14
Farkedilmek…
Hızla giden bir arabanın camından dışarı bakıyorsun. Her şey gözlerinin önünden akıp geçiyor. Gözbebeklerin gördüklerini takip etmeye çalışmaktan yorulmuş. Yolun iki yanında meyve bahçeleri var. Tek tük de evler… Uzaklara baktıkça soluk renkli tepeleri, dağları görüyorsun. Dağların üzerinde de benek benek zeytin ağaçları. Başını cama yaslamış öylece bakıyorsun. Dışındaki dünya, bütün evren ne kadar da kayıtsız sana karşı! Yolun kenarında yürüyen yaşlı adam senin oradan geçtiğini bilmiyor. Bilse bile umurunda olacak mı acaba? Zaman zaman hayaller kuruyorsun. İşte şu an, tam da bu an, bu otobüste, bu salonda, bu okulda, bu işyerinde, bu şehirde… En iyi yürekli, en akıllı, en güzel gözlü, sesi en güzel kişi olduğunu düşünsünler istiyorsun. “Eğer bilselerdi” diyorsun… Senin ne denli muhteşem bir varlık ve tertemiz, lekesiz bir vicdanla dolaşan bir insan olduğunu, böyle kayıtsız olurlar mıydı sana karşı?
Ama sonra o acı gerçek yüzüne buz gibi çarpıveriyor. Sen, bir başkası için akıp geçen görüntüler içinde sıradan bir ayrıntıdan ibaretsin. Uzak dağlardaki ne idüğü belirsiz beneklerden, -ağaç mı çalı mı yoksa gizli ve gizemli bir hazinenin kapısı mı ne farkeder- farkın yok. Farkedilmeni hakedecek ne yaptığını düşünüyorsun? Bir şey yapman-yapabilmen mi yoksa senin mutlak varlığın mı seni eşsiz kılan? Başkası için “bir başkası” olmaya tahammül edebilecek misin?
Sen neyi ya da kimi farkediyorsun ki farkedilmeyi umuyorsun çaresizce?
Yol kenarında, çalı çırpı arasında kaybolmuş, tozlu, cılız dalları olan bir ağaçsın sen. İnce dalların rüzgarla bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor bütün gün. Beni farkedecek bir Allah’ın kulu yok mudur diye yakınıp duruyorsun ama kimse seni görmüyor. Herkes yanından gelip geçiyor, herkes kendi yolculuğuyla, kendi varlığıyla ilgileniyor. Yol kenarındaki değersiz bir ağacı kim ne yapsın?
Eğer bir gün… Ayakların seni bir gün bir bahçeye götürür de, yürüdüğün yola yakın ilk sıralardakilerden biri değil, hiç kimsenin, işsiz güçsüz bir delinin bile farkına varma ihtimali olmayan cılız bir ağaca yaklaşıp, o çöp gibi dallarından birini tutup… sanki seni duyacakmış gibi ona fısıldarsan:
“Seni ben farkettim… Ben, senin farkındayım, kardeşim…”
Kıtaları keşfetmiş bir gezgin ya da buz gibi bir havada sabaha kadar teleskobunun başında oturmuş, uzaklardaki bir galaksiyi ilk kez gören bir astronom kadar şanslı olursun. İşte ancak o zaman… Sen de farkedilmeyi hakedeceksin.
Resim: Paul Cezanne – Route tournante en sous-bois (1902-06)
” Sen neyi ya da kimi farkediyorsun ki farkedilmeyi umuyorsun çaresizce? ”
Farkindalik icli icli kanayan yaradir kimi zaman ve kanayabilmeyi goze almak her yigidin harci da degildir.
Ic ceke ceke farkindalikta olsa ruh hali… Acilidir, sancili.
Tek kelimeyle süper felsefe, edebiyat bir arada.
hmmmm
Ne veriyoruz, almayı istiyoruz bir de bu hayattan… Sıradan birer ayrıntıyız sadece… Bir de sürekli ağlayan koca bebekleriz. Utanmasak, dünya bizim için kuruldu diye avazımız çıktığı kadar bağıracağız. Hoş, o kadar uzaktayız ki birbirimize… Sesimizi bırakın duymayı, bizim varlığımızdan bile bihaber o başkaları…
…
Çok güzel bir yazıydı, teşekkürler…