İstanbul Edebiyat Festivali’nde film gösterimi ve söyleşi: Cyrano de Bergerac!

Cyrano de Bergerac

Cyrano de Bergerac

İstanbul Edebiyat Festivali kapsamında 6 Aralık 2011 salı günü saat 18:00‘de Sultanahmet Kızlarağası Mehmed Ağa Medresesi’nde Edmond Rostand‘ın unutulmaz eseri Cyrano de Bergerac’ın 1990 tarihli sinema versiyonunu izleyip, üzerinde konuşacağız. Filmin yönetmeni Jean Paul Rappeneau, başrollerde ise Gérard Depardieu ve Anne Brochet var.

Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac 17.yüzyılda yaşamış fransız oyun yazarı… L’Autre Monde: où les États et Empires de la Lune ve Les États et Empires du Soleil isimli eserleri bilimkurgu türünün ilk örneklerinden kabul ediliyor.  Edmond Rostand, kendisinden bir kaç yüzyıl önce yaşamış bu hiciv ustası ve silahşörü unutulmaz bir karaktere dönüştürmeyi başarmış. Orijinali bir tiyatro eseri olan Cyrano de Bergerac (yazılış tarihi 1897), ilk gösteriminden itibaren çok sevilmiş, modernleşmekte ve dünya savaşlarına hazırlanmakta olan dünyada klasik romantizm akımının yaşamaya devam ettiğini kanıtlamış. Eserin beyazperdeye uyarlanmış 1990 versiyonunda Gérard Depardieu’nun performansı “en iyiler” arasında anılıyor…

Eseri türkçeye kazandıran Sabri Esat Siyavuşgil’i de “neredeyse orijinalinden güzel” nefis tercümesi sebebiyle rahmetle anmak gerek… Film gösterimi ve söyleşimize bekleriz…

Her Şeyin Teorisi

Bilim, bilinmezler okyanusuyla çevrelenmiş insanoğluna, çevresindeki bu okyanusu tanıyabilme şansı sağlamaya çalışır. Bilinmezler okyanusu yaşadığımız evrendir. Isaac Newton da buna benzer bir tanımlamadan yola çıkarak kendisini tanımlıyor:

“I do not know what I may appear to the world, but to myself I seem to have been only like a boy playing on the sea-shore, and diverting myself in now and then finding a smoother pebble or a prettier shell than ordinary, whilst the great ocean of truth lay all undiscovered before me.”

Beni dünya nasıl görecek bunu bilemem… Fakat ben kendimi kocaman bir gerçekler okyanusu önümde keşfedilmemiş dururken, kıyıda kendini oyalayan ve kâh daha yumuşak bir taş, kâh daha güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum.[i]

Arşimet’in çağından beri çevremizde olan biten her şeyi açıklayabilme çabası bilimadamlarının gönlünde yatan aslan olarak varlığını sürdürmüş olsa gerek. Çevremizi çepeçevre saran bilinmezlik, bir başka deyişle değişimler okyanusunu bir nebze olsun sakinleştirme isteğinin, değişimleri dondurabilme isteğinin kökenine inmek ve anlamaya çalışmak lazımdır.

Aslına bakılırsa gözümüzü durmaksızın devinen, hareket eden bir evrende açıyoruz. Bütün sorun da bu… Yaşadığımız evren ile ilgili en temel gözlemimiz bu olsa gerek. Gündüz geceye gece gündüze evriliyor durmaksızın. Mevsimler durmadan değişiyor. Dünya yüzeyinde bitmek bilmeyen bir değişim, bir hareketlilik var. Siz baksanız da bakmasanız da ağaçların yaprakları esen değişik hızlardaki rüzgarla birlikte üşenmeden kıpırdamaya devam ediyorlar. Denizin yüzeyi zaman zaman görece olarak sakinleşse de mutlak anlamda hiç bir zaman ve hiç bir şekilde sakinleşmiyor. Kusursuz bir düzleme asla dönüşmüyor. Gökcisimleri de hareket ediyorlar. Üç beş tanesi hariç hepsi kendi etrafında eser miktarda döndüğü için “hareket etmiyor” olduğunu varsaydığımız bir yıldızın, Kutup Yıldızı’nın etrafında dönüyorlar. Kutup Yıldızı’nı umursamayan o üç beş yıldız da aslıda yıldız değil. Güneşin etrafında tıpkı dünya gibi dönmekte olan gezegenler. Ayrıca yıldızların dünyadan görünen konumları birbirlerine göre değişmiyor gibidir ama gerçekte kısa insan ömrü yüzünden değişmiyor gibi görünmektedirler. Örneğin bir milyon yıl önce (ya da sonra) gökyüzünde aynı takımyıldızları gözlemlemeniz imkansız. Çünkü bütün yıldızlar galaksi içinde, bütün galaksiler evren içindeki (birbirlerine ya da herhangi bir referans sistemine göre) konumlarını durmaksızın değiştiriyorlar.

Bilinmezler okyanusunun kıyısında...

Bilinmezler okyanusunun kıyısında...

Hareket (ya da devinim) evrenin kaçınılmaz gerçeği. Evrenin bütünü için orijin, bir ana referans olarak kabul edebileceğimiz bir referans sistemi bulamayacağımızı biliyoruz. Ve hareket, değişim demek. Herhangi bir t1 anındaki evren ile bir başka t2 anındaki evren ile asla (en azından) konumsal olarak aynı olamayacak.

Bilim kısaca; bu değişimleri tanımlayabilme, tekrar eden değişimlerden bazı benzerlikleri yakalayarak, benzeri şartlarda tekrar ediyor gibi görünenleri kanunlaştırma yoluna gitmeye çalışmaktır. Bu mantıkla baktığınızda elinizden bıraktığınız bir cismin her zaman düşüyor olması tekrar eden bir değişimdir ve kanunlaştırılabilir. Son yıllarda bilimsel kanun ya da bilimin yasaları kavramları bilim çevrelerinde reddedildi çünkü yasa kavramı bütün evrende tekrar edilebilirlik gibi bir gereklilik ihtiva ediyordu. Oysa kozmolojideki ve parçacık fiziğindeki son yüz yıllık deney ve gözlemler bilimsel teorilerimizin yasa olarak ifade edilmesindense birer yaklaşım olarak ifade edilmesinin daha doğru olacağını öğretti. Örneğin Arşimet’in geometri kanunları ya da Newton’un mekanik kanunları insan ölçeğine yakın boyutlarda geçerliydi ama çok büyük ya da çok küçük boyutlar göz önüne alındığında geçerliliğini yitiriyordu. Yani söz konusu kanunlar tekrar edebilme özelliklerini yitirdikleri için artık bilimsel kanun ya da bilimsel yasa olarak ifade edilmeleri doğru olmazdı. Artık sadece bu iki yasa için değil tüm yasa olarak bildiğimiz bilimsel fikirler için aynı şeyi düşünüyoruz. Artık 17. yüzyıldan itibaren bazı fizikçilerin iddia ettiği gibi evrende olan biten her şeyin mekaniğin yasalarına indirgenebileceğini düşünmüyoruz. Yani bilim yoluyla yasalara indirgeyip dondurabildiğimizi düşündüğümüz evrendeki değişimler, görüntü değiştirmiş olsa da karşımızda duruyor. Ama değişimleri dondurma çabası henüz bitmiş görünmüyor.

Günümüz fizikçilerinin, başlangıçta bir şaka olarak ortaya atılan her şeyin teorisini kurmak gibi bir gayeleri var. Bütün fikir, bazı büyük fizik teorilerinin birleştirilmeye çalışılmasını manasını taşıyor. Son ve mutlak bir teori yazıp (teori, yasa değil) değişimleri tanımlanmış, dondurulmuş bir evren resminin karşısında kahve içme isteği bu. 17.yüzyılda başlayan bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde heyecana kapılmış bilimadamlarından Pierre Simon Laplace’ın “doğa’yı hareket’e getiren bütün güçleri ve doğa’yı teşkil eden bütün varlıklar’ın birbirlerine karşı olan durumlarını belli bir anda bilebilecek ve bunları matematiksel formüller’e bağlayabilecek bir dahi olsaydı, Evren’in en büyük cisimleri’nden en küçük cisimlerine kadar hepsinin hareketlerini matematik formüller’de kolaylıkla toplayabilir ve geleceği de, geçmişi de gözlerimizin önüne serebilirdi” şeklinde özetlenebilecek görüşünü insanın çok derinlerde hissettiği “dondurulmuş evren” isteği olarak yorumlamak yanlış olmaz. Belki de insanoğlu değişimlerle dolu evreni kendi varlığı için tehdit olarak görüyordur, bilemiyoruz… Ne var ki bugünün popüler “Her Şeyin Teorisi”nin de Laplace’ın mekanik determinizmi gibi karşımızdaki bilinmezler okyanusunu doğru anlamamakta ısrar olduğu düşünülebilir. Asıl sorun belki de insanın kendine duyduğu özgüvendir. Isaac Newton’un yazının başındaki mütevazi sözü, günümüz bilim algısıyla bu açıdan pek uyuşmuyor. Bilim bütün sorunlarımıza verilebilecek tek ve mutlak bir çözümmüş gibi bir imaja sahip. Oysa bu imajda daha bilimin tanımından başlayan sorunlar var. Çoğu zaman felsefe ya da din ile karıştırılıyor. Bu yanlış anlamalar silsilesinin sebepleri içinde çoğu bilimadamının Newton’un sözündeki kadar mütevazi olamamaları ya da teknolojik gelişmelerden başı dönmüş ya da döndürümüş kitlelerin yaşadığı gelecek şoku[ii] olabilir. Titanic’i tasarlayan mühendislerin “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” deyivermeleri gibi Her Şeyin Teorisi üzerinde çalışıyoruz diyenlerin de acele ettiklerini ve sahip oldukları tecrübe ve bilgiye aşırı değer verdiklerini düşünmek de mümkün. Newton’un deyimiyle, bilinmezler okyanusunun kıyısında güzel bir deniz kabuğu bulup; “İşte ben bütün evrenin sırlarını artık çözdüm” mü diyoruz acaba?

Einstein “İdrak olunan olayların mantıksal olarak en uygun tarzda hakkını verebilmek amacıyla fiziğin aksiyomatik yapısını her an değiştirmeye hazır olmalıyız[iii] derken yani, iki noktadan bir doğru geçer ya da idrak edenden bağımsız bir dış evren vardır gibi temel bilimsel aksiyomlarımızı bile terk edebileceğimizi söylerken neden bu kadar özgüven sahibi değildi diye de sormak mümkün.

[i] Tercüme Reşit Aşçıoğlu’na ait. Kozmos, Carl Sagan. 1982, sf. 95. Altın Kitaplar Yayınevi.
[ii]
http://tr.wikipedia.org/wiki/Alvin_Toffler
[iii]
Albert Einstein, Mein Weltbild, Amsterdam, Querido. 1934. Tercüme eden: Ahmet Yüksel Özemre. Çağdaş Fiziğe Giriş. İÜ Fen Fakültesi, 1983.

Temkinli olmayın

lew-hunterBağırsaklarınızı midenizin üstünden dışarı çıkartıp masanın üstüne yayıyor gibi hikayenizi ve karakterlerinizi yaymanızı istiyorum. Bunlar sizin bağırsaklarınız, başkasının değil. Kendinizi içinize alın. Ne varsa dışarı çıkarın. Temkinli olmayın. Kişiselleştiğim zaman beni affetmenizi istemeyeceğim, çünkü bu benim öğretme metodum. Size defalarca söylediğim gibi metodlarım sıradışı bir şekilde iç dünyaları ifşa etme üzerine kuruludur ve bu yüzden eşsiz ve etkilidir. Dersimde de haykırdığım gibi, dersim sadece sizin daha iyi senaryolar yazmanız içindir. Ve sonrasında uzun bir çalışmanın bitimine doğru bir öğrencimin zayıf sesi duyuldu: “Evet bazen bizi gerçekten utandırıyorsunuz”

Lew Hunter’s Screenwriting 434’ten

Oyunculuk, inanmaktır

Sahnedeki her bir an, hareketlerinizin gerçekliğine olan inançla doyurulmuş olmalıdır

Sahnedeki her bir an, hareketlerinizin gerçekliğine olan inançla doyurulmuş olmalıdır

Oyunculuk inanmaktır: Hayali bir karakteri doğurmaktan ibaret olan bütün sanatların en tartışılır durumlarına getirilen ne güzel bir tanımlama! Bir aktör sahnede olan biten her şeye inanabilme kabiliyetinde olmalıdır. yazılmış bütün durumlarınıza ve her hareketinize inanıyor olmanız gerekmektedir. Karakterinize tam olarak inanmalısınız ki gerçeği karakterinizin içinde nasıl bulacağınızı bu sayede bilmeli, bu hayali kişinin sizin üzerinizden hayat bulmasını bu sayede sağlayabilesiniz. Fakat ya sahnedeki her şey bir uydurma bir yalan ise gerçeği orada nasıl bulabilirsiniz? Sahne hayatın taklitleriyle doludur, boyalı dekorlar, yapay kürkler, taklit mücevherler, makyaj, kostüm, yapay aydınlatmalar, köreltilmiş plastik kılıç ya da bıçaklar… Hepsi yalan. Gerçeğe, olmadığı bir yerde nasıl inanabilirsiniz?

Teorileri yirminci yüzyılın başlarından beri her aktörü etkilemiş olan Constantin Stanislavski’ye göre yaptığınız işte iki türlü gerçek ve inanma duygusu mevcuttur. İlki somut gerçeklik düzlemindedir ve otomatikman inanırsınız. Diğeri ise sanatsal kurgu ve hayalgücü düzlemindeki gerçekliktir. Olgusal gerçeklik önemini kaybeder. Duygusal ve içsel bir gerçek olan sahnelenmiş gerçeği aramalısınız. Bu varlığınızın derinlerinden gelir ve bedeninizde oluşan dalgalanmalarını dışavurulmuş ifadelerde bulabilirsiniz. Canlandırdığınız her insanoğlu için, hatırlarınızda, içinizdeki görüntülerde ve duygularınızda gerçeği bulmalısınız çünkü bu, sözü edilen yeni gerçeklikte sizin başka insanlar, şeyler ve olaylarla olan ilişkinizi tanımlar.

Stanislavski “Hakikat inançtan, inanç hakikatten ayrılamaz” diye yazmıştır. Hakikat ve inanç, biri olmadan diğeri olamaz ve sanatsal üretim ve yaşamın kendisi için her ikisine de sahip olmalısınız.Sahnedeki meslektaşlarınıza olduğu kadar sahnede olan biten her şeye bir adanmışlık içinde inanmalısınız. Davranışlarınız sahnede olanların an be an gerçek olduğuna inanan insanlara ilham vermeli. Seyirciler olayların gerçekten meydana geldiğini ve sizin tarafınızdan yani aktörler tarafından oluşturulan duyguların gerçekten tecrübe edildiğini kabul etmeliler. Sahnedeki her bir an, hareketlerinizin gerçekliğine olan inançla doyurulmuş olmalıdır.
Acting is Believing’ten.  Yazanlar; C.McGaw, K.L. Stilson, L.D. Clark. Wadsworth, 11th edition.

Oyuncunun yüzü

Milos Forman’ın muhteşem filmi Amadeus’ta bir sahne vardır; Antonio Salieri’nin Mozart’ı ilk kez gördüğü kraliyet daveti sahnesinde Salieri kendi kendine küçük bir oyun oynamak ister, kalabalıkta dolaşırken ve henüz Mozart ile tanıştırılmamışken acaba Mozart’ı sadece davetteki insanların yüzlerine bakarak tanıma başarısı gösterebilecek midir? Salieri o anları günah çıkartırken şöyle anlatır: 
Salonu geçerken kendi kendime bir oyun oynamaya başladım. Bu adam (Mozart), ilk konçertosunu 4 yaşında, ilk senfonisini 7 ve ilk operasını 12 yaşında bestelemişti. Tanıyabilir miydim? Böyle bir yetenek yüzünden anlaşılabilir miydi? İçlerinden hangisi O olabilirdi?
Gerçekten de yetenekli (ya da zeki, olgun vs.) bir insanı sadece yüzüne bakarak diğer insanlardan ayırt edebilir miyiz? Da Vinci “insan yüzünün görselliği çok fazla önem taşır” derken bir insan yüzünün arkasında sakladığı insana ait, karaktere ait çok fazla değer taşıdığını mı ima etmiştir? İslam geleneğinde konuyla ilgili belki kadim başka geleneklerle de kısmen karışmış, ilm-i sima başlığı altında çok sayıda ve tanınmış eser verildiğini biliyoruz.

Konuya başka bir açıdan bakalım: Mesleklerini yüzlerini kullanarak icra eden insanları, yani aktör ve aktrisleri diğer insanlardan ayıran nedir?

Bir oyuncunun sahip olabileceği en önemli şeylerden bir tanesi elbette ki dramatik bir yüz. Dramatik yüz; genel anlamda hüznü, öfkeyi, sabrı, olgunluğu, çekilen acıları taşıyabilen bir yüzdür. İnsanın yüzü yaşadığı hayatın bir haritası gibidir. Hayatımızda karşılaştığımız engeller bizi olgunlaştırırken yüzümüzde de izler bırakırlar. Hangi acı hangi ize takabül eder bunu söylemek imkansız elbette ama insan yüzünün geneline yayılan olgunlaştıkça anlamlılaşma eğilimi olduğunu düşünebiliriz. Bugün başarılı olduğunu düşündüğümüz pek çok oyuncunun yüzünde çekilen acıların izini görebilmekteyiz. Oyunculuk kariyerlerinde bulundukları noktalara gelirken neler yaşadıklarını, nasıl bir var olma mücadelesi yaşadıklarını bir ölçüde tahmin edebiliyoruz. Şunu söylemek istiyoruz, sadece yetenek değil onların yüzlerinde taşıdıkları anlam. Gerçek başarının kolay elde edilmediğini gösteren birer kanıt bu yüzler. Oluşan büyük bilgi, yetenek ve istek birikiminin, kaderin de “evet” demesiyle yakalanan fırsatlarla kesiştiği noktadan itibaren tanıyoruz bu insanları. Ve belki de zannediyoruz ki çok şanslılar. Ya da sadece çok yetenekliler. Anthony Hopkins, Kathy Bates, Hugh Laurie, Helen Mirren ve başka pek çok isim oldukça ileri yaşlarda dünyaca tanınır birer ikon haline geldiler.

Yüzünde taşıdığı anlamların böylesine yoğun olduğu oyuncuları ülkemizde malesef pek sık göremiyoruz. Yok değil elbette, bizde de başarıya giden yolda çekilen acıların bıraktığı anlamı taşıyan oyuncu yüzleri var. Ama son dönem dizi filmlerimizde boy gösteren cici bici kızlar ve ana kuzularının, lay lay lom serserilerin yüzlerinde, adanmışlığın sonucu çekilen acıların izlerini göremiyoruz. Setlerden çok podyumlara ya da moda magazin sayfalarına yakışıyorlar. Hatta çoğu oralara bile uymuyor. Lütfen yukarıda fotoğrafı dikkatlice inceleyin. Sonra da son dönem isimleri parlayan dizi oyuncularının yüzlerini gözünüzde canlandırın. Nasıl bir fark görüyorsunuz?

Bir senaryo yazarken ya da bir film tasarlarken gülse bile ağlamamak için kendini zor tutuyormuş gibi görünen, oluşturmak istediğiniz dramatik etkiyi sırtlanabilecek olgunlukta, kendisini hayal edebileceğiniz kaç yerli oyuncu var? (Yukarıdaki oyuncu yüzleri seçkisi ve kolaj bana ait)

Kısa Kısa

Harry Potter Serisi (4/10)

Kitaplarıyla ve filmleriyle bir fenomen haline gelen (ya da getirilen) seriye kayıtsızlığım serinin sona ermesiyle sona erdi. Hemen şunu söylemek lazım; genel öykü çizgisinin getirdiği hiç bir özgünlük yok, heyecan verici öyküsel numaralar yok. Sadece -olabildiğince tarafsız bir gözlemle- fantastik bir evren tasarımı var. Merkezdeki büyü ve ezoterizme ait ilkel buluşlar; çocukları korkutup heyecan yaratmayı planlayan
a- akıllı kitle iletişim tüccarları
b- pagan evangelistler
c- çocuk ruhlu hayalperestler
tarafından Tolkien ya da King ya da Lucas’tan daha aceleyle ve ya beceriksizlikle ortaya koyulmuş. Bana göre biçimsel anlamda seride öne çıkan filmler Harry Potter and the Prisoner of Azkaban ve Harry Potter and the Deathly Hallows, Part 1. Genel öykünün zayıflığı, yaşayan en iyi oyuncular listesi yapılsa en üst sıralarda olacak bir kaç isimle kapatılmış. Gary Oldman Sirius Black rolüyle, Alan Rickman Snape rolüyle, Ralph Fiennes Voldemort rolüyle göz dolduruyor. Ancak bu oyuncular dokundukları her karakteri zaten büyük bir başarıyla canlandırabilen oyuncular. Özellikle Alan Rickman benim favori oyuncum. Harry Potter serisi bir Yüzüklerin Efendisi değil, bir Star Wars değil. Joseph Campbell’in kahramanın yolculuğu formülünü en basit haliyle uygulayan masum olmayan bir çocuk filmi. Temel amacının Eğlence olduğuna inanamıyorum nedense… Pagan Roma’dan ve İskandinav-Anglosakson atmosferinden kalan kısır gizemcilik ile gotik kilise imgelerinin ortasına aristokrat ve yuppi teenager’lar koyar ve hadi macera yaşayın derseniz ortaya çıkacak şey bu olacaktır. Not: bu filmde “süper insan – süper kahraman” kompleksi vardır.

Source Code (4/10)

Alternatif gerçeklik kavramını Hollywood çok sevdi. Daha çok ekmek yenir bundan. Sıfır Dediğimde’deki hipnoz evreni gibi alternatif bir evrene sık sık geçişler yaşatan film bilimselliği sorgulamıyor, onu bildiği gibi yorumluyor. Sorun değil, öykü bu. Üstad Poe’dan miras kalan geleneğe saygımız var. Bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin modern insanda bir korku ve huşu hali yaratmasında en büyük rol, kitlesel ve küresel iletişim mesajlarında kuşkusuz. Uçuk ve biz sıradan insanlardan çok önde ve hatta çok yüce bilim insanları sayesinde yeni evrenler yaratabiliyoruz, bu bakış açısına göre. Stephen Hawking’in arkaplana nebula ve galaksi kolajı yapılmış fotolarını eski zamanların aziz ikonlarıyla takas eden ve alternatif gerçeklik konusunda çok acemi bir medeniyet batı medeniyeti. Tony Scott’vari biçimselliğiyle amacı sadece eğlence olan bunu başardığını kabul edebileceğimiz bir film Source Code. Filmin sonunda “So what? Ee yani ne?” diyoruz.

Hanna (4/10)

Eric Bana’yı çıkartın yerine Tcheky Karyo’yu yerleştirin. Saoirse Ronan’ı çıkartın Anne Parillaud’u koyun. Tanıdık geliyor mu? Filmin sonunda “So what? Ee yani ne?” diyoruz. Not: bu filmde “süper insan – süper kahraman” kompleksi vardır.

The Lincoln Lawyer (7/10)

Senaryo yazımının kara kitabına uygun, kendine göre de buluşları olan, Bahtin’in Dostoyevski’si gibi çok sesli başlayıp Aristo’yu sevindirecek kadar katarsis vadeden öykü çizgisiyle toplamda olumlu not verdiğim bir film The Lincoln Lawyer. Adalet duygusu çok güçlü bir duygudur. Ve hepimiz hak yerini bulsun isteriz. İnsanları yönlendirerek para kazanan çok bilmiş numaracı, adalet mekanizmasını da manuple etmektedir ancak kendisinin adalete ihtiyacı olduğu bir durum ortaya çıktığında ne yapacaktır? Filmin en kötü yanı, malesef artık bize hiç yabancı gelmeyen amerikan (kaliforniya) sokak jargonuna yaslanması.

Limitless (4/10)

Stanislav Lem’in kulakları çınlasın. Neyse ki Alex Proyas’ın I Robot’u kadar berbat ötesi bir film ortaya çıkmamış ama uyandırılabilecek şüphecilik yerine karakterin nefisperestliğine odaklanılan bir film seyirciye sunulmuş. Seyirci de aşama aşama karakter ile birlikte “uçuşa” geçirilmek istenmiş çünkü kimyasalsız sekanslar soluk kimyasallı sekanslar rengarenk! Çok büyük bir “So what? Ee yani ne?” diyoruz. Not: bu filmde “süper insan – süper kahraman” kompleksi vardır.

Never Let Me Go (6/10)

İlginç bir film… Tıp ve klonlama üzerinden bir distopya yaratıp çok iyi bildiğimiz ve çok sevdiğimiz distopyalardan daha farklı bir dramatik altyapı kurulamamış olması büyük bir sorun. Biraz Logan’s Run biraz Gattaca.

“Bizim hayatımızın kurtardığımız hayatlardan pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Hepimiz misyonumuzu tamamlıyoruz. Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ve yeterli zamanımız kalıp kalmadığını hissedemiyoruz.”

Üzerinde düşünülmeye değer bir son…

The Adjustment Bureau (5/10)

Filmin senaryosunun Philip K. Dick’in bir öyküsüne dayandığını okumak filmi heyecanla izlemeye başlamamız için yeterli bir sebep… Fakat senaryonun sonuç itibarıyla alışık olduğumuz Philip K. Dick bilgeliğine ulaşamadığını görüyoruz. Senaryo “özgür irade” konusunda kafa yormamızı sağlıyor evet ama bu konularda az buçuk egzersiz yapmış biriyseniz filmin söylemi sizin için çerez gibi gelebilir. Gerilim ve merak dozu yüksek, kara kitaba uygun bir senaryo ama bazı büyük klişelerle çözüme kavuşması rahatsız edici. “Aşk her şeyin üstesinden gelir!?” Ve “İnsan kendi kaderini yaratır?!” Not: bu filmde “süper insan – süper kahraman” kompleksi vardır.

Unknown (6/10)

Filmin başlangıcından itibaren çok büyük bir bölümünü daha önce izlediğiniz hissine kapılabilirsiniz. Haklısınız. Frantic’teki gibi karısını yaban Berlin’de (bir amerikalı için amerika dışındaki her yer yabandır!) kaybeden doktorumuz kendi kimliğini sorgular hale gelecektir. Bu paranoid senaryo örneğini onlarca kez izlemişizdir. İşin kötüsü film bundan fazlasını veriyor olmasına rağmen bunu seyircisinden uzunca bir süre gizliyor ve sıkılıp izlemekten vazgeçmediyseniz az buçuk özgün finale nail olabiliyorsunuz. Öte yandan Liam Neeson iyi bir aktör ve filmi çok iyi sürüklüyor.

True Grit (7/10)

Coen biraderlerin bu işin en iyileri ile anılmasına şaşmamak lazım. Çok başarılı bir atmosfer ancak önceki işlerine göre yeterince karmaşıklaşamadan çözüme kavuşan dolayısıyla nispeten seyircinin beklentisini kısmen karşılayamayan bir final. Tabi bu arada filmin öykü çizgisinin Fargo’dan pek de farklı olduğu söylenemez. Jeff Bridges ise her zamanki gibi… Filmin sonunda her zamanki gibi “So what? Ee yani ne?” diyoruz.

Film Teorileri Üzerine Bir Sınıflandırma Çalışması

1- KLASİK FİLM TEORİSİ

Film Teorileri

(a) Kurgucular (Rudolf Arnheim, Sergei Eisenstein, vs.)
(b) Gerçekçiler (André Bazin, Siegfried Kracauer, vs.)

2- MODERN FİLM TEORİSİ

(a) Film semiyotiği (Christian Metz: Film Dili, Dil ve Sinema)
(b) Post-Yapısal Film Teorisi (2.semiyotik ya da psikosemiyotik olarak da bilinir): Marksist ve psikoanalitik film teorisi. Stephen Heath, Colin MacCabe, Metz The Imaginary Signifier Jean-Louis Baudry, Raymond Bellour, vs. 2a’dan 2b’ye dönüşüm Émile Benveniste’nin lingustik çalışmalarını temel alan İfade Teorileri (*) ile olur.

3- BİLİŞSEL FİLM TEORİSİ
David Bordwell, Noel Carroll, Edward Branigan, Joseph Anderson, Torben Grodal, Ed Tan, Murray Smith

4- BİLİŞSEL FİLM SEMİYOTİĞİ (2a’dan geliştirimiştir)
(a) Yeni İfade Teorileri (*) (Francesco Casetti, Metz The Impersonal Enunciation)
(b) Semiyo-pragmatik film. (Roger Odin)
(c) Dönüşümsel üretken gramer ve bilişsel film semantiği (Michel Colin, Dominique Chateau)

(*): Theory of enunciation
Warren Buckland, The Cognitive Semiotics of Film‘den…

Henry Fonda

Birisi benden bütün zamanların en iyi oyuncuları sıralaması yapmamı istese, oluşacak listeye hiç tereddüt etmeden sokacağım isimlerden biri Henry Fonda. Bazı oyuncular fizyonomileri ile dikkat çekerler. Öyle bir yüzü vardır ki, o yüzden binbir türlü anlam çıkartabilirsiniz. Gözlerin arkasında derin acılar, fedakarlıklar, hüzünler, öfkeler saklıdır. Bazı oyuncular da oyunculuk yetenekleri ve anlamı taşıyabilme güçleri ile isimlerinden söz ettirirler. Canlandırdıkları karakterlerden bahsederken sanki çok iyi tanıdığınız dostlarınızdan ya da akrabalarınızdan söz ediyormuş gibi hissedersiniz. Henry Fonda’da her ikisi de var…

Henry Fonda

Henry Fonda

Bir seyirciyi sinemanın, sinema oyuncuları üzerindeki yoğun ikonografik gücü mutlaka etkilemektedir, ancak bu ikonlaştırmanın dışında bazı oyuncuların belki şansları belki de kısmetleri diyelim öyle yaver gider ki… En iyi yönetmenlerle, en iyi senaryolarla, en iyi filmlerde çalışma fırsatı yakalar ve seyircinin her zaman iyi ya da kötü karakter olarak benimseyeceği karakterlere bürünürler. 12 Kızgın Adam‘daki Henry Fonda’yı unutmak belki bu yüzden mümkün değildir. Peki ya Bir Zamanlar Batı‘daki Frank karakterine ne demeli? Sergio Leone ustanın elinde bir başka Henry Fonda daha vardır: Benim Adım Hiçkimse‘nin unutulmaz karakteri Jack Beauregard .

Amerikalı seyirci için aile değerlerini temsil eden bir aktör olarak Bir Zamanlar Batı’nın açılış sahnesi şok edici bir görüntüdür. Mavi gözlü sevimli Henry Fonda gitmiş, nefret edilesi bir karakter, çocuk katili cani Frank karşımıza çıkmıştır. Stüdyo bu sahneyi kabul etmekte zorlanmıştır. Seyircinin ürküp kaçması, gişe kaygıları ağır basmıştır. Ama olan olmuştur. Belki de yönetmeni, senaryosu, oyuncuları, kameramanı ve müzikleriyle bütün zamanların en iyi birlikteliklerinden biri artık klasikler içinde yerini almıştır.

On Golden Pond ile kendisi gibi efsaneleşmiş bir isimle sinemaya veda eder Fonda.

Auteur Teorisi

Hitchcock

Hitchcock

François Truffaut 1954 yılında Fransız Sinemasında Belirgin Bir Eğilim başlıklı bir makale yazdı. Bu çalışmada filmlerin yönetmenin kişisel duygu ve düşüncelerini dışavurmak için eşsiz bir ortam olduğunu iddia etti. O bu yüzden yönetmenin bir auteur olarak kabul edilmesi gerektiğini önerdi. Aslında o bir keresinde, kışkırtıcı bir şekilde, “iyi ve kötü filmler yoktur iyi ve kötü yönetmenler vardır” demişti.

Bu teorinin değeri bazı eleştirmenler tarafından sorgulanıyor olsa da bazı filmlerin anlaşılması ve yorumlanabilmesi için bir başlangıç noktası olarak faydalıdır.

Auteur Teorisi, bir yönetmenin, film yapım sürecinin ticari araçlarını bir ressamın fırça ve boyasını kullandığı gibi kullanabildiğini iddia eder. Film yapım süreci, yönetmenin kişisel sanatsal dışavurumuna imkan veren bir ortamdır. Film teorisyeni André Bazin, Auteur Teorisini, filmden filme geliştiği varsayılan ve sanatsal yaratım sürecindeki kişisel faktörlerin bir referans ve bir standart halinde tercih edilmesinin bir yolu olarak açıklar.

Bu teori “yıldız sistemi” içindeki bazı Hollywood aktörlerinin eserlerini yorumlarken faydalı olur. Auteur Teori der ki, en iyi filmler, o filmleri yapanların imzasını taşıyan filmlerdir. Bu da yönetmenin kişiliğinin, sanatsal kişiliği değil belki bir birey olarak kişiliğinin bir simgesi olarak filmin içinde ipuçları arandığında bulunabilir. Alfred Hitchcock bu fikri en iyi şekilde gösterir. Her filminde kısa süreliğine görüntüye girer ve çıkar. Bu seyircileri için bir oyunua dönüşür, “acaba nerede ve ne şekilde görünecek?”

Alfred Hitchcock auteur teorisi söz konusu olduğunda akla gelen ilk isimlerden biridir. Onun en ünlü filmleri Vertigo, Sapık, Kuşlar ve Arka Pencere’dir. Hitchcock’un hikaye anlatım teknikleri, zeka dolu konuları, esprili diyalogları, gizem ve cinayeti konu alması ünlüdür. O gerilim türünde bir devrime imza atmıştır. Başarısının sırrı tercih ettiği tür değil film yapım sürecinde gösterdiği üstün yetenekti. Yani Onun için seçtiği planları birleştirmesi, konusunu anlatırken yaptığı tercihleri, seçtiği film türünden daha önemliydi. Hitchcock’un en iyi bilinen sahnelerinden biri Sapık’taki duş sahnesi. Bu sahne bir dakika içinde yetmiş farklı plan ihtiva eder. Kurgu ve mizansen öyle birbiri içine girmiştir ki ayırt etmek güçtür.

Onun gerilim türündeki filmleri şüphe duygusuna çok şey borçludur. Bir yönetmen olarak seçtiği tarz, seyircinin karakterden konunun içine daha fazla düşmesini sağlamaya çalışmaktır. Seyirciye, karakter bulmacanın parçalarını çözmeye başladığında neler olacağını merakla bekletmek ister.

Sinema, başka insanlar farketmeden onları izlemenizi sağlayan bir ortamdır. Arkamıza yaslanır ve perdede olan biteni yargılarız. Hitchcock sıklıkla “saygın” sinema izleyicisi olan bizleri birer röntgenci durumuna düşürmek ister. O seyircisini, Arka Pencere filminde James Stewart tarafından canlandırılan ayağı kırıldığı için oturma odasından karşı apartman pencerelerindeki hayatları izleyen L.B. Jeffries karakteri gibi görmek ister.

Filmde yaşanan ahlaki ikilem bir karakter tarafından James Stewart’a söylenir:

“Benden ne istiyorsun?”

Bu aslında doğrudan seyirciye söylenmiştir. Aynı sahnede bu karakter kameranın dış göz duvarını yıkarak kameraya bakar. Yönetmenler bunu yaptıklarında kendi kurdukları “gerçekçi” dünyanın baştan çıkarıcı etkisine kapılmamanızı istediklerinin sinyalini verirler.
Simon Ryan’dan.

Klan Zamanı

Doğu-Batı

Doğu-Batı

İnsanın evrensel kimliği ve insanlığın akılcı Batı etkisi altında gittikçe daha çok kültürce birleşmeye yürüdüğü görüşü, Avrupa Aydınlanma Çağı felsefesinin ortaya çıkardığı bir görüştür. Bu teori, kültür farklılıları realitesini önemsemeyen soyut bir teoridir. Lévi-Strauss’un söylediği gibi, bir çeşit “rationalité européen” olarak bu görüşün kendisi de ethnocentrisme‘den kurtulmuş değildir. Lévi-Strauss’un Race et l’historie adlı kitabında, daha sonra 1975’de “l’identité” konusunda yapılan disiplinlerarası bir seminerde enine boyuna bu soru incelenmiştir. Bireyler ya da sosyal gruplar arasında, ben ve öteki ayrılığı, etnik kültür ve kimlik yabancılaşması ve husumeti zamanımızda şiddetle hüküm süren akımlar halini almıştır.  Lévi-Strauss, şu ilginç gözlemi yapıyor: Kabile düzeyinde insanlık kabilenin sınırında biter, tam ve mükemmel olanlar, iyiler yalnız klan üyeleridir, onun dışındakiler başkadır, kötüdür. Bugün bu çeşit bir yabancılaşma, milli devletlerde etnik ve dini gruplar arasında görülmektedir. (1)

Siz hangi klana aitsiniz? (2)

(1): Halil İnalcık, Doğu Batı, 2005, Doğu Batı Yayıncılık sf.18-19
(2): Soru bana ait; kabile düzeyini aşamayan, Batı kökenli kavramlarla kavgadan başka bir şey üretemeyen, sosyal-entelektüel-politik vaziyete ithafen…

« Older Entries   Newer Entries »