Türkiyede Nasıl Film Çekilir? -2

Üniversite öğrencisi olduğum yıllardı. İlk kez bir film setinde görev alacaktım. İçimdeki sinemacı olma isteği o yaşlarda son halini almamıştı. İki şeyi çok iyi hatırlıyorum: Bir, bulunduğum setteki film çekimi imkanlarını ve filmciliğe ait profesyonel ortamı beğenmeme duygusu. İki, alelade bir planın çekimi için bile ne çok zaman harcanması gerektiği. İlk duygum, yani Türkiye’deki film endüstrisine tepeden bakma halim çok uzun süre yaşamadı. Çünkü üçüncü asistan olarak ilk kez tanıştığım ülkemize ait filmcilik şartlarını beğenmemek için zihnimdeki tek gerekçe televizyondan izlediğim kamera arkası görüntüleriydi. Kamera arkası deyince de televizyonlarda magazin maksatlı yayınlanan Hollywood film setlerinden görüntüler anlaşılıyordu. Sadece ortada dolanan kabloları toplamakla görevli bir çalışanın olduğu o devasa setlerin havasıyla benim içinde bulunduğum film setinin havası son derece farklıydı. Ben o büyük setlerde görev almalıydım. Böyle niteliksiz ekip ve ekipmanlar arasında benim kıymetim bilinemezdi. Düşünün ki çalıştığım o ilk film setinde ben bizler için de karavan beklerken, oyuncular için bile karavanlar hazır edilmemişti. Allahtan çok kısa sonra bu hastalıklı ruh halinden kurtuldum. Üçüncü asistan olarak çok basit görevleri yerine getirirken bile ufak tefek hatalar yapmam, tecrübenin ne kadar önemli olduğunu anlamam bu konuda çok etkili oldu. İlk fırçamı yiyince ışıltılı Hollywood kamera arkası görüntülerinin verdiği zırva hayallerden sıyrılmaya başlamıştım. Evet bu kamera arkası programlarının böyle bir zararı var. Sinema dışındaki insanlar, özellikle gençlerin pek çoğu sinemacılığı bu görüntülerle tanıyıp zihninde bu şekilde kodluyor. Bu işin havası, sinemanın kendi doğasının önüne geçiyor. Kimi kırmızı halı hayalleriyle bu işe yakayı kaptırıyor kimi de oyuncusuna rolünü anlatan çok havalı bir yönetmen imgesine takılıp kalıyor. Sorun değil. Yeter ki bir an önce gerçekleri kabullenebilelim.

Havalı İmge: Yönetmen

Yavuz Turgul’un çok sevdiğim filmi, bence türk sinemasının en iyi filmlerinden biridir, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde tasvir edilen film seti ile elektronik klaketlerin, karavanların, devasa yerleşimlerin yani Hollwood’un kıyaslanması, kabuğunu beğenmeyen civciv gibi genç ve yerli sinemacı adaylarında bir hoşnutsuzluk doğuruyor. Ama unutmamak lazım ki, dünyada bir yıl içinde elli milyon dolar ve üzeri bütçelere sahip film sayısı çok fazla değil. Sinema kamera arkası görüntülerinin ışıltılı dünyasından ibaret değil. Ve ayrıca o büyük bütçeli filmleri yapanların çok büyük sinema hayatlarına nasıl başladıklarına da tekrar bakmakta yarar olabilir.

İşte bütün bu düşünceler kendi filminizin setinde aklınıza gelir mi bilinmez ama eğer Türkiye’de film çekiyorsanız bir şekilde kendinizi bir kameraman, bir oyuncu, bir tripodun üzerindeki bir kamera ile, mesela Eminönü kalabalığının ortasında bulabilirsiniz. Hem de ter içinde ve elinizdeki senaryoda yazan şeyleri gerçekleştirmeye çalışırken… Meraklı ve işsiz bir kalabalık sizi izlerken… Devamlı birileri size “hangi kanal abi?” diye sorarken…

Sinemayı zor bir iş, bir zanaat haline getiren en önemli faktörlerden biri hiç şüphesiz çok sayıda insanın emek verdiği kollektif bir çalışma olması. Bu insanlardan yalnızca bir tanesinin işini yeterince özenli yapmaması filmin başarısı ya da başarısızlığında rol  oynayabilir. Bu şekliyle sinema işi kuantum fiziğinin en popüler konularından biri olan Belirsizlik İlkesi’ni çağrıştırabiliyor. Bir atomaltı parçacığın aynı anda hem momentumunu hem de konumunu bilemezsiniz. Temel parametrelerden en az bir tanesi sizin için her daim belirsizdir. Sinemada da böyle. Hem de alasıyla.

Prodüksiyon grubu her sahne için o sahnenin çekim gününden önce mekan ayarlamıştır. Bu kiralanmış bir mekan olabilir, rica minnet söz alınmış bir mekan olabilir ya da bambaşka bir şey olabilir. Ancak: Set jargonuyla ifade edecek olursak “mekanın patlamadığı” bir set acaba var mıdır? İki anımı paylaşmama izin verin:

Asistanlık yaptığım dönemde Türkiye standartlarında pek de fena sayılmayacak bir bütçeyle çalıştığımız bir film setinde mekan patlamıştı. Prodüksiyon grubu gayet pişkin bir şekilde mekanın patlaması kendi kabahatleri değilmiş gibi “Hocam hemen başka bir mekan baksak” gibi dahiyane bir öneri getirdi. Eminim bu fikir o an sette başka kimsenin aklına gelemezdi. Nihayetinde bir jenaratör kamyonu, 2 malzeme kamyonu, üç adet de minibüs ile İstanbul’un eski bir semtinin dar sokaklarında mekan aradığımızı hatırlıyorum. Ben asistan iken gerçekleşen bu hadisenin akşamında “Bir gün eğer bir film çekersem mekanlara çok iyi çalışıp her mekanı yedekleriyle beraber garantiye almadan işe başlamama sözü” gibi bir söz vermiştim. Gel gelelim kendi filmimin çekimlerinde “Ay bizim ev de filmlerde görünsün” isteğinde yaşlı bir çiftin evinin önünde mekan parası vermeden yapacağımız çekim, yaşlı çiftin o gün kendi aralarında şiddetli bir kavga etmesi sonucunda “patlamıştı”. Ama yedekli çalışmaya söz vermiştim ya, müthiş bir özgüvenle hemen prodüksiyon grubuna talimat verdim: (o talimat verme anı eminim ki Hollywood kamera arkası görüntülerindeki yönetmenlere en benzediğim an olmuştur). “Hemen yedek mekana gidelim, olabilir dünya hali!” Ne var ki prodüksiyon amiri bir süre sonra yanıma gelip “Hocam, yedek mekan olarak tespit ettiğimiz apartmanın yöneticisi çekim yapmamıza izin vermiyor” deyince, men dakka dukka sözünün bir başka boyutunu da anlamış oldum.

Bir film çekiyorsanız temel parametrelerinizden en az bir tanesinin belirsiz olduğunu mutlaka hatırlamalısınız. Sesli çekim yaptığınız mekanda gece saat ikiye kadar trafik gürültüsü sizi bloke edebilir. Ya da dış çekim günlerinizden birinde şakır şakır yağmur yağabilir. Hem de meteorolijinin aksi istikametteki bütün tahminlerine rağmen…

Washington DC ya da batılı başka metropollerin karakteristik görüntülerini hatırlayın. Yurtdışında yaşama ve çalışma tecrübesi olanlar bilir, batılı zihin bizim zihnimizden farklı çalışıyor. Bu farklılık üstünlük mü gerilik mi tartışılır. Şurası kesin: bir film çekimi gibi çok sayıda değişkene bağlı. Üstelik bu değişkenlerin pek çoğu da film ekibinin dışındaki değişkenlere bağlı. Bu da demek oluyor ki değişkenlerin tümünü kontrol altına almak, batılı olmayan bir zihin tarafından imkansıza yakın bir durum. Bir başka deyişle Alman mühendislik harikası bir makine gibi işleyen bir film setiniz Türkiye’de olamaz. Ama şunu da söylemekte fayda var; aynı konuyu saptamış Erzurumlu İbrahim Hakkı: “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler”. Yani şu: Bizim film setlerimiz de tıpkı Mısır Çarşısı ve etrafı gibi olacaktır ve bu belki de bize mimetik ve plastik bir kamera önü yaratmaya çalışma çabası yerine bir “varoluş” halindeki organik, hareketli yani kendi dinamikleriyle evrilen bir film seti sunacaktır. Gerçekliğin taklidi bir film seti değil, gerçek ve varolmaya devam eden bir film seti. Bu şekilde bakınca ne kadar iyimser değil mi? Unutmamak gerek ki Robert McKee’nin öykü üçgenindeki Minimalist öykülerin pek çoğu bu şekilde filme alınıyor.

Ülkemizde film endüstrisi teknik anlamda dünyanın gelişmiş endüstrilerinden çok geride değil. Toplum olarak inşaat sektörüne olan ilgimiz gibi teknik cihaz ve teknolojik oyuncaklara çok meraklıyız. Bir de internet hayatımıza girdi ya filmcilik alanında aklıevvellerin yaptıkları büyük bir kısmı işlevsiz ve pahalı icat, anında film setlerimizde boy göstermeye başlıyor. Elektronik oyuncakların sette göz boyama gibi bir işlevi var. Değişik tipleri olan vinçlerden birine bağlanmış bir kamera, o vincin havada salınması, kamera arkasını gören çok sayıda kişiyi etkiliyor. Hareketli kamera kullanmak, işten anlamayanlar için bir yönetmenin iyiliğini belirleyen bir ölçüt. Eh, kamera arkası da Hollywood kamera arkalarına benzediği sürece sorun kalmıyor. Paralar harcanıyor, bu sayede insanlar ve belki seyirci de kendini iyi hissediyor.

Filminizin çekimlerinin bir su gibi akıp gittiğine inanamayacaksınız. Filminiz için post-prodüksiyon evresi başladığında ise karşınıza çıkan karmaşık işlemler ve faturalardaki rakamlar gözbebeklerinizin büyümesine sebep olacak. Bir filmin üretilmesi sırasında filmin yapımcıları açısından en rahatlatıcı olması öngörülen bir an var: Filminizin kurgusu, miksajı bitmiş ilk kopyasının izlenmesi. Ancak onca gerginliğin ve karmaşanın arkasından, aksayan binbir tarafıyla ortaya koyduğunuz filmi izlemek sizi rahatlatmıyor. Çünkü seyirci sizin mazeretlerinizle ilgilenmiyor. Böyle bir beklenti içinde bile olamazsınız. Sinemanın doğasına aykırı. İyi bir film yapmak için bir şansınız vardı. Onu kullanıp kullanamadığınızı hiç bir zaman gerçekten bilemeyeceksiniz. Böyle anlarda etrafta sizi pohpohlayan birilerinin olması işinize yarayacaktır.

Bu yazı hayalperdesi‘nin 19.sayısında yayınlanmıştır. Yazının ilk bölümü ise burada

There are no comments.

Name*: Website: E-Mail*:

XHTML: You can use these tags:
<a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>