04
Anlatının Doğuşu
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cep telefonları icat edilmeden çok önce… Kitap adı verilen, içinde yaprak yaprak yazılarla, bilgilerle dolu bir şey varmış. Bu kitapların binlercesinin bir araya getirildiği kütüphane adı verilen mekanlar varmış.
İşte bu kütüphanelerden birinin antropoloji raflarında kaybolmaya yüz tutmuş, gözlerden uzak bir kitapta yazdığına göre bir grup avcı insan, bundan tam 100 bin yıl önce avlanmak için karanlık ormanın bittiği yerdeki sarp yamaçlarda barınan kabilelerini arkada bırakmış. Tabii avlanıp bolca et ile geri dönmek üzere. Kabilenin güçlü kadınlarından ava gelenler olduğu gibi, bir kısmı da çevredeki meyve ağaçlarını kurutmakla meşgulmüş. Uzun kış mevsiminde ise serin bir mağara kuytusunda bu gıdaları depoluyorlarmış. Neyse lafı uzatmayalım, 100 bin yıl önce yaşamış kalabalık bir aile işte.
Bizim avcı grubu, kabile büyücüsünün yönlendirmesiyle iri kıyım bir bizon sürüsüne denk gelmiş. Ne var ki bu hayvanların da canı tatlı. Bir tanesini avlamak bile hiç kolay değil. Fakat bizimkiler de işi biliyorlar. Hayvan sürüsüne görünmeden değişik sesler çıkarıp hayvanlardan bir tanesini korkutarak pusuya uygun bir yere doğru sürmüşler. Ama son hamleyi yapmak için yine de gece karanlığını beklemeleri gerekiyormuş.
Bütün gün boyunca yemyeşil çayır çimende işkembeyi dolduran bu bizon; bir su kenarında diğerlerinin nerede olduğunu merak bile etmeden pinekliyormuş.
Hazır hayvan üç tarafı kapalı pusuya uygun bir yerdeyken, bizim avcı grubundaki kanları deli akan genç savaşçılar, vakit kaybetmeden avın tepesine çullanmayı istemekteymiş. Ama Lider’in içine sinmeyen bir şeyler varmış. Bizon tek başına kaldığı halde fazla rahat davranıyormuş. Lider “bekliyoruz” dedikçe gençler huzursuzlanmış ama yine de henüz Lidere doğrudan isyan edecek cesaret hiçbirinde yokmuş.
Nihayet uygun saldırı anının geldiğine karar vermiş, lider. Bizonun kaçabileceği, kayaların arasındaki tek aralıkta elinde mızrakla dikilmiş. Bizon da savaşçı lideri fark edince pusuya düştüğünü anlamış. Panik içinde lidere doğru bir iki adım atmış, gözlerini bizonun gözlerinden ayırmayan, o an var gücüyle saldırıyı savuşturmaya hazırlanan Lider savaşçı, durduğu yerde gerildikçe gerilmiş. Ama garip bir şekilde, bizon saldırıdan vazgeçmiş. O an Lider en baştan beri endişelenmekte haklı olduğunu anlamış.
Meğerse bizon için bir başka avcı kabile daha pusu kurmaktaymış. Avcı liderin beş-on adım gerisinde, bugün bildiğimiz kaplan ırkının hemen hemen iki katı büyüklükte kılıç dişli dev bir kedi, hem bizonu hem de liderimizi pusuya düşürmüş. Hem de böyle büyük bir av için tek başına avlanıyor ihtimali hiç mi hiç yokmuş.
Yırtıcı dev kedilerin lideri, aynı av taktiğiyle bir değil iki av düşürdüğü için heyecanlanmış.
Bizim diğer avcılar, yırtıcı kedi çetesinden habersiz, liderin iri kıyım bizona hamle yapmasını bekliyormuş.
Avcı Lider o an ölüme çok yakın olduğunu anlamış. Dev gibi bir Bizon’un boynuzlarıyla delik deşik olup ayakları altında ezilmek mi, kim bilir kaç günlük açlığın acısını çıkarmak için sabırsızlanan dev kedilerin pençe ve dişleri mi? Belki de ikisi birden…
Avcı lider diğer avcıların durumdan haberdar olduklarını ve arazi olduklarını anlamış. Bütün bunlar belki saniye bile sürmemiş.
O ölüm ile hayat arasındaki o kısacık anda, liderin neden gerçek bir lider olduğu, bir başka savaşçının lider olmadığını herkes anlamak üzereymiş.
O günden sonra Savaşçı lider bir efsaneye dönüşmüş. Vadideki küçük ve iddiasız kabilelerden birinin lideri iken öyküsü kulaktan kulağa yayılmış, nesilden nesile anlatılmış.
Sadece Lider bir efsaneye dönüşmekle kalmamış. Bizim iddiasız kabile, diğer kabilelerin arasından sıyrılmış, artık hiç kimse onların yoluna çıkıp onları av sahasına girmek istemiyormuş. Bizim kabilenin erkeklerine ve kadınlarına saldırmak bir yana, bizim kabilenin konakladığı yerlere yaklaşmak bile imkansız hale gelmiş. Lider yaşlanıp öldükten sonra bile ruhunun gelip düşmanlarını haklayacağına inanmış herkes.
Çünkü o gün o pusudan, bol miktarda bizon etiyle dönmekle kalmamış liderimiz. Boynundaki iple iki tane kocaman diş de getirmiş. Ve o günden sonra “o iki dev kedi dişi” bizim kabilemizin sembolü olmuş. Kim görse Lider’in kahramanlığını hatırlıyor ve saygı duyuyormuş.
Lider’in öyküsü bir efsaneye dönüşmüş dedik ya, işte bu efsane artık bir kimlik haline gelmiş. Bizimkilere Canavar Öldürenler denmiş. Öyküyü her anlatan kendisinden de bir şeyler katmış. Bu şekilde öykü yayıldıkça yayılmış, gerçeküstü yaratıklar, şeytanlar, ejderhalar işin içine dahil olmuş. Savaşçı liderimize “o bir insan değildi” demiş birileri. Her av mevsiminde Savaşçı Lider için törenler düzenlenmiş, zamanla öykü tanınmayacak hale gelmiş.
Modern antropoloji, topraktan çıkarılan av araç gereçlerinin karbon testi sonuçları sayesinde insanların yaklaşık 250 bin yıl kadar bir süre, bu öyküde anlattığım gibi avcı-toplayıcı ve göçebe topluluklar olarak yaşadıklarını söylüyor. Tabi her geçen gün yeni bir şeyler bulunuyor ve tarihlerde revizyonlar yapılıyor ama şu an için bu şekilde kabul etmekte bir sakınca olmadığını düşünüyorum.
Yine antropolojinin dediğine göre, insanların hayat tarzı, ancak yerleşik hayata geçtikten sonra kaydedilmeye başlandı. Bu “yeni” hayat tarzı nereden baksanız bugünün tarihinden en fazla 10-15 bin yıl öncesine gidiyor. Yani insanların 250 bin yıllık avcı-toplayıcı tarihine göre çok kısa bir zaman dilimi…
Modern psikolojinin kurucularından Carl Gustav Jung, bu 250 bin yıllık sürecin insan psikolojisindeki en belirleyici dönem olduğunu söylüyor. Ve o dönemde bazı kalıcı özellikler edindiğimizi, yaşam tarzımız değişse bile bu kalıcı özelliklerin değişmediğini iddia ediyor. İmkanımız olursa Jung’un iddialarını tek tek ele alacağım. Ama şimdi daha farklı bir şey söylemek istiyorum.
Biz insanlar öykülerle yaşıyoruz. İnsanın olduğu her yerde ve her dönemde öyküsü de olmuş. Biz öykü dinlemeye ve öykü anlatmaya bu 250 bin yıllık dönemde alışmışız. Artık öykü bizim bir parçamız. Öykü, insan adı verilen yaratığı tanımlayan bir şey haline gelmiş. Ne demek tanımlayan? Evet, insanı öykü anlatan ve öykü dinleyen yaratık diye tanımlayabiliriz. Öyküsüzlük diye bir şey bizim için yok.
Bugün bile üç-beş kişi bir araya gelmişse, bilin ki ortak bir öykünün etrafında toplanmışlardır. Tıpkı az önce anlattığım Savaşçı Lider’in öyküsü gibi.
Bugün dünyadaki ,ülkelerin bayraklarına bakın. Her birinin bir öyküsü var. Bizim bayrağımızın yok mu?
Spor kulüpleri bile bir öykü ile var olabiliyorlar. Reklamcılar bir ürüne bir öykü iliştirebilirlerse satışlarını artırabiliyorlar. Ben her gün ya bir film ya da bir dizi film bölümü izliyorum. Dünyada öykü anlatıcılığı artık bir meslek. Yüzüklerin Efendisi’nin “toplamda” kutsal kitaplardan bile çok okunduğu söyleniyor. E peki kutsal kitaplar öykü anlatmıyor mu?Anlatmaz mı? Din öyküsüz olmaz. Her din, semavi olsun pagan olsun, her din çok sayıda öykünün bileşimidir. Tanrı mesajını öyküler yoluyla insanlara aktarıyor.
Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, Tevratta anlatılan öykülerin etrafında toplanan insanlar bugün hala var. Davud peygamberin, Musa’nın öyküsü onlar için öylesine bir öykü değil. O öyküler bir kimlik.
Aslında öylesine bir öykü diye bir şey yoktur. Her öykü hem anlatan hem de dinleyen için anlamlıdır. Bazen bu anlamlar birbirinden farklı olsalar bile…
Sözgelimi Freud ya da Jung ne diye Hellen mitolojisine bu kadar sık başvuruyor sizce? Yunan mitolojisi nasıl oluyor da hala bugün hala bu kadar etkili? Bu mitolojik öyküler öylesine birer laf salatası olabilir mi?
Bambaşka bir şey daha söyleyeyim mi? Öyküler aynı zamanda bir tür raporlama da yaparlar. Victor Hugo’nun Sefiller’i hem Hugo’yu hem de Hugo’nun yaşadığı toplumu hemde zamanı bize gösterir. Bir ayna gibidir öyküler. Dostoyevski ya da Shakespeare yüksek bir kültür düzeyinin varlığını haber verir. Avcı-toplayıcı bir kabileye ait öyküler olamaz bunlar. Feridüddin Attar ya da Rabindranath Tagore kendileri büyük adamlardı, eyvallah, ama aynı zamanda yaşadıkları toplumun da üst düzey bir kültür olduğunu kanıtlamaktaydılar.
Bugün antik çağları inceleyen hatırı sayılır akademisyen, Homeros ve Hesiodos gibi yazarlar olmasaydı Yunan diye bir şey olmayabileceğini söylüyor. Tıpkı bizim o savaşçı liderin efsanesinin bir kimlik yaratması gibi Yunan mitolojisinin sınırlarını çizen İlyada ya da Odyssea gibi eserler, Ege havzası gibi yol geçen hanı, her milletten insanın yaşadığı bir coğrafyada, Yunan adında bir millet yaratmıştır.
Ben; bütün bunlara rağmen, öykünün, daha kapsayıcı adıyla “Anlatının” yeterince ciddiye alınmadığını düşünüyorum. Anlatı insana ait her değeri yansıtıyor. Bütün zayıflıklarımızı, kusurlarımızı, hatalarımızı da yüzümüze vurabiliyor. Anlatıyı anlamak insanı anlamak demek. O halde neden anlatı üzerinde daha fazla kafa yormuyoruz?
Çocukların oyunlarını yakından inceleyin. Bir oyunda, en az bir anlatı olduğunu göreceksiniz. Dedikodu dediğimiz şey bir anlatı. Politikacılar bir anlatıyı bize satarak tekrar seçilmeye çalışmıyorlar mı?
Sokakta rastgele insanlara mikrofon uzatsanız neredeyse hepsinin “hayatım roman” dediğini duyarsınız. İşin doğrusu, dinlemeye olduğu kadar anlatmaya da meraklıyız.
İnsanı anlamak için anlatıyı, anlatıyı anlamak için de insanın anlamak gerek. Şu an yaptığım bu işin amacı budur. İnsanı ve hayatı daha iyi anlamak, bize iyi bir insan olmanın kapılarını aralayacak en önemli yoldur.
Bilgelik nedir diye sorsanız, antik çağlardan beri, neredeyse her kültürde aynı cevabın verildiğini görmüyor muyuz? Bilgelik: Meşhur Delphi tapınağının girişinde yazan cümle değil midir; Gnothi Seauton, yani kendini bil. Yunus’un da dediği gibi:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Unuttum ya da unutturmaya çalışıyorum sanmayın; Bizon ve kılıç dişli yırtıcı dev kedinin arasında kalan avcı liderin başına ne geldiğini merak ediyorsunuz değil mi? Ne yaptı da ölmekten kurtuldu? Nasıl oldu da içinden çıkılmaz o durumdan çıkabildi? Şimdi ben de iyi öykü anlatıcılarının yaptığı bir şeyi yapayım o halde. Peki ya sonra?
There are no comments.