin farkındaydım…
Senin de gerçeği bilmeni istiyorum… Evet, evet… Bilmelisin.
Ben sensiz hiç bir şey olamazdım…

Benim kahramanım olduğunu biliyor muydun?
Olmak istediğim her şey?
Bir kartaldan bile yükseklere uçabilirim
Sen benim kanatlarımın altındaki rüzgarsın…

Sana hiç kahramanım olduğunu söylemiş miydim?
Sen her şeysin… Her şey… Olmak istediğim her şey…

Bir kartaldan bile yükseklere uçabilirim
Çünkü sen benim kanatlarımın altındaki rüzgarsın…

Kanatlarımın altındaki rüzgar…
Sen benim kanatlarımın altındaki rüzgarsın…

Yüksel… Yüksel… Beni daha yükseklere çıkar
Sen benim kanatlarımın altındaki rüzgarsın…

Uç… Uç… Yıldızlara kadar uç
Uç ki, gökyüzüne dokunabileyim

Teşekkür ederim, teşekkür ederim
Tanrı’ya… Senin için…

Bir kartaldan bile yükseklere uçabilirim
Sen benim kanatlarımın altındaki rüzgarsın…

Wind Beneath My Wings – Bette Midler.

Beaches adlı filmden..

Türkiyede Nasıl Film Çekilir? -2

Üniversite öğrencisi olduğum yıllardı. İlk kez bir film setinde görev alacaktım. İçimdeki sinemacı olma isteği o yaşlarda son halini almamıştı. İki şeyi çok iyi hatırlıyorum: Bir, bulunduğum setteki film çekimi imkanlarını ve filmciliğe ait profesyonel ortamı beğenmeme duygusu. İki, alelade bir planın çekimi için bile ne çok zaman harcanması gerektiği. İlk duygum, yani Türkiye’deki film endüstrisine tepeden bakma halim çok uzun süre yaşamadı. Çünkü üçüncü asistan olarak ilk kez tanıştığım ülkemize ait filmcilik şartlarını beğenmemek için zihnimdeki tek gerekçe televizyondan izlediğim kamera arkası görüntüleriydi. Kamera arkası deyince de televizyonlarda magazin maksatlı yayınlanan Hollywood film setlerinden görüntüler anlaşılıyordu. Sadece ortada dolanan kabloları toplamakla görevli bir çalışanın olduğu o devasa setlerin havasıyla benim içinde bulunduğum film setinin havası son derece farklıydı. Ben o büyük setlerde görev almalıydım. Böyle niteliksiz ekip ve ekipmanlar arasında benim kıymetim bilinemezdi. Düşünün ki çalıştığım o ilk film setinde ben bizler için de karavan beklerken, oyuncular için bile karavanlar hazır edilmemişti. Allahtan çok kısa sonra bu hastalıklı ruh halinden kurtuldum. Üçüncü asistan olarak çok basit görevleri yerine getirirken bile ufak tefek hatalar yapmam, tecrübenin ne kadar önemli olduğunu anlamam bu konuda çok etkili oldu. İlk fırçamı yiyince ışıltılı Hollywood kamera arkası görüntülerinin verdiği zırva hayallerden sıyrılmaya başlamıştım. Evet bu kamera arkası programlarının böyle bir zararı var. Sinema dışındaki insanlar, özellikle gençlerin pek çoğu sinemacılığı bu görüntülerle tanıyıp zihninde bu şekilde kodluyor. Bu işin havası, sinemanın kendi doğasının önüne geçiyor. Kimi kırmızı halı hayalleriyle bu işe yakayı kaptırıyor kimi de oyuncusuna rolünü anlatan çok havalı bir yönetmen imgesine takılıp kalıyor. Sorun değil. Yeter ki bir an önce gerçekleri kabullenebilelim.

Havalı İmge: Yönetmen

Yavuz Turgul’un çok sevdiğim filmi, bence türk sinemasının en iyi filmlerinden biridir, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde tasvir edilen film seti ile elektronik klaketlerin, karavanların, devasa yerleşimlerin yani Hollwood’un kıyaslanması, kabuğunu beğenmeyen civciv gibi genç ve yerli sinemacı adaylarında bir hoşnutsuzluk doğuruyor. Ama unutmamak lazım ki, dünyada bir yıl içinde elli milyon dolar ve üzeri bütçelere sahip film sayısı çok fazla değil. Sinema kamera arkası görüntülerinin ışıltılı dünyasından ibaret değil. Ve ayrıca o büyük bütçeli filmleri yapanların çok büyük sinema hayatlarına nasıl başladıklarına da tekrar bakmakta yarar olabilir.

İşte bütün bu düşünceler kendi filminizin setinde aklınıza gelir mi bilinmez ama eğer Türkiye’de film çekiyorsanız bir şekilde kendinizi bir kameraman, bir oyuncu, bir tripodun üzerindeki bir kamera ile, mesela Eminönü kalabalığının ortasında bulabilirsiniz. Hem de ter içinde ve elinizdeki senaryoda yazan şeyleri gerçekleştirmeye çalışırken… Meraklı ve işsiz bir kalabalık sizi izlerken… Devamlı birileri size “hangi kanal abi?” diye sorarken…

Sinemayı zor bir iş, bir zanaat haline getiren en önemli faktörlerden biri hiç şüphesiz çok sayıda insanın emek verdiği kollektif bir çalışma olması. Bu insanlardan yalnızca bir tanesinin işini yeterince özenli yapmaması filmin başarısı ya da başarısızlığında rol  oynayabilir. Bu şekliyle sinema işi kuantum fiziğinin en popüler konularından biri olan Belirsizlik İlkesi’ni çağrıştırabiliyor. Bir atomaltı parçacığın aynı anda hem momentumunu hem de konumunu bilemezsiniz. Temel parametrelerden en az bir tanesi sizin için her daim belirsizdir. Sinemada da böyle. Hem de alasıyla.

Prodüksiyon grubu her sahne için o sahnenin çekim gününden önce mekan ayarlamıştır. Bu kiralanmış bir mekan olabilir, rica minnet söz alınmış bir mekan olabilir ya da bambaşka bir şey olabilir. Ancak: Set jargonuyla ifade edecek olursak “mekanın patlamadığı” bir set acaba var mıdır? İki anımı paylaşmama izin verin:

Asistanlık yaptığım dönemde Türkiye standartlarında pek de fena sayılmayacak bir bütçeyle çalıştığımız bir film setinde mekan patlamıştı. Prodüksiyon grubu gayet pişkin bir şekilde mekanın patlaması kendi kabahatleri değilmiş gibi “Hocam hemen başka bir mekan baksak” gibi dahiyane bir öneri getirdi. Eminim bu fikir o an sette başka kimsenin aklına gelemezdi. Nihayetinde bir jenaratör kamyonu, 2 malzeme kamyonu, üç adet de minibüs ile İstanbul’un eski bir semtinin dar sokaklarında mekan aradığımızı hatırlıyorum. Ben asistan iken gerçekleşen bu hadisenin akşamında “Bir gün eğer bir film çekersem mekanlara çok iyi çalışıp her mekanı yedekleriyle beraber garantiye almadan işe başlamama sözü” gibi bir söz vermiştim. Gel gelelim kendi filmimin çekimlerinde “Ay bizim ev de filmlerde görünsün” isteğinde yaşlı bir çiftin evinin önünde mekan parası vermeden yapacağımız çekim, yaşlı çiftin o gün kendi aralarında şiddetli bir kavga etmesi sonucunda “patlamıştı”. Ama yedekli çalışmaya söz vermiştim ya, müthiş bir özgüvenle hemen prodüksiyon grubuna talimat verdim: (o talimat verme anı eminim ki Hollywood kamera arkası görüntülerindeki yönetmenlere en benzediğim an olmuştur). “Hemen yedek mekana gidelim, olabilir dünya hali!” Ne var ki prodüksiyon amiri bir süre sonra yanıma gelip “Hocam, yedek mekan olarak tespit ettiğimiz apartmanın yöneticisi çekim yapmamıza izin vermiyor” deyince, men dakka dukka sözünün bir başka boyutunu da anlamış oldum.

Bir film çekiyorsanız temel parametrelerinizden en az bir tanesinin belirsiz olduğunu mutlaka hatırlamalısınız. Sesli çekim yaptığınız mekanda gece saat ikiye kadar trafik gürültüsü sizi bloke edebilir. Ya da dış çekim günlerinizden birinde şakır şakır yağmur yağabilir. Hem de meteorolijinin aksi istikametteki bütün tahminlerine rağmen…

Washington DC ya da batılı başka metropollerin karakteristik görüntülerini hatırlayın. Yurtdışında yaşama ve çalışma tecrübesi olanlar bilir, batılı zihin bizim zihnimizden farklı çalışıyor. Bu farklılık üstünlük mü gerilik mi tartışılır. Şurası kesin: bir film çekimi gibi çok sayıda değişkene bağlı. Üstelik bu değişkenlerin pek çoğu da film ekibinin dışındaki değişkenlere bağlı. Bu da demek oluyor ki değişkenlerin tümünü kontrol altına almak, batılı olmayan bir zihin tarafından imkansıza yakın bir durum. Bir başka deyişle Alman mühendislik harikası bir makine gibi işleyen bir film setiniz Türkiye’de olamaz. Ama şunu da söylemekte fayda var; aynı konuyu saptamış Erzurumlu İbrahim Hakkı: “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler”. Yani şu: Bizim film setlerimiz de tıpkı Mısır Çarşısı ve etrafı gibi olacaktır ve bu belki de bize mimetik ve plastik bir kamera önü yaratmaya çalışma çabası yerine bir “varoluş” halindeki organik, hareketli yani kendi dinamikleriyle evrilen bir film seti sunacaktır. Gerçekliğin taklidi bir film seti değil, gerçek ve varolmaya devam eden bir film seti. Bu şekilde bakınca ne kadar iyimser değil mi? Unutmamak gerek ki Robert McKee’nin öykü üçgenindeki Minimalist öykülerin pek çoğu bu şekilde filme alınıyor.

Ülkemizde film endüstrisi teknik anlamda dünyanın gelişmiş endüstrilerinden çok geride değil. Toplum olarak inşaat sektörüne olan ilgimiz gibi teknik cihaz ve teknolojik oyuncaklara çok meraklıyız. Bir de internet hayatımıza girdi ya filmcilik alanında aklıevvellerin yaptıkları büyük bir kısmı işlevsiz ve pahalı icat, anında film setlerimizde boy göstermeye başlıyor. Elektronik oyuncakların sette göz boyama gibi bir işlevi var. Değişik tipleri olan vinçlerden birine bağlanmış bir kamera, o vincin havada salınması, kamera arkasını gören çok sayıda kişiyi etkiliyor. Hareketli kamera kullanmak, işten anlamayanlar için bir yönetmenin iyiliğini belirleyen bir ölçüt. Eh, kamera arkası da Hollywood kamera arkalarına benzediği sürece sorun kalmıyor. Paralar harcanıyor, bu sayede insanlar ve belki seyirci de kendini iyi hissediyor.

Filminizin çekimlerinin bir su gibi akıp gittiğine inanamayacaksınız. Filminiz için post-prodüksiyon evresi başladığında ise karşınıza çıkan karmaşık işlemler ve faturalardaki rakamlar gözbebeklerinizin büyümesine sebep olacak. Bir filmin üretilmesi sırasında filmin yapımcıları açısından en rahatlatıcı olması öngörülen bir an var: Filminizin kurgusu, miksajı bitmiş ilk kopyasının izlenmesi. Ancak onca gerginliğin ve karmaşanın arkasından, aksayan binbir tarafıyla ortaya koyduğunuz filmi izlemek sizi rahatlatmıyor. Çünkü seyirci sizin mazeretlerinizle ilgilenmiyor. Böyle bir beklenti içinde bile olamazsınız. Sinemanın doğasına aykırı. İyi bir film yapmak için bir şansınız vardı. Onu kullanıp kullanamadığınızı hiç bir zaman gerçekten bilemeyeceksiniz. Böyle anlarda etrafta sizi pohpohlayan birilerinin olması işinize yarayacaktır.

Bu yazı hayalperdesi‘nin 19.sayısında yayınlanmıştır. Yazının ilk bölümü ise burada

Patton

Patton, 7 oscarlı büyük bir film. II. Dünya Savaşı’nda amerikan ordusunda önemli komuta görevleri alan amerikalı general George S. Patton‘ın savaş güncesi; kendisini Kartaca’lı Hannibal ile kıyaslayan bu adamın, savaşın başlangıcındaki bakış açısını müthiş bir şekilde tanıtarak başlıyor. Bu bakış açısı, Patton’ın savaşçı egosunu ortaya koyduğu gibi, yakın geçmişte (ve belki de halen) kendini Roma imparatorları ile kıyaslayan ve egemenliğini silah zoruyla dünyaya kabul ettirmeye çalışan bir grup emperyalist yöneticiyi de çağrıştırıyor. Ne acı ki, aynı bakış açısı amerikan kimliğinden sıyrıldığında, değişik şekillerde her yerde, mesela Türkiye’de de görebileceğiniz türden bir bakış açısı. Patton çok şey anlatan, büyük bir film. Aşağıdaki alıntı filmin açılışından… Metnin üzerine günümüz dünyasından görüntülerle bir kolaj yapmak son derece mümkün görünüyor.

Patton II. Dünya Savaşı’nda Afrika cephesine gönderilecek amerikan acemi birliklerine konuşuyor:
Şunu unutmayın ki, hiç kimse ülkesi uğruna ölerek savaşı kazanmamıştır. Savaşı ancak başka aptalların ölmesini sağlayarak, kazanabilirsiniz. Beyler Amerika’nın savaşmak istememesi ve savaştan uzak duracağı şeklindeki sözler tamamiyle yalandır. Amerikalılar geleneksel olarak savaşı sever. Bütün gerçek Amerikalılar, çarpışmaya katılmayı sever. Siz çocukken en iyi bilye atıcısını ve en iyi koşanı tutardınız. En iyi top atıcısını,en güçlü boksörü. Amerika kazananı sever kaybetmeye tahammül edemeyiz. Amerika hep kazanmaya oynar. Kaybettikten sonra gülen bir adamı, ben ne yapayım? Bu yüzden, Amerikalılar hiç kaybetmedi ve hiç savaş kaybetmeyeceğiz çünkü kaybetme düşüncesi, Amerikalılar için bir utançtır. Şimdi ordu bir takımdır. Takım gibi, yer, içer ve yaşar. Bireysellik diye bir şey yoktur. Saturday Evening Post’ta bireyselliği yazan, o züppe salakların gerçek savaş hakkında, hiç bir fikirleri yok. Bizde, en iyi yemek ve malzeme en iyi moral ve dünyanın en iyi askeri var. Biliyor musunuz aslında karşımıza çıkacak, o zavallılara çok acıyorum. Tanrı şahidimdir. Pislikleri vurmakla kalmayacağız canlı canlı ciğerlerini sökeceğiz ve onları, tanklarda gres yağı olarak, kullanacağız. Bu zavallı zevk düşkünlerini, utanç içinde öldüreceğiz. Evet bazılarınızın merak ettiğini biliyorum ateş altında kaçacak mısınız? Bunu hiç düşünmeyin. Sizi temin ederim üstünüze düşeni yapacaksınız. Naziler bizim düşmanımız. Onlara saldırın! Kanlarını ortaya saçın! Karınlarından vurun! Çatışmaya girince en iyi arkadaşınızın yüzündeki ifadeyi görünce gerekeni yapacaksınız. Ve şunu hep hatırlayın. Bana sakın, “yerimizi koruyoruz” şeklinde mesaj yollamayın. Hiç bir şeyi korumuyoruz. Bırakın onlar yapsın. Biz sürekli ilerleyecek ve düşman dışında hiç bir şeyi elde tutmaya çalışmayacağız. Biz onları burunlarından yakalayacağız ve kıçlarını tekmeleyeceğiz. Onları, aman vermeden tekmeleyeceğiz ve sonunda, kaçışan kaz sürüsünden farkları kalmayacak! Şimdi evinize döndüğünüzde söyleyebileceğiniz tek şey olacak. Bunun için şükredeceksiniz. Bundan otuz yıl sonra, şöminenin önünde otururken torununuz yanınıza gelip size şunu soracak: “2.Dünya Savaşı’nda ne yaptın, dede?” Şunu söylemeyeceksin: “Evet Louisiana’da gübre kürekledim.” Pekala, aşağılık herifler… Duygularım belli. Sizlere her zaman her yerde, liderlik etmekten gurur duyacağım her zaman. Hepsi bu. Çeviri Divxplanet’ten.

« Older Entries   Newer Entries »