23
Kurmaca yazmanın sekiz kuralı
Açıkcası formüller veren, madde madde yapılması gerekenleri sıralayan, kısa yoldan “başarı” vadeden yazılardan pek hoşlanmıyorum. Little Miss Sunshine‘daki, ezik kişisel gelişim uzmanı aklıma geliyor hep. “9 adımda başarılı olmanın sırları”… Ne var ki böyle yazıların bir tür cazibesi olduğunu da itiraf etmek zorundayım. Okumanın da, yazmanın da… Öte yandan bu tür yazıların; ülkemizde “yazmak”, hele hele “senaryo yazmak” gibi alanlarda yerleşik bir eğitim geleneği olmadığını düşünürsek, yolu google sayesinde bu siteye düşecek meraklı zihinler için iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum. Ve hemen; yaptığımız ve yapacağımız bol formüllü seçkilerin, ticari kaygılarla üretilmiş “kısa yoldan başarı” vadeden kaynaklar yerine, alanında doruk olabilmiş, çığır açmış isimlerden geldiğini belirteyim… Şunu bir kenara not edelim ve hayatımızın sonuna kadar unutmayalım: “Kısa yoldan başarı yoktur”
Bu yazımızdaki ilkelerin kaynağı amerikalı, ilginç bir isim: Kurt Vonnegut. Vonnegut, kesinlikle aykırı bir zihin, roman, hikaye, oyun yazarı ve düşünür. “Fiction” yani kurmaca üzerine verdiği ilkeler Bagombo Snuff Box: Uncollected Short Fiction (New York: G.P. Putnam’s Sons 1999), 9-10. kaynağından alıntılanmıştır. Tercüme ve kırmızı renkli açıklamalar bize ait. Kurmaca; bir öykü olabilir, bir senaryo da olabilir.
1- Zamanı tıpkı bir kaşif gibi kullanın ki karakterleriniz boş zaman dolduruyor gibi olmasın.
Yazarın burada “kaşif” kelimesi yerine seçtiği orijinal kelime “total stranger“. Stranger=Yabancı kelimesinden ziyade “gurbetteki bir adam” ya da “bir kaşifteki merak duygusuna sahip insandaki gibi” demek istediğini düşünüyoruz. Bütün ilkelerde bir minimalizm eğilimi olduğunu farkedeceksiniz. Sanatçının görevinin karmaşık bir evreni sade bir evrene indirgemek olduğuna inanan bir bakış açısıdır bu, biz de katılıyoruz. Çünkü zaten karmakarışık bir evrendeyiz artık (modern zamanların büyük sorunlarıdan biri; Toffler’ın gelecek şoku dediği konuyla ilgili aynı zamanda…)
2- Okuyucunuza (izleyicinize) içselleştirebileceği en az bir karakter verin.
Muhatabınız, okuyucu/seyirci, kendisinden bir şeyler bulsa iyi olur. Klasik dramanın özdeşleşme ilkesi.
3- Her karakter, bir bardak su olsa dahi bir şey istemelidir.
Karakterlerin istekleri olmalı ki, gerçek ve yaşayan karakterlere yani bizlere benzesinler ve istekleri olsun. Bu isteklerin karşısına engeller yazabilelim. İstekler ve engeller. Diğer bir deyişle çatışma. Dünyaya geldiğimiz an, bizi ağlatan şey. Ve ölene dek mızmızlanmamızı sağlayan şey: İsteklerimiz ve karşılarında duran devasa engeller.
4- Her cümle (sahne) mutlaka iki şeyi başarmalıdır: karakteri anlatmak ya da aksiyonda ilerlemek.
Minimalizm. Klasik romanların bazılarındaki gibi uzun uzun bir konuyu tartışmak yerine, sadece amaca hizmet eden bir yolda ilerlemek. Karakterler ve aksiyon her şeyimiz. (Aksiyon karşılığı olarak “hareket” ya da “devinim” yeterli değil, daha iyisini bulana dek “aksiyon”.)
5- Finale olabildiğince yakın başlayın.
Minimalizm. Kavramsal bir yakınlıktan bahsedildiğini zannediyoruz. (Start as close to the end as possible.)
6- Sadist olun. Ana karakterleriniz ne kadar sevimli olursa olsun, okuyucunuzun (izleyicinizin) onların etten kemikten yapıldığını hissedebilmesi için, başlarına korkunç şeyler gelsin.
İnsanoğlunun dramı değil midir? Hayatın ve kötü kaderin bize acımasız davrandığını düşünür ve yakınmaz mıyız devamlı? Bir ermiş olana dek en azından. Doğar doğmaz Nirvana’yı bulan yoktur. Karakteriniz niye öyle olsun ki? Karakterleriniz mermer değil etten kemikten olmalı. Acı çekebilme yeteneklerinin hakkını versinler.
7- Sadece bir kişiyi mutlu etmek için bir öykü yazın. Eğer bütün dünyaya aşk ilan etmek için bir pencere açarsanız, söylenecek sözlerin fazlalığından hikayeniz zatürre olur.
Minimalizm. Biz şöyle özetleyelim bu maddeyi: Bir derdiniz olmalı. Genel fikirler, genel amaçlar yerine, sadece bir dert.
8- Okuyucunuza (izleyicinize) olabildiğince erken bilgi verin. Şüpheyi sallayın gitsin! Okuyucular (izleyiciler) nerede, niçin, neler döndüğünü o kadar iyi bilmelidir ki, kitabın (filmin) son sayfalarını (sahnelerini) hamamböcekleri yese de öyküyü (filmi) kendileri tamamlayabilsinler.
“Ama olmaz ki” demeyin. Finaldeki sürprizi çok önceden açık edin demek değil bu. Şunu hayal edin: Filmin son sahnesi. Ana karakter yataktan düşer ve şöyle der: “Neyse ki rüyaymış”. Seyirci için ne kadar tatsız bir durum… Yazdıklarınızın tümü, kendi içinde tutarlı bir evren kurmalı ki, seyirciniz bu evreni o kadar iyi biliyor olmalı ki, finaliniz o evrende sırıtmasın.
-“Ama olmaz ki” demeyin. Finaldeki sürprizi çok önceden açık edin demek değil bu. Şunu hayal edin: Filmin son sahnesi. Ana karakter yataktan düşer ve şöyle der: “Neyse ki rüyaymış”. Seyirci için ne kadar tatsız bir durum… Yazdıklarınızın tümü, kendi içinde tutarlı bir evren kurmalı ki, seyirciniz bu evreni o kadar iyi biliyor olmalı ki, finaliniz o evrende sırıtmasın.
Bunu çok sevdim ama filmlerin sonu konuşulmaz mı hep? Bu yüzden sonlar önemli değil midir? Yani seyirciyi-okuyucu şaşırtmak, uyuz etmek hatta abartıp sinirlenmesini ve nihayetinde düşünmesini sağlamak istemez mi bir yazar-senarist?